Fikir7 Manset Haberler

16 Kasım, 2005

ESGKU BASGHA YASAYAGH - SiiR

ESGKU BASGHA YASAYAGH

Klasik esgk neyse oni yasiyagh
Platonik esgk neyse on yasiyagh
Tombilik esgk neyse oni yasiyagh
Yeter ki, yepyeni hazlari alagh

Psikopatik esgk ney on yasiyagh
Nostaljik esgk neyse oni yasiyagh
Gara esgk ney ise oni yasiyagh
Yeter ki, tepteze hazlari alagh

Yalan s�ylemiyah hep dogru diyah
Beraber oturah beraber yiyah
Realist ask neyse oni yasiyah
Yeter ki, g�ncelli hazlari alagh

Bizbize t�rk� s�yliyah mizildiyagh
Elele tarlada bostanlarda gezagh
Romantik ask neyse oni yasiyagh
Yeter ki, g�pg�zel hezleri alagh

Sembolik esgk neyse oni yasiyagh
Elektronik esgk ney on yasiyagh
Otantik esgk neyse oni yasiyagh
Yeter ki, tertemiz ghazlari alagh

Ahmed gibi sevagh sevda yasiyagh
Daldan dala atlayip, sogna durulagh
Esku, meskle, meski g�lle yukayagh
Eski esgk olarak safcan yasayagh

Ahmed MiM

11 Kasım, 2005

BULAMADIM

... BULAMADIM

þu yalan dünyaya geldim, giderim
gönül senden özge(baþka) yar bulamadým
yaralandým, al kanlara bulandým
elimin kanýný dudrduramadým.

güzellerin zülfü destedir, deste,
erenler "Hak" için oturmuþ posta,
bir zaman sað gezdim, bir zaman hasta
"hasta halin nedir?" der bulamadým

felek kýrdý benim kolum kanadým,
baykuþ gibi viranede tünedim,
bugün üç dostumun aðzýn sýnadým
"can feda yoluna" der bulamadým.

10 Kasım, 2005

bulamadim....(siir)

þu yalan dünyaya geldim, giderim
gönül senden özge(baþka) yar bulamadým
yaralandým, al kanlara bulandým
elimin kanýný dudrduramadým.

güzellerin zülfü destedir, deste,
erenler "Hak" için oturmuþ posta,
bir zaman sað gezdim, bir zaman hasta
"hasta halin nedir?" der bulamadým

felek kýrdý benim kolum kanadým,
baykuþ gibi viranede tünedim,
bugün üç dostumun aðzýn sýnadim
"can feda yoluna" der bulamadim.

ATATURK ve HEYKELLER ??

ATA'DAN İKİ HEYKEL ÖYKÜSÜ

Atatürk heykelini görünce hiddetlendi:
'Yaptığın gibi yık bunu'


Doğrusunu söylemek gerekirse Atatürk için en çok yaptığımız işlerin başında geliyor, "heykelini dikmek"...
Üstelik bu, daha o hayattayken başlamış bir eğilim...
Hatta Reşit Galip Bey'in Maarif Vekilliği döneminde Gazi'nin, çoğu yabancıların elinden çıkmış kötü heykellerinin yerine güzel bir heykelinin yapılması için yarışma düzenlendiği biliniyor. Ancak yarışmaya gelen 20 kadar heykel de o kadar kötüydü ki, Paris'te Rodin'in gece atölyelerine katılmış olan Münir Hayri Bey, "Ben bile bunlardan iyisini yaparım" deyince ihaleyi kucağında bulmuştu.
Ertesi gün sipariş üzerine gelen tüm heykeller Köşk'te Atatürk'e gösterildi. Atatürk, Münir Hayri'ninkini beğendi. Bu arada kendi eserine pek güvenen bir genç, "Ama o heykel değil Paşam" diye itiraz edince Atatürk, gence aynen şöyle dedi: "Belki sizin yaptıklarınız heykel, ama ben değilim. Ben buyum."

'Lenin'e benziyor'
Söz heykelden ve Münir Hayri'den açılmışken yazıyı ilginç bir öyküyle kapatalım:
Münir Hayri, Moskova'dan yeni dönmüştü. Ankara'da düzenlenen küçük sanatlar sergisi için ondan yine bir heykel istediler.
Münir Hayri, belki Moskova'da gördüğü heykellerin ilhamıyla bu kez büyük ve hareketli bir Atatürk yaptı. Tabii ihbarcılar hemen, "Bu heykel Lenin'e benziyor" dedikodusuna başladı. Serginin açıldığı gün Atatürk içeri girer girmez, "Nerede o heykel?" diye sordu. Heykeli görünce de hiddetle, "Kim yaptı bunu?" diye sordu.
Münir Hayri, "Ben efendim" diye boyun büktü.
Çıkıştı Atatürk: "Yaptığın gibi yık bunu!" diye emredip çıktı.

Heykel sürgünü
Münir Hayri heykelden önce yıkılmıştı. Ertesi gün CHP içinde kurduğu Sanat Propaganda Servisi'nin lağvedildiğini öğrendi. Maarif'teki görevine de son verilmiş, Gaziantep Lisesi Fransızca öğretmenliğine tayin edilmişti. Gitmedi. Eve kapandı. 2 ay insan içine çıkmadı. Sonra bir gün telefonu çaldı. Çankaya'ya sofraya çağrılıyordu. Salona ürkerek girdi. Tam Atatürk'ün karşısındaki "sorgu koltuğu"na buyur edildi. Oturduğu yerde endişeyle terlerken Atatürk laf attı:
"- Beyefendi, zatı âlinizi bir müddetten beri kaybettik, neredeydiniz?"
"- Ankara'daydım efendim."
"- Malum, ondan evvel neredeydiniz?"
"- Rusya'daydım."
"- Oralarda neler gördünüz?"
"- Tiyatrolar... sinemalar... müzeler... heykeller..."
"- Çok âlâ! Ne heykelleri gördünüz?"
Münir Hayri, lafın geleceği yeri anlamıştı. Direnmedi:
"- Lenin'in de heykelleri vardı" dedi.
Atatürk'ün gözleri parladı:
"- Bu heykeller ne vaziyetteydiler. Lütfen şu iskemleye çıkıp o vaziyetleri alın. Görmüş gibi olalım" dedi.
Münir Hayri o noktada isyan etti. Ayağa kalktı ve "Paşam" dedi:
"Heykel bir insanı methetmek için yapılır, ama herkes sizi anladığı kadar methedebilir. Kimi dehanızı, kimi kravatınızı, kimi de kunduralarınızı metheder. Ben sizi ifade etmeye çalışırken bir hatam olduysa bunu suiniyetime değil, eşekliğime veriniz".
"İki kişi eşek değilse..."
Bu konuşma üzerine Atatürk elini masaya vurdu:
"İşte bunu kabul edemem" diye bağırdı: "Bu sofrada iki kişi eşek değilse, biri sensin, biri de benim."
Sofrada Münir Hayri'yi gammazlayanların başı öne düştü. Sofra dağılırken Atatürk yanındakilere, "Hani Yalova'da bir heykelimi yaptırmak istiyordunuz ya, en iyisini Münir Hayri yapar, ona ısmarlayınız" dedi. Sonra da olacakları haber verircesine ekledi:
"Acele ediniz, yarından sonra işi yine pek çoğalır."
O kabartma, halen Yalova Termal Oteli'nin salonunda durmaktadır.
Heykele başlamadan önce İngiliz heykeltıraşa bu öyküleri anlatsa mıydık acaba?

can.dundar@e-kolay.net


Milliyet

FUCK ve iNGiLiZ MiLLETi

"Fuck" kelimesinin anlamı! :D
İngiltere tarihinin en kanlı ve dramatik zamanlarından biri kral VIII. Henri zamanıdır...Veba, katliam,savaşlar, uzak diyarlarda sömürgelere gidenler, orada kaybedilenler ve buna benzer sebeplerle ülkenin nüfusu neredeyse yarı yarıya düşmüş, Kral ülkesinin geleceğinden ciddi bir biçimde endişelenmeye başlamıştır. Ama yaptırdığı araştırmalar sonucunda ülke hapisanelerinde çok sayıda serseri, hırsız katil vs. ve çok sayıda fahişe olduğunu tesbit etmiş ve nüfus artışını sağlayabilmek amacıyla kral kontrolünde hapisanelerde çiftleşmeler organize etmiştir. Dünyaya getirilen çocukları da İngiliz Kraliyeti, yetiştirme ve topluma katma işini üstlenmiştir. Bu nüfus arttırma işlemine "Fornication Under Control of the King" yani "Kral kontrolünde zina" denmiş ve FUCK olarak kısaltılmıştır. Bu Fuck işlemleriyle İngiltere nüfusu 10 yıl içersinde 2 ye katlanmıştır. "Fuck" kelimesi de ingilizceye buradan girmiştir. Bu olayın tarih kitaplarıyla sabiti doğrudur. Buradan bizim anladığımız da İngiliz halkının yarısı o... çocuğudur...

TÜRKES´in PiSLiKLERi

Basbugunuzla ilgili bir haber.

Sizler sokak kavgalari yapip kendi vatandaslarinizi olmadik seyler icin harcarken bakin o neler yapmis.

iste haber:

Hazineye devrediliyor

İşte Türkeş'in serveti
Yargıtay 1.Hukuk Dairesi'nce kapatılan MHP'nin eski genel başkanı Alparslan Türkeş'e ait Hazine'ye devredilmesi kararlaştırılan malların listesi belli oldu.
Avukat Nusret Senem,"El konulan malların askeri savcılıkça esas hakkındaki mütalaasında belirtilen bilirkişi heyeti tarafından saptanan ve Alparslan Türkeş adına kayıtlı tüm mallar olduğunu"söyledi.
Askeri savcılık istemiyle bilirkişi heyetinin saptadığı Türkeş'in mallarını tüm listesi şöyle:
-Ankara Bahçelievler semtinde bulunan ve MHP Genel Merkezi'nin de yer aldığı apartman,Türkeş tarafından 1977 yılında 600 bin liraya satın alınmış;(o tarihlerde çalıştığım iş yerindeki maaşım 3500 lira idi)
-1979 yılında 2 milyon 540 bin liraya alınan İstanbul Beşiktaş Serencebet Tokuşunda 8 daire;
-1978 yılında 100 liraya alınan Yakacıkta bir köşk,
-1980 yılında 44bin 800 liraya alınan 206 bin m2 Üsküdar'da bir arsa;
-1979 yılında 25 bin liraya alınan İzmir Gümüldür'de bir ev;
-100 bin liraya alınan 492.59 m2 Bandırma'da bir ev;
-1978 yılında 40 bin liraya alınan 2.536 m2 lik Gelibolu'da ki bir tarlanın 2/3 ü;
-1979 yılında Gebze'de 9 bin 336 liraya alınan bir dükkan;
-1972 yılında Eskişehir'de 125 bin liraya alınan bir bina;
-1974 yılında Ankara'da 3 bin liraya alınan 20 bin m2.lik arsa;
-1977 yılı Emlak Vergi Beyannamesinde değeri 400 bin lira olarak gösterilen Ankara Dikmen'de bir daire;
-1979 yılında Ankara Gaziosmanpaşa semtinde 600 bin liraya alınan bir daire;
-Ankara Ulukent ve Mutluköy yapı Kooperatiflerinde bir dairelik üyelik;
- 4 adet muhtelif marka otomobil;
-Karınca Yem Sanayii'nde 50 bin liralık hisse;
-Hergün gazetesinde 2milyon 537 bin liralık hisse;
-Türk bankalarında toplam 20 milyon 343 bin 509 liralık nakit para.

İşte yüce başbuğunuzun ne yazık ki yiyemeden gittiği mirası.Kaç kuruş düştü hissenize?Kaç para harcandı sizin için?MHP'sinde kaide neydi bilirmisin?Sanmıyorum...Davasından dönenleri vurun.Yani öldürün.Ölmeye değermi acaba????

06 Kasım, 2005

Vakiflar ve Vatan Savunmasi

Vakif Ve Vatan Savunmasi


ibrahim Ates

Milletçe öğünüp gurur duyduğumuz meziyyetlerimizden biri de üzerinde yaşamakta olduğumuz cennet vatanımızı canımızdan aziz bilip, onun uğrunda can ve malımızı seve seve fedâ etme inanç ve kararlılığında olmamız­dır. Yurt sevgisinin imândan olduğuna inanan vatanperver atalarından tevârüs ettiği inanç ve duygu ile yoğrulan kahraman Türk milleti, vatan için dökülen kanı, vatansız yaşayan cana tercih et­miştir. Vatansız varlığın hiç bir değer ve anlam ifâde etmeyeceği yolundaki ulvî düşünceden hareketle can ve malı­nı vatanına armağan etmiştir. Öyle ki; Vatan, Varlık ve Vakıf kelimelerinin dilimiz vc gönlümüzde müstesnâ bir yeri olmuştur. ''V'' harfi ile başlayan bu üç kelimeyi ardarda getirmek suretiyle ''Varlığını vatan için vakfetme'' şeklinde oluşturulan cümle ile, her vatandaşın vatan savunmasında üstleneceği görev özetlenmiştir. Can ve mal emniyeti ile huzur ve güven ortamı içinde yaşamak, her türlü saldırıya karşı koyacak nitelikteki güçlü ve etkin bir savunma ile mümkündür. Özellikle büyüğün küçüğü yuttuğu, güçlünün zayıfı ezdiği ve çeşitli haksızlıkların kol gezdiği bir dünyada yaşamak ve varlığını korumak için güçlü olmak ve muhtemel saldırılara karşı tedbirli olup, savunmaya ağırlık vermek zaruridir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: İnsanın vakar ve onuruyla refah ve mutluluğunu amaçlayıp, ona hizmet i­çin akla gelen her iyi ve güzel şeyi konu edinen vakıf müessesesinin, insa­nın güven ve huzuru ile ilgili böylesine önemli bir konuya yaklaşımı ne olmuş ve vatanı savunma alanında ne gibi katkıda bulunmuştur? Böyle bir soruya cevap aramak üzere Vakıfların kuruluşunu, gâyesini, yapılması öngörülen hizmet türlerini, gelir kaynaklarını ve yönetim şeklini belirleyen vakfiye ve benzeri vakıf belgeleri üzerinde yaptı­ğımız araştırma ve incelemelerde, -de, savunmaya yönelik bir çok vakıfların var olduğunu gördük. Diğer konularda olduğu gibi bu konuda da en yüksek devlet adamından, en basit yurttaşa kadar değişik düzeylerde bir takım kimseler, varlıklarını vakfederek yurt ve yurttaşın güvenlik ve selâmeti için yapılan çalışmalara katkıda bulunmuş­lardır. İncelediğimiz belgelerde savun­ma ile ilgili olarak tesbit ettiğimiz hususlardan bir kaçı şunlardır:

Askerlere gerekli savaş malzeme­si alınarak, ordunun donatılması,

b) Kara kuvvetlerinin güçlendirilmesi,

c) Donanmanın ihyâ ve imârı ile güçlenmesi için gerekli techizât temin edilmesi,

d) Gâzîlerin barınması için hanlar yapılması,

c) Din ve Vatan uğrunda savaşan

g) 1ztlere at verilmesi,

f) Tophanenin onarılması,

g) Esirlerin kurtarılması,

h) Deniz yoluyla seyâhat eden yol­cuların emniyeti ile saldırganların te­câvüzünden korunmaları için kaleler yapılması,

i) Kara yoluyla seyahat eden hacı­larla diğer yolcuların, hırsızlar ve yol­ kesicilerin saldırılarından korunmaları için kaleler yapılması ve muhâfız bir­likler kurulması,

i) �?ehid, gâzi ve esirlerin çocukları ile ailelerine yardım edilmesi,

Bunlar ve benzeri düşünceler, diğer vakıf hizmetleri arasında yer alıp, vakfedenlerin vakfiyelerinde belirtilen irâdeleri doğrultusunda vakıf gelirinin elverdiği oranda uzun yıllar uygulanan hususlardır. Zamanın şartları ile ihti­yaçlarına göre düşünülüp gerçekleştiri­len vakıf hizmetleridir. Vatanı savun­mak için nöbet tutan uyanık göze ce­hennem ateşinin dokunmayacağını müj­deleyen bir dinin mensûbu olan Müslüman-Türk Milleti, savunma hizmet­lerine özel bir önem vermiştir. Nöbet beklemek kadar nöbet tutan Mehmetçi­ğe destek olanın da milli ve kutsal bir görev olduğunun bilinci ile varlığını vatan ve vatandaşına armağan etmeyi şerefli ve onurlu bir görev telakkî etmiştir. Tarihî olaylarla belgeler bu gerçeği dile getirmektedir. Yukarıda sıralanan vatanî görevlerin, vatanperver atalarımız tarafın­dan vakıf yoluyla îfâ edildiğini gös­teren belgelerden bir kaçını, konu hak­kında bir fikir vermesi amacıyla oku­yucularımızın tedkîkine sunmakta fay­da mülâhaza ediyoruz:

1-III, Selim'e ait 23. Muharrem. 1220 H. -(11 Nisan. 1805 M. ) tarihli vakfiyye[1] nin 282. sahifesinde, vakfın gelir fazlasının cihâd işleri ve ordunun do­natılması için tahsis edilmesi ile ilgili olarak şöyle denilmektedir:

''. . . ve îrâd-ı vakf kemâl-i kuvvet buldukda fazla-i vakf re'yi mütevellî ile dîn ve devlet-i â1iyyeye enfa' ve evlâ mesûbât-ı celîle ve umûr-ı cihâdiyye ve gazâya ve asâkir-i İslâm techizine ve levâzım-ı sâire-i cihâdiyyeye harc ve sarf oluna. . ''

Vâkıf III. Sultan Selim, vakfiyyesinin metni sunulan bu bölümünde: Va­kıf gelirinin güçlendiği takdirde gelir fazlasının mütevellînin görüşü ile din ve devlete daha yararlı olan ve büyük sevap sağlayacak şekilde, savaş yapan askerlerin techizi ile diğer gerekli sa­vaş işlerine harcamasını, şart kılmıştır.

2- Mihrişâh Vâlide Sultan 'a ait 15. �?aban. 1215 H. (20. Aralık. 1800 M. ) ta­rihli vakfiye[2] nin 75. sahifesinde or­dunun donatılması hususunda şöyle şart-edi1miştir:

''. . . Irâd-ı vakf kemâl-i kuvvet bul­dukta, fazla-i vakf re'y-i mütevelli ile din ve devlet-i âliyyeye enfa ve evlâ mesûbât-ı celîle ve umûr-ı cihâdiyye ve gazâya ve asâkir-i İslâm techîzine ve levâzımât-ı sâire-i cihâdiyyeye harc ve sarf oluna. . . ''

Vâkıfe Mihrişâh Vâlide Sultan, vak­fiyesinin bu bölümünde: ''Vakıf geliri­nin kuvvetlendiğinde, gelir fazlasının mütevellînin görüşü ile din ve devlet işlerine, sefere çıkan, savaş eden İslam askerlerinin techizine ve diğer savaş ihtiyaçlarına harcanmasını. . . '' öngör­müştür.

Aynı vakfiyenin 76-79 sahifelerinde bu defâ

''. . . şürût-ı mezkûremin bâzısından rü­cû edüp ve müceddeden şol vechile şart ve ta'yîn eyledim ki, izhâr-ı şeâir-i dîn ve i'lâ-i kelimetu'llahi'l-mübîn zımnın­da şehr-i yâr-ı hazret-i müşârun ileyh efendimiz hazretlerinin müceddeden ihyâ-kerde-i şâhâneleri olan Tophânei Amire ve Toparabacıları Ocakları nefe­ratları ve Levend Çiftliği ve Üsküdar Kışlağı asâkiri ve sâir sünûf -ı askeriy­yenin masârif -i zarûriyyelerine iânet cümle umûrun akdemi ve istihzar-ı es­bâb-ı umûr-ı cihâdiyye farîzası kâffe-i masâlihin ehemm ve elzemi olduğundan biinâyeti' îlâhi' I-müte'âl-zât-ı me'âlî ­sıfât-ı himmet-disârın câr-bâliş-i evreng-i iffet ve erîke-i pirây-ı evc-i ismet-de ber-karâr oldukça vakf ı şerî­fin tevliyeti yedi âliyyeme mahsûs olarak kâffe-i umûr ve husûsu ve beher

sene îrâd ve masârıfât muhâsebesi kâim-i makâm-ı mütevellî ve kâtib ve rûznâmçecisi ve câbisi ma'rifetleriyle ­ rü'yet olunup ve bi-irâdeti'llâhi Te'â1â

(yâ eyyetühe'n-nefsü'l-mutmainnetü irci'1 ilâ Rabbiki râdıyeten mardıyyeten) da 'vet-i kerîmine icâbet buyurduğumda, vakfı şerîfime necl-i necîb-i muhtere­mim şevketlü mehâbetlü azametlü kud­retlü Pâdişâh-ı âlem-penâh hazretleri, meşrûtiyyet üzere mütevellî olup vakfı şerîfimin umûr ve husûsunu idâre ve rü'yet edüp eğer irâde-i â1îyye-i şâhâne­leri şeref -efzâ-yı südûr eder ise vakf-ı şerîfimin bi'lcümle îrâdından ba'de ih­râci'l-vazâif ve'l-masârif bâkî kalan mecmû' fazlası îrâd-ı cedîd-i Humâyûn defterdârı olanlara teslîm ile Hazîne-i Amire'de hıfz olunup umûr'ı askerîyye­-i berriyye ve levâzım-ı cîhâdiyye masâ­rıflarına harc ve sarf oluna. . ''

Vâkıfe Mihrişâh Valîde Sultan, vakfiyyesinin bu bö1ümünde ise özet1e: ''Daha önce öngördüğü şart1arın bir bö­1ümünden dönerek, yeniden şu şeki1de şart kı1dığını ifâde i1e Tophane'deki Top arabacı1arı ve ocak1arı, er1eri, Le­vend Çiftliği ve Üsküdar kışlasındaki asker1erle diğer askerî sınıfların zarûrî masraf1arını karşılamak üzere yardım­da bu1unmanın, her işin başta geleni ve cihâd farîzası için hazır1ık1ı o1manın bütün yarar1arın en önem1i ve en lü­zumlusu olduğundan Allah' ın inâyeti ile hayatta oldukça vakf -ı şerîfinin mütevellî1iğinin kendi elinde olmasını, vakfa ait her türlü işlerle her yıl ge1ir ve masraf muhâsebesinin mütevellî veki1i, katip, rûznâmçeci ve câbî marifet­1eriy1e gözetilmesini ve Allah'ın emriy­1e ''Ey mutmain o1an nefs; Rabbına razı olarak ve olunarak dön, ''çağırısına icâ­bet ederek vefâtında vakfa, oğ1u Sultan Selim'in meşrutiyet üzere mütevellî olup, vakfın işlerini yürütmesini ve eğer irâdeleri o1ursa vakıfla i1gili görev1i­Ierin ücret1eri ile masraflar çıkarıldık­tan sonra vakf -ı şerîfinin gelirinin arta kalanının tümünü Hazine-i Amire'de muhâfaza edilerek kara kuvvetleriyle ilgili askerî hizmet1er1e cihâd ihti­yaçlarına harcanmasını. . . '' şart kılmıştır.

3­- Çanakkale eşrafından Binbaşı Rüstem Efendi oğlu Mustafa İzzet E­fendi'ye ait 15. Muharrem. 1328 H. (28.

Ocak. 1910M. ) tarihli vakfiyye[3] nin 2. sahifesinin 18-20. satırlarında do­nanmaya yardım hakkında şu ifâdeler yer almaktadır.

''. . . ve beher sene gallei mezkûreden faz1a kalan mebâ1iğin yüzde yirmi ku­ruşu bâ1âdaki meşrûtün lehüm ve mür­tezikaya ilk hisse-i muayyeneleri nisbe­tinde redd ve taksîm ve diğer yüzde yirmi kuruşu Donanma-i Osmânî'nin ihyâ ve imârına sarf içün Bahriye Ne­zâreti'nde sarfiyâta me'zûn ve mes'û1 dâire-i âidesine tevdî' ve teslîm oluna. . . '' Vâkıf Mustafa İzzet Efendi, vakfiy­yesinin yukarıya alınan bö1ümünde;''

her yı1 vakfının gelirinden arta ka1an meb1ağ1arın yüzde yirmi kuruşunun da­ha önce kendilerine vakıf gelirinden ödeme yapı1ması şart edilenler1e, görev­li1ere tayin edilen ilk hisseleri oranında dağıtılmasını, diğer yüzde yirmi kuru­şunun da Osmanlı Donanmasının ihyâ ve imârına harcanmak üzere Bahriye Nezâreti'nde harcama yapmaya yetki1i ve sorum1u o1an ilgi1i dâireye ileti1­mesini ve tes1im edi1mesini. . ''şart et­mektedir. Buna göre vakfın kuruluş tarihi o1an 15. Muharrem. 1328 H. (28. 0­cak. 1910M. ) tarihinden itibaren bu vakfın gelirinden yüzde yirmisi her yı1 muntazaman Bahriye Nezâreti'nin i1gi1i dairesine teslim edilmiş o1malıdır. Zîrâ vakıf hukukuna göre vâkıfın şartı, ka­nun hükmü gibi uyu1ması gereken bir husustur. Bahriye Nezâretine ödenmesi öngörülen bu meblağ ilk bakışta az görü1mek1e beraber, süreklilik arzeden sabit bir gelir o1ması ve diğer vakıf1ar­dan gelecek gelirlerle birlikte bir ye­kûn tutacağı gözden Irak tutulmama1ı­dır. Ayrıca önem1i olan, az da olsa ki­şinin içinden geçen düşüncesini, imkânı oranında uygulama alanına koymuş o1masıdır.

4­- İzmir'in Tilkilik Mahallesi'nin Evliyâzâde Sokağı'nda oturan ve 4. Or­duya mülhak 31. Karahisâr-ı �?arkî Re­dif Mirlivalığından emek1i Hüseyin oğlu­ Hayreddin Paşa' ya ait 9. �?evval. 1328-H. (3. Ekim. 1910 M. ) tarihli vak­fiyye[4]de İzmir'in Hoca Hasan Mahal­lesinde bulunan iki ev ile bir dükkânın vakfedildiği ve vâkıfın kendisi hayatta oldukça sözü geçen evlerle dükkanın tevliyet ve tasarrufu ile gelirlerinin müstakıllen kendisine ait olması, ölümünden sonra ise donanmanın güçlen­mesi için harcanması şart edildiği be­lirtilerek şöyle denilmektedir:

“. . . ve ben bi-emri'llâhi Te'âlâ fevt olduğumdan sonra Devlet-i Aliyye-i Os­mânîyye'nin bi'l-fiil Bahriye Nâzırı bulunacak zâtlar, halefen ba'de selef mü­tevel1îsi olup, ya bizzat kendüleri ve­yahud vekilleri taraflarından mezkûr menzillerle dükkân sene-be-sene icâre-i vâhide ile ve bedeli misilleriyle îcâr edilerek hâsıl olan gallelerinden ihtiyaç zuhûrunda ta'mir ve termîmleri masârı­fı ile vergileri ba'de'l-ihrâc mütebâkî gallâtı sâfiyesi Donanma-i Osmânî'nin tezâyüd-i kuvvet ve satveti içün levâ­zım-ı techîziyye ve sâiresine sarf oluna. . . �?

İncelenmesinde de anlaşılacağı üze­re vâkıf Hayreddin Paşa, vakfiyyesinin bu bölümünde: “Allâh'ın emriyle kendi­sinin vefâtından sonra Osmanlı Devle­tinde fiilen Bahriye Nâzırı olan kimse­lerin peşipeşine vakfına mütevellî o1­malarını, bu mütevellîlerin ya kendileri veya vekilleri tarafından sözü geçen evlerle dükkânı her yıl icâre-i vâhide usûlü ve emsâlinin rayic fiyatı ile ki­raya vermelerini ve elde edilen gelirle­rinden ihtiyaç halinde onarım harca­maları ile vergileri çıkarıldıktan sonra arta kalan saf geliri Osmanlı Donanma­sının gücünün arttırılması ve kuvvetlenmesi için donatım malzemesi ile di­ğer ihtiyaçlarına harcanmasını. . . �? şart kılmıştır.

5- Adana'da Softa Mahmud Paşa'ya ait 1062 H. (1651 M. ) tarihli vakfiyye[5] de gâzîlerin de barınmaları için bü­yük bir Han tahsis edildiği ifâde edil­mektedir. Vâkıf merhûm Softa Mahmud Paşa, sözü edilen vakfiyyesinin mevkû­fât bölümünde Adana ve çevresindeki bazı yerlerde vakfettiği taşınmaz mallardan söz ederken şöyle demektedir:

''. . . kasaba-i mezbûreden hâric-i bâb-ı Tarsus'da vâki' mukaddemâ Ramazanlı Hoca Sultan evkâfından olmağla müte­vellîsi Abid Çelebi'den bey'i iktizâ et­mekle ma'rifet-i şer' ile iştirâ eyle­diğim arâzîde kendim ihyâ eylediğim bir kıt'a eşcâr-ı müsmireyi müştemil mülk bahçe ve anın kurbünde yine arâ­zi-i mezbûrede ebnâ -i sebîl ve huccâc-ı müslimîn ve guzât-ı muvahhidîn için fîsebilillah' binâ eylediğim Hana mut­tasıl on bâb dükkân. . . ''

Bugünkü dil ile kısaca özetlenecek olursa, şöyle denilmektedir: ''. . Sözü geçen kasabanın dışında Tarsus Kapı­sında bulunan ve eskiden Hoca Sultan vakıflarından olup, satılması gerek­tiğinde bu vakfın mütevellîsî Abid Çe­lebi'den yasal şekilde satın aldığım arazide kendim geliştirdiğim bir parça meyveli ağaçları içeren mülk bahçe ve onun yakınında yine sözü geçen arazi üzerine yolcular ve Müslüman hacılarla Müslüman gâzîler için Allah rızası gâ­yesiyle yaptığım Hana bitişik on dük­kân. '' Bu ifâdelerden açıkça anlaşılacağı üzere vâkıfın, sözü edilen Hanı Allah rızası doğrultusunda vakfederek yolcular, hacılar ve gâzîlerin hizmetine tahsis ettiğini görmekteyiz.

6- Sinan oğlu Sokullu �?ehîd Meh­med Paşa'ya ait Evâil-i Zi'l hicce-981 H. (Mart-Nisan. 1573 M. ) tarihli vakfiy­yede ârdâ için yetiştirilecek cins kıs­raklardan elde edilecek atların, ihtiyacı olan gâzîlere verilmesi şart edilmiştir. Bu vakfiyyenin mevkûfâtla ilgili bir bölümünde[6] Rûst Kasrı Kazasındaki mandıradan bahisle şöyle denilmekte­dir:

''. . . ve biri dahi kazâ-i mezkûrda kar­ye-i mezbûre kurbünde vâki' olup, Pîrî Ağa nâm kimesneye intimâ ile meşhûr olan ma'lûmü'l hudûd mandıradır ki, i­çinde bir değirmeni ve üç balıklağısı ve mülk çayırı ve sazlığı ve korusu ve kışlağı olan ve durumları bilinen müteaddid boş a­razisi bulunan mandıranın olduğu be­lirtilmektedir. Bu mandıranın vakfedil­diği tarihte içinde 235 baş su sığırı, 263 baş kara sığırı ve 96 baş yond[7] bu­lunduğu ifade edilmektedir. Daha son­ra aynı vakfiyye[8] de, vakfedilen ta­şınır ve taşınmaz malların yerleri ile özellikleri belirtilmeye devam edilir­ken, kezâ bugünkü millî sınırlarımız dışında bulunan Tamuşvar vilayetinde çanat Sancağında Biçkerek Varoşunda bazı taşınmaz mallardan söz edildikten sonra burada özel sınırnâmesinde sı­nırları belirtildiği ifâde edilen man­dırada bulunan bir takım büyük baş hayvanlarında vakfedildiği beyân edilerek şöyle denilmektedir:

''. . . ve biri dahi iki yüz elli bâr-gir[9] esb-mâdedir ve biri dahi altıyüz re's kâv ve onbir re's câmûsdur ve dahi zikr olunan bâr-gîrler ve yond ve kara sığır­ları cemî'an ol hadd içinde ra 'y olunurlar. . . ''.

Biçkerek Varoşunda sınırları özel bir sınırnâme ile belirtildiği ifâde edilen nehir kenarındaki sulak arazide aynı yerde ve toplu halde yayılmakta olan 250 beygir ile kısrak, 600 sığır ve 11 camus olmak üzere toplam 861 adet büyük baş hayvanın vakfedildiğini yu­karıda metni verilen vakfiyye bölü­münde öğrenmekteyiz. Söz konusu vak­fiyyenin hayır şart ve hizmetler bö­lümünde ise bahsi geçen mandırada beslenen kısraklardan elde edilecek atlardan ihtiyacı olan gâzîlere birer at verilmesi hususunda şu ifâdeler yer almaktadır[10]:

vâkıf –ı müşârun ileyh hazretleri şöyle şart ettiler ki, sâbıken zikr olup fîsebîli'llah vakf olunan yondlardan hâsıl olan atları gurât-ı murîh guzât-ı müslimîn ve kümât-l âlî-simât mücâhidînden her kangı gâzînin atı ol­mayup küffâr-ı bedtebâra gazâ etmek i­çün isteye re'yi hâkim ve mütevellî ile ol gaziye bir yarar at verile, tâ kim i'lâyı kelimetu'llâh içün üstünde gazâ eyleyüp sevâbını rûh-ı vâkıfa ihdâ eyle­ye ve şart etdiler ki, verilen atı ve at verilen guzâtı isim ve resmiyle sicill-i guzâta geçirüp sicil sûreti her yıl mu­hâsebe defteri ile tafsîl üzere mütevel­lî-i kebîre gönderile. . . ''.

Vâkıf merhûm Sokullu �?ehîd Meh­med Paşa'nın vakfiyyesinin yukarıda sunulan bu paragrafını incelediğimizde:

a) Sözü geçen mandırada sayısı belirtilen kısrakların Allah rızası için vakfedilmiş olup, onlardan elde edile­cek atların. din ve vatan uğrunda kâfirlerle savaşan gâzîler ve mücahidlere tahsis edildiğini,

b) Bu atların gelişigüzel değil, sis­temli bir şekilde istihdâm edilip, atı o1­mayan ve düşmanlarla savaşmak üzere at isteyen her gâzîye yararlı bir at verilmesinin öngörüldüğünü,

c) Bu atların Allah'ın kelâmını yüceltmek amacıyla savaşta kullanılma­sını ve böylece elde edilecek sevâbın vâkıfın ruhuna armağan edilmesinin şart edildiğini,

d) Kendilerine at verilen gâzîlerle, verilen atların isim ve evsâfının kadı siciline kaydedilip, her yıl sicil sûreti­nin muhâsebe defteri ile birlikte detaylı bir şekilde büyük mütevellîye gönde­rilmesinin istendiğini görmekteyiz.

Ayrıca Vâkıf Sokullu �?ehîd Mehmed Paşa'nın geniş kapsamlı vakfiyyesini bir bütün olarak incelediğimizde, çok yönlü hayrî ve sosyal hizmetleri öngö­ren sosyal amaçlı bir vakıf kurmuş ol­masına rağmen yukarıda görüldüğü ü­zere vakfiyyesinde belirtilen şekilde savunmaya yönelik şartlara yer vermiş olmasında vakfın kurulduğu tarihlerde Rûsî Kasrı ve Tamuşvar gibi bugün millî sınırlarımız dışında kalan yer­lerde bulunan Müslüman Türklerin ko­runmasına verilen önemi anlamaktayız.

7­- Tophâne-i Amire Ocağı Ağasının nezâreti altında bulunan Sinan Paşa'yı Atîk Vakfı[11] gelirinin bir kısmı, top dökümü için istihdâm edilen yerin ona­rımına ve mütevelliliği de sözü geçen ocağın Rûznâmçecisi olanlara şart edil­miştir.

8- �?am'ın Salihiye Mahallesinde Selâhaddin kızı Saliha Hatun'a ait 708 H. (1308 M. ) tarihli vakfiyye[12]'de esir müslümanların kurtarılmasıyla ilgili olarak şöyle denilmektedir:

''. . . ve merkûm vâkıfe, üserâ-i müs­limînin mahzûl firenglerin ellerinden kurtarılmasına, kaldığında bu vakfın mahsûlü tâm bir sene nâzırın elinde cem' olup, anı ümenâ-i müslimînden kendine i'timâd olunan bir veya ziyâde kimse ile karada ve denizde fireng bel­delerine gönderip, anınla esîr düşen Müslümânlardan erkek ve dişi ve çocuktan ihtiyâr ettiği kimseyi kurta­racak. �?u vech üzre ki anlardan her birine elli aded dînâr-ı Mısrî ve bundan

aşağı meblağ ile veya ol günde te'âmül eden ve merkûm meblâgın makâmına kâim herhangi bir nakidle satın alacak ve kurtardığı kimseler bilâd-ı müsli­mîne vâsıl oluncaya kadar onların na­faka ve kisvelerini de i'tâ edecek ve bu husûs tamâmı iki sene müteazzir olur ise, vakfın nâzırı bu iki sene içinde vakfın gelirini cem'idüp her nerede bulunan fukâra ve mesâkîn-i müslimîne dilediği mikdârı sarf edecek ve ister nakid ve ister kisve ve ister ekmek ve ister ise suya sarf edecek ve merkûm nâzır, kisve ve ekmek ve nakid ve suyu cem'itmek ister ise ol sûretle sarf idüp sûret-i sarf anın re'yi ve ictihâdına menût bulunacak ve iki sene sonra üse­râ-i müslimîni kurtarmak hâsıl olursa, mezkûr gelirin şerh ve beyân olunan vech üzere sarf edilecek ve yine müte­azzir olur ise yine fukarâve mesâkîne tasvîr edildiği vech üzere sarf edecek ve dünyânın sonuna kadar böyle cârî olacak. . . ''

Vâkıfe Saliha Hanım, vakfiyyesinin bu bölümünde özetle: ''Esir düşen Müs­lümanları firenklerin ellerinden kur­tarmak için, bu vakfın gelirinin tam bir sene vakıf idarecisinin elinde top­lanarak, toplanan bu meblağın güveni­lir Müslümanlardan kendine güvenilen bir veya birkaç kimse ile karada ve de­nizde firenk ülkelerine gönderip, onun­la esir düşen Müslüman erkek, hanım ve çocuklardan dilediği kimseyi kurtar­masını; bu esir Müslümanlardan herbi­rinin alınması için 50 Mısır dinarı veya daha aşağı meblağ ya da o gün teâmül eden ve sözü geçen meblağın yerine kâ­im olan herhangi bir nakitle satın ala­rak kurtarmasını, kurtarılan bu esirle­rin İslâm ülkesine ulaşıncaya kadar yi­yecek ve giyeceklerini de temin etmesi­ni, bu hususu uygulamak iki sene ka­dar bir süre imkânsız olur ise, vakıf idarecisinin bu iki senelik vakıf geli­rini toplayarak nerede olursa olsun di­lediği fakir ve yoksullara, dilediği mik­tarı harcayabileceğini, bu harcamayı is­ter nakit para, ister giysi ve isterse gı­da maddesi olarak yapabileceğini, iki sene sonra Müslüman esirleri kurtar­mak imkânı doğması halinde ise sözü e­dilen gelirin belirtilen şekilde harcan­masının, yine mümkün olmazsa yine fakir ve yoksullara belirtildiği şekilde dünyanın sonuna kadar harcamaya de­vam edilmesini. . . '' öngörmüştür.

9- IV. Mehmed'in Vâlidesi Hatice Turhan Sultan'a ait 27. Receb. l073 H (26. �?ubat. 1663 M. ) tarihli vakfiyye[13] de Çanakkale Boğazında adı geçen Vâlidc Sultan tarafından boğazın iki sâhilinde, biri Kal'a-i Sultâniye (Kum­kale), diğeri Seddü'I-Bahr ismiyle iki kale inşâ ettirildiği belirtilmektedir. Herbirisinin içerisine câmi', mekteb, hamam gibi lüzumlu binâ ve tesislerden başka bu kalelerde görev yapacak as­kerler, subaylar ve diğer hizmet erbâbı için bir çok evler, dükkanlar, çarşılar yaptırılmıştır. Ayrıca her kale gerekli olan alet, edevât ve silahlarla dona­tılmıştır. İlk önce Fâtih Sultan Mehmed tarafından tahkim edilmiş olan Çanak­kale Boğazında inşaa olunan kalelere dair vakfiyyelerin en önemlisi olan bu vakfiyyenin ilgili bölümünü aynen sun­makta fayda görüyoruz:

''. . . ve lâkin hazret-i habîb-i Ekrcm sallallahü Te'â1â aleyhi ve sellemden rivâyct olunan ''izâ mâte'l-insânu in kat'a ameluhu illâ min selâsetin illâ min sadakatin câriyetin ev ilmin yunte­fau bihi ev veledin sâlihin yed'û lehu'' hadîs-i şerîfinin fahvâ-yı münîfi üzere afdal-ı sadakit ve ekmel-i hasenât, etemm-i hayrât vc eberr-i meberrât kü­rûr-ı şühûr vc â'vâm ile avâidi müntehi­ye ve mürûr-ı leyâlî ve eyyam ile fevâ­idi münkaziye olmayup bekâyı müddet­i dünyâyı fâniyc ile bekâye ve ilâ yevmi'l-kıyâm fevâid ve mevâridi câri­yc olan binâ-i amâir-i â1iyye ve inşâ-i mebânî-i sâmiye olduğu o melike-i zemîn ü zemân hazretlerinin pîşgâh-ı basar-ı basîretlerinde nümâyân olmağın münâsib olan mevâzide amâir-i azîme bünyâdına taviyyet-i hâlise ile niyyet ve mebânî-i metîne îcâdına azîmet-i muhlise ile himmetleri olmağın, mü­himmât-ı dîniyyeden olan sugûr-ı İs­lâmiyye mesûbâtından hisse-yâb ve (câ­hidû bi-emvâ1ikum) emrine imtisâl ile dâreynde nâil-i sevâb-ı bîhisâb olmağı­çün sevâhil-i Bahr-i Sefîdden Boğazhi­sârı hâricinde vâki' eski İstanbul nâmı ile iştihâr bulan mahalde küffâr-ı hâk­sâr fülk-i felek girdârlarıyla lenger endâz-ı ikâmet olup, Mısr-ı Kâhire ve memâlik-i sâireye deryâ tarafından azî­met eden huccâc ve sevdâ girânın âmed ü şüdlerine mâni olmağ ile izrâr u eziy­yet ve gâh u bigâh sefâin-i ehl-i İslâmı dîn-penâhı nehb ü gâret ve garîk-i em­vâc-ı kahr u hasâret edüp ahz etdikleri müslimîni esîr ve mübtelâyı bend ü zencîr etmekle mazarrâtdan hâlî olma­mağın, ol Belkîs u İskender-temkîn eb­kâhallâhu Te'âlâ ilâ yevmi'd-dîn haz­retleri def-i Ye'cûci fiten-i müşrikîn için sedd-i emîn ve memâ1ik ve mesâli­ki müslimîne hısn-ı hasîn olmağ içün hasbeten li’llâhi Rabbi'l-âlemîn ve tale­ben li-şefâ'ati seyyidi'l-mürselîn zikr olunan mahalde birbirine mukâbil iki aded kal'a-i bî-misl ü mu'âdil binâsına fermânları sâdır olmağla ale'l-fevr en­dâze-i kıyâsdan bîrûn bennâ' ve ummâl ve neccâr ve emvâl ve nukûd-ı bî-hadd ü şümâr irsâ1iyle mühimmât ve edevât-ı binâ ihzâr olunup mi' mârân-ı kâr-dân ikdâm-ı tâmm üstâdân-ı adîmü'l­ akrân sâ'y u ihtitâm-ı mâ-lâ-kelâm eyleyüp sinîn-i kesîrede itmâmı mütesavver o1­mayan iki hısn-ı azîmü'l-bünyân ve hi­sâr-ı metînü'l-erkân yümn-i himmet-i bî-hemtâları ile müddet-i yesîrede karîn­i encâm ezmîne-i kasîrede hüsni-İhtitâm bulup, her birisinin temhîd-şüvâr-ı üs­tüvârı merkez-i hâke vâsıl ve kule-i gerdûn-medârı felekü'l burûca mümâsıl olup tertîb-i bünyâd-ı sengîn nihâdına mühendisîn-i mâhirîn harc-ı sanayi've tanzîm-i bürûc-ı âsumân urûcunda üs­tâdân-ı kâmil sarf -ı bedâyi' kılup, birisi Kal'a-i Sultâniye ünvânıyla iştihâr ve birisi dahi Seddü'l-Bahr ismiyle şöhret şi'ar olup her birinin dahilinde bir ca­mii şerîf ve bir mekteb-i latîf ve bir hamam-ı nazîf binasından mâadâ mus­tahfizân ve kal’a-dârân içün nice büyût­ve me'va ve dekâkîn ve esvâk-ı bîhemtâ binâ olunup hıfz u harâset-i kal'aya müteallika olan ve eshâb ve âlât ve ede­vât ve mühimmât kemâ yenbagî i'dâd ve ihzâr olunmağ ile gayret-şiken-i dâ­ru diyâr ve ibret-figen-i kasabât-ı am­sâr olup bi-avni'llâhi Te'âlâ küffar-ı haksâr min ba'd ol mahalle gelmek mu­hal ve hîn-i mürûr ve ubûrda ehl-i İslama firka-i hâsıre-i dalâlet-şi'ardan isâbet-i eziyyet ve izrâr mumteniu'l-ih­timâl olduktan sonrâ. . ''

Zamanın yazı diline göre Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerin girift vaziyyetde kullanıldığı klasik Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmış olan vak­fiyyenin yukarıya alınan bölümünden aşağıdaki sonuçları elde etmekteyiz:

a) Hz. Peygamberden rivayet edilen ''İnsan ölünce amel defteri kapanır; ancak, sadaka-i cariye, hayırlı evlâd, faydalanılan ilim bırakanlarınki müs­tesnâ'' mealindeki hadîs-i şerîfin ifâde ettiği üzere sadakaların en üstünü, iyi­liklerin en mükemmeli, hayırların en iyisi aylar ve yılların tekerrür etme­siyle sona ermeyen, gece ve gündüzle­rin geçmesiyle faydaları tükenmeyen, dünya durdukça devam edip kıyamet gününe kadar fayda ve kaynakları sü­rekli olan işin yüce hayır binalarını yapmak olduğunu gören valide Sultan uygun yerlere yüksek ve sağlam hayır binalarını yapmaya yönelmiştir.

b ) Bu noktadan hareketle önemli İs­lâmî boğazlarda yapılacak hayrî hiz­metlerden pay almak amacıyla ''Malı­nızla cihad ediniz. ''[14] meâlindeki İlâhî buyruğa uyarak dünya ve ahirette he­sapsız sevaba ermek için Akdeniz kı­yılarında Boğazhisarı dışında bulunan Eski İstanbul adıyla meşhûr olan yerde durup, Mısır ve diğer ülkelere deniz yoluyla gitmek isteyen hacılarla yol­cuların gidip gelmelerine engel olup zarar veren ve işkence yapan hatta, za­man zaman Müslüman halkın gemileri­ne saldırılar düzenleyerek yağma eden kafirlerin, Müslümanları yer yer boğul­mak üzere denizlerin dalgalarına bırak­ma ve yer yer esir alıp zincire vurma tehlikelerinin önlenmesi için o şanı yüce Vâlide Sultan tedbîr olarak, Allah rızasıyla Peygamberin şefâatini talep gayesiyle adı geçen yerde birbirine karşı eş ve benzeri olmayacak nitelik ve yücelikte iki büyük kale yaptırıl­masını emretmiştir.

c) Verilen bu emir üzerine derhal sanatında mâhir olan mimar, mühendis, yapıcı ustaları, marangozlar ve diğer sanatkârlarla işçiler, iş başı yapmıştır. Bu amaçla gönderilen sayısız paralarla gerekli âlet, edevât ve mühimmât alınıp iş yerinde hazır bulundurulmuş ve u­zun yıllarda tamamlanacağı düşünüle­meyen iki büyük kalenin, Vâlide Sul­tan'ın yüce himmetleriyle kısa sürede mükemmel bir şekilde yapıları tamam­lanmıştır.

d) Yukarıda işaret edildiği üzere yapılan bu iki kaleden birine Kal'a-i Sultâniye (Kumkale), diğerine de Sed­dü'l-Bahr (Deniz barajı) adı verilmiştir. Söz konusu kalelerden her birinin için­de az önce işaret edildiği üzere birer câmi', mektep, hamam ile muhafızlarla kale kumandanları için bir çok evler, sığınaklar, dükkanlar ve çarşılar ya­pılmıştır.

e) Kalelerin korunmasına ait her türlü alet, edevât ve mühimmât sağla­narak kalelere yerleştirilmiştir. Böyle­ce sözü geçen kalelerle bölge, gösterilen ilgi ve sağlanan imkanlar sayesinde her türlü şiddet, gasb ve saldırıdan koru­nup huzur ve güven temin edilmiştir. Allah'ın yardımı ile kâfirlerin gemileri bu bölgeye gelemez olmuş ve Müslüman halk gidiş-gelişlerinde saldırı, zarar ve eziyete düçâr olmaktan kurtarılmıştır.

10) 23. Cemâziye'1-evvel. 1140 H. (27. Aralık. 1727 M. ) tarihli vakfiyyeye göre Çanakkale Boğazı dışında Bababurnu adlı yerde Hırzü'l-Bahr kalesi de eski Kaptan Paşalardan Kaymak Mus­tafa Paşa tarafından hizmete konul­muştur. Adı geçen Vakıfa ait belirtilen vakfiyyenin, vakfedilen taşınmaz mal­lardan söz edilen bölümünde[15] bu kaleden bahisle şöyle denilmektedir:

''. . . ve merhûm-ı mezbûrun hayâtında Bahr-i Sefîd Bababurnu nâm mahalde, hasbeten lillahi Te'âlâ Hırzü'I-Bahr nâm kale derûnunda ve bîrûnunda binâ eyle­diği ma' lûmu'l-hudûd ve'l-aded hamâm ve dekâkîn ve limanında binâ eylediği ebniye-i memlûke. . . ''yani''. . . sözü geçen merhum Vâkıf, hayatta iken Akdeniz kıyısının Bababurnu adlı yerde Allah rızası için ''Hırzü'l-Bahr'' adlı kalenin içinde ve dışında yaptırdığı sınırları ve sayıları bilinen hamam ve dükkanlar ve limanında yaptırdığı mülk binalar. . . '' denildikten sonra aynı vakfiyyenin 3. sahifesinin 11-42. satırlarında sözko­nusu kale ile burada görevlendirilecek personel hakkında aynen şöyle denil­mektedir:

''. . . ve yine merhûm-ı mezbûr sâlifu'z­zikr Hırzu'l-Bahr Kal'ası derûnunda hayâtında müceddeden binâ ve ta'yîn-i cihât eylediği câmi-i şerîfde hatîb o­lanlara yevmî beş akça ve imâm olan­lara yevmî on ve müezzin olanlara yev­mî yedi akça ve bevvâb olanlara yevmî kırk akça ve kethüdâ olanlara yevmî yirmi akça ve topçubaşı olanlara yevmî otuz akça ve topçular ketdühâsı olan­lara yevmî onbeş akça ve kal'a-i mer­kûmede kâtib olanlara yevmî on akçe ve kal'a çavuşu olanlara yevmî on akçe ve topçular çavuşu olanlara yevmî sekiz akçe ve kal'a-i mezbûrede nöbet çalmak içün ser-mehter olanlara yevmî altı akçe ve iki nefer erlerine yevmî beşer akçe ve su yolcu olanlara yevmî yedi akçe ve kal'a-i mezbûre bevvâbı olanlara yevmî sekiz akçe ve kal'a-i mezkûrede oda-i evvelde ser-bölük olan­lara yevmî on akçe ve dokuz nefer ne­ferâtından her birine yevmî yedişer ak­çe ve oda-i sânîde ser-bölük olanlara yevmî dokuz akçe ve dokuz nefer nefe­râtından her birine yevmî yedişer akçe ve oda-i sâlisde ser-bölük olanlara yevmî dokuz akçe ve dokuz nefer neferâtın­dan her birine yevmî yedişer akçe ve yine kal'a-i mezbûrede topçular odala­rının oda-i evvelinde ser-bölük olanlara yevmî on akçe ve sekiz nefer neferâtın­dan her birine yevmî yedişer akçe ve oda-i sânîsinde ser-bölük olanlara yevmî on akçe ve sekiz nefer neferâtından her birine yevmî yedişer akçe verile ve yine merhûm-ı merkûm kal'a-i mez­bûre varoşunda hayâtında müceddeden binâ ve ta'yîn-i cihât eylediği câmi'i şerîfde vaiz olanlara yevmî on akçe ve imâm olanlara yevmî on akçe ve hatîb olanlara yevmî sekiz akçe verile ve câ­mi'i mezkûrda her kim imâm olursa ol hatîb ola ve müezzin-i evvel olanlara yevmî altı akçe ve müezzin-i sânî olan­lara yevmî beş akçe ve kayyim-i evvel ma'a sirâcî olanlara yevmî beş akçe ve kayyim-i sânî olanlara yevmî dört akçe ve yevmî beş akçe dahi devir-hân-ı ev­vel vazîfesi olup müezzin-i evvel olanlar devirhân-ı evvel ola ve yevmî dört akçe dahi devir-hân-ı sânî vazîfesi olup müezzin-i sânî olanlar devir-hân-ı sâl1t olâ ve devir-hân-ı sâlis olanlara yevmî dört akçe ve yevmî dört akçe dahi na't­hân vazîfesi olup, devir-hân-ı sâlis olan­lar na't-hân ola ve yevmî bir akçe hâ­fız-ı seccâde vazîfesi olup kayyim-i ev­vel olanlar hâfız-ı seccâde ola ve yevmî iki akçe dahi ferrâş-ı kenîf vazîfesi o­lup kayyim-i sanî olanlar ferraş-ı kenîf ola ve suyolcu olanlara yevmî dört akçe vazîfe verile ve merhûm-ı mezbûr şöyle şart etmişdi ki, balâda zikr olunan cihât erbabı ve neferatdan herbiri ibâdu'llâhı hıfz u harâset ve a'dâ-yı dînden sîyânet içün umûmen kal'a-i mezbûrede ta'yîn oldukları hizmetlerinden bir an mün­fekk olmayup ta'yîn olunan vazâife mutasarrıf olalar ve bâlâda zikr olunduğu üzere zikr olunan kal'a derû­nunda ve bîtrûnunda vaki' musakkafâtın gallâtını tahsil ve zikr olunan câmi'lerin iktizâ eden masârıfını rü'yet ve vazâyifi mezkûreyi erbâbına teslim içün yine evkaf mütevellîsi tarafından bir kâim-i makamı mütevellî nasb ve ta'yîn olunup beher yevm onbeş akçe vazîf e verile ve vazâif -i mezkûre asıl mütevellî ma'rifetiyle her üç ayda bir verile ve kal'a-i mezbûrede iktizâ eden ta'mirât ve sâir masârıf-ı lâzıme kal'a-i merkûmda kâtib olanlar kalemiyle âsi­tâne-i saâdetde beher sene asıl müte­vel1î ma'rifetiyle muhâsebesi görüle. . . ''

Vâkıf Kaymak Mustafa Paşa'nın vakfiyyesinin yukarıya alınan bölü­münün incelenmesinde de görüleceği ü­zere, bu büyük insan, Hırzü'l Bahr'de câmi' hamâm, dükkanlar ve evler de in­şâ ettirmiştir. Hatip, imam, müezzin ve kapıcı tahsisâtından başka, kalede de­vamlı olarak vazife görecek askerlere de tahsisler yapmıştır. Vakfiyyeye göre bunlar tayin edildikleri hizmetlerin ba­şından bir an bile ayrılmayıp, kaleyi ve çevreyi koruyup savunmakla yükümlü kılınmışlardır. Vakfiyyenin bu bölü­münde Hırzü'l Bahr Kalesi mürettebâtı­na verilecek ücretler hakkında şu hu­suslar yer almaktadır.



A -Kale içindeki câminin:

1­ Ha ti bine günlük 5 akçe,

2-İmamına günlük 10 akçe,

3-Müezzinine günlük 7 akçe,

4-Kapıcısına günlük 8 akçe,



B-Kalede:

l- Dizdar[16] olana günlük 40 akçe,

2- Kethüdâ[17] olana günlük 20 ak­çe,

3-­ Topçubaşı olana günlük 30 akçe,

4-­ Topçular Kethüdâsı olana günlük 15 akçe,

5-Kâtip olana günlük 10 akçe,

6-Kale Çavuşu olana günlük akçe,

7-Topçular Çavuşu olana günlük 8 akçe,

8-Mehterbaşı olana günlük 6 akçe,

9-İki kişi mehter adamlarına günlük 5'er akçe,

10-Suyolcu olana günlük 7 akçe,

ll-Kale kapıcısına günlük 8 akçe,

12-Birinci odada bölükbaşı olana günlük 10 akçe,

13-Birinci odanın 9 nefer erlerinden her birine günlük

7'şer akçe,

14-İkinci odada bölükbaşı günlük 9 akçe,

15-İkinci odanın 9 nefer erlerinden herbirine günlük 7'şer

akçe,

16-Üçüncü odada bölükbaşı olana günlük 9 akçe,

17-Üçüncü odanın 9 nefer erlerin­ den herbirine günlük

7'şer akçe,

18-Birinci topçular odasında bölük­ başı olana günlük 10 akçe,

19-Birinci topçular odasının 8 nefer erlerinden herbirine günlük 7'şer akçe,

20-İkinci topçular odasında bölük­ başı olana günlük 10 akçe,

21-İkinci topçular odasının 8 nefer erlerinden herbirine günlük 7'şer akçe,



C-Kale dışındaki Câmi'de:

l-Vâiz olana günlük 10 akçe,

2-İmam olana günlük 10 akçe,

3-Hatib olana günlük 8 akçe,

4-Birinci müezzin olana günlük 6 akçe,

5-İkinci müezzin olana günlük 5 ak­çe,

6-Siracî1ikle birlikte birinci kayyim olana günlük 5 akçe,

7-İkinci kayyim olana günlük 4 ak­çe,

8-Birinci devir-hân olana günlük 5 akçe, (Bu görev birinci müezzine tah­sis edilmiştir. )

9-İkinci devir-hân olana günlük 4 akçe, (Bu görev ikinci müezzine tahsis edilmiştir. )

10-Üçüncü devir-hân olana günlük 4 akçe

11-Na't-hân olana günlük 4 akçe, (Bu görev üçüncü devir-hana tahsis edilmiştir, )

12-­ Tuvalet temizlikçisi olana gün­lük 2 akçe, (Bu görev ikinci kayyim ola­na tahsis edilmiştir. )

13-Seccâde muhâfazacısı olana gün­lük 1 akçe, (Bu görev birinci kayyim olana tahsis edilmiştir. )

14-Suyolcusu olana günlük 4 akçe,

Yukarıda dökümü verilen görevli­lere ödenecek ücretler incelendiğinde; kale içindeki câmide görevlendirilen 3 din görevlisi ile bir hizmetli, kaledeki 60 güvenlik görevlisi ile diğer personel ve kale dışındaki câmide görevli 9 din görevlisi ile yardımcı personel olmak üzere günde 73 görevliye toplam olarak 615 akçe ödenmesi öngörüldüğü anlaşıl­mıştır.

11-Sadrazam Moralı Hasan Paşa'ya ait Gurre-i Safer-1116 H, (26. Mart. 1704 M. ) tarihli vakfiyye[18]de Hatay'da �?eyhü'I-Hadîd diye bilinen mukataanın sınırları içinde ve Antakya şehri ile Bakras ve Belen arasında bulunan Karamurt diye tanınan yerin, Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere, �?am, Mısır, Halep ve o çevredeki diğer şehirlerin geçiş yeri iken zamanla buradaki köylerin harap, çiftlik ve ırmakların kullanılmaz hale gelmesi nedeniyle, hırsızların ve yol kesicilerin sığınağı haline gelerek, hacıların ve diğer yolcuların geliş-gidişi sırasında yollarına çıkan yol kesicilerin birçok kimseyi öldürdükleri mal ve mülklerini soyup zorla gasb ettiklerinden dolayı sözü geçen yerin imar ve ihyası ciheti­ne gidilerek burada bir kasaba, bir kale inşaa ile etrafında köyler kurmak sure­tiyle, eşkiyanın saldırı1arından yolcu­ların korunması gerektiğinden bahisle şöyle denilmektedir:

''. . . mukâtaa-i merkûme Karamurt nâm mahalde binâ ve inşâ olunan kal'a­-i ref1atü'l-bünyân ve bir câmi'-i şerîf ve ma'bed-i latîf ve müslimîn ve müsli­mâtın nezâfet ve tahâretleri içün i'dâd olunan çifte hamâm ve âyende ve revende nüzû1 ve İrtihâ11eri içün hâricen ve dâhilen dokuz ocaklı bir ribât-ı â1i ve kâr-bân sarây-ı mahrûsü'l-havâlî ve etfâ1-i müslimîn ve vildân-ı muvahhidîn ta'lîm-i Kur'ân-ı Azîm etmeleri içün bi­nâ olunan mekteb-î meymenet ihtivâ ve kal'a-i mezbûre huddâmı ve müsâfirin itâmı içün inşâ ve ihdâs olunan imâret-i âmire ve ni'met-hâne-i fâhire ve otuz a­ded dekâkîn ve neferât-ı kal'a ve mü­tevellî ve kâtib ve vâiz müezzinân ve kayyim sakin olmaları içün binâ olu­nan menâzil ve ebniyeyi ve kireç ve taş ve horasan ile mebnî su yollarına has­beten li'llâhi'l-aliyyi''l-a'lâ ve haseneten li-rûhi resûlihi'l-mu'allâ vakf ve habs idüp. . . '' daha sonra''. . iş bu ciheti birrin tertîb-i vazâif ve mühimmât ve tensîk-i levâzım ve mühimmâtı içün şöyle şart ve ta'yîn buyurdular ki, kal'a-i mezbû­reyi muhâfaza içün 26 nefer kimesne süvârî mustahfızı ve bir nefer kimesne süvârî ağası ve bir nefer kimesne süvarî kethüdâsı ve bir nefer kimesne alemdar ve bir nefer kimesne çavuş ta'yîn olu­nup, ağalarına yevmî 30 akçe ve kethü­dâ1arına yevmî 20 akçe ve alemdârları­na yevmî 17 akçe ve çavuşlarına yevmî 16 akçe ve neferât-ı mezkûrenin her­birine tabak bahaları ile ma'an yevmî 15'er akçe vazîfe ta'yin olunup anlar dahi vazîfe-i mu'ayyeneleri mukâbele­sinde âyende ve revendeyi bir şey tale­bi ile rencîde ve ta'cîz etmeyüp, Antak­ya'dan Belen'e varup gelen yolcuları, iktizâsı mertebe neferâtile götürüp iyâzen billâhi Te'âlâ bir kimesneye ha­sâret vâki' olursa zecren lehum garâme­ti kendülere aid ve râci'olup, muhâfaza emrinde ihtimâm-ı tâmm ile kayd-ı tâmm eyleyeler ve kezâlik 15 nefer pi­yâde müstahfizîn ve bir diz-dâr ve dört nefer bevvâb ta'yîn olunup, diz-dâra yevmî 15 akçe ve bevvâbların her biri­ne yevmî 12'şer akçe ve neferat-ı sâire­nin her birine yevmî l0'ar akçe vazîfe verilüp, mezbûrlar dâimâ kal'a-i mez­bûre ve etrâfını muhâfaza emrinde mucidd ve sâ'î olalar ve evâiI-i kıbalada zikri mürûr ettiği üzere derûn-ı kal'ada inşâ olunan menâzilden dâhiliyye ve hâriciyyeli bir menzil mütevellî-i vakf içün ve dâhiliyye ve hâriciyyeli bir menzil ağayı süvârî içün ve diğerle­ri âtî vâiz ve mu'allim-i mekteb ve i­mâm ve hatîb ve müezzinânın her biri ve kayyim ve kâtib ve kethüdâyı süvarî ve alemdar ve çavuş ve dizdar ve nefa­rat-ı süvârî ve piyadenin her biri içün hallerine göre birer menâzil ta'yîn ve tahsîs oluna ve eger süvarî ve piyade müstahfizandan biri kal'ada sakin 0i­mayup ve yahud hizmet-i lâzımesinde kusûr ederse mütevellî-i vakf onlarınki­ni âhere arz etmede tereddüt ve tevak­kuf eylemeye. . . ''

Vakfiyyenin incelenmesinden anla­şılacağı üzere Vakıf Hasan Paşa, söz konusu mukataayı, zamanın parasıyla 7500 kuruşa satın alarak belirtilen yerden geçen hacılarla diğer yolcuların güvenliğini sağlamak gibi olağanüstü yüce ve insancıl bir amaçla Allah rızası için mukataa ve muhtevasını vakf et­miştir. Belirtilen amaçla vakfedilen bu yerde yapılan binalar şunlardır:

a) Muhteşem bir kale,

b) Bir cami-i şerîf,

c) Müslümanların temizlenmeleri için yapılan çifte hamam,

d) Gelip-gidenlerin konaklamaları için yapılan içten ve dıştan 90 ocaklı kervansaray,

e) Çocuklara Kur'an-ı Kerîm öğre­tilmesi için yapılan bir mektep,

f) Kalenin hizmetçileri ile misafirlerin doyurulmaları için yapılan imaret,

g) 30 adet dükkan,

h) Kalenin erleri ile mütevellî, ka­tip, vaiz, 2 müezzin ve kayyımın otur­maları için yapılan ev ve binâlar,

i) Kireç, taş ve horasan ile yapılan su yolları.

Sözü geçen kalenin korunması için 26 nefer süvâri muhafız bir nefer süva­ri kethüdâsı, bir nefer alemdâr ve bir nefer çavuş olmak üzere toplam 30 ki­şinin tayin olunması ve günde ağaları­na 30, kethüdâlarına 20, alemdârlarına 17, çavuşlarına 16 ve neferlerden her

birine tabak parasıyla birlikte 15'er akçe olmak üzere, burada görevlendiri­lecek mezkûr 30 kişiye günde toplam olarak 473 akçe ödenmesi şart kılınmış­tır. Bu görevlilerin alacakları ücret karşılığı, görevlerini lâyıkı veçhile yapmaları, gelip gidenleri herhangi bir istekte bulunarak rencide ve taciz et­meyip, Antakya ile Belen'e gidip gelen yolcuları yeteri kadar neferle birlikte götürmeleri, Allah korusun yolculardan herhangi birisi zarara uğrarsa, ceza olarak zararın ödenmesinin o neferlere ait olacağından, koruma işine tam bir özen göstermeleri şart edilmiştir. Bunların dışında aynı kalede 15 kişi piya­de, muhafız bir diz-dâr, 4 kapıcı tayin edilmesi, günde diz-dâra 15 akçe, kapı­cıların her birine 12'şer akçe, diğer ne­ferlerin herbirine de 10'ar akçe olmak üzere toplam olarak sözü geçen 20 kişi­ye günde 213 akçe verilmesi ve bunla­rın da alacakları ücret karşılığı kale ve çevresini muhâfâzada ciddi ve gayretli olmaları şart kılınmıştır.

Harp mâlüllerine ve gazîlere, vakıflardan türlü şekillerde yardım edilmesi konusunu da millî savunma vakıfları arasında mütâla etmek yerinde olur. Sa­vaşan bir adamın hayatı terk etmesi halinde çoluk çocuğunun yüzüstü kalmayacağına, sakatlanacak olursa kendi­sinin bakılacağına ve korunacağına i­nanması, onun savaş azmini ve kudreti­ni arttıracaktır o Vakıf belgeler incelendiğinde şehit askerlerin eşleriyle çocuklarına vakıflarca maaş bağlandığı ve yardımda bulunulduğuna dair sayı­sız uygulama örneklerini görmek müm­kün olacaktır. Meselâ, İstanbul'da �?eh­zade Câminin Padişah mahfeli kayyımı ve Unkapanı'ndaki Süleyman Subaşı câ­mi müezzini iken askere giden askerlik

görevini yapmakta iken vefat eden Mehmet Emin Efendi'nin hanımı Muh­tediye Muhlise ile yetim kalan bir ço­cuğuna evkâf nezâretince maaş bağlan­mış olduğuna ve bu maaşın sözü geçen Muhtediye Muhlise'nin dilekçesi üzeri­ne artırıldığına dair bir belge[19] şöyledir:

''Muhâsebdî Müdiriyyeti Umûmiyesi­nin 11-Haziran-332 tarihli müzekkeresi sûretidir.

Asker edilen zevcinin vukû-ı vefâtı hasebiyle muhtâc-ı mu'âvenet kalan bir çocuğuyla beraber infak ve iâşelerine medâr olmak üzere tahsîs buyurulmuş olan şehrî 40 kuruş ile taayyüşleri kabil olamadığından bahisle maaş-ı mezkûrun münâsip mikdarâ iblâğı �?ehzâde Câmi-i �?erîfi Mahfel-i Humâyûn kayyı­mı ve kabbân-ı dakîkde Süleyman Su­başı Câmi-i �?erîfi müeizini Hâfız Meh­met Emin Efendi zevcesi Muhtediye Muhlise mührüyle verilen arzu hâlde is­titâf olunmuş ve İstanbul Evkâf Müdiriyyetinin der-kenârına nazaran mumâ­ileyhâ ile sagîre kerîmesine teehüllerinde kat' olunmak üzere 10-kânûn-ı sanî-331 tarihinden itibaren şehrî yir­mişer kuruş muhtacîn maâşı tahsîs edil­diği anlaşılıp mezkûr arzu hâlin melfû­fu ilm ü haberle Mebânî-i Hayriyye Müfettişliğinin raporuda ifâde-i vâkı­ayı te'yîd etmekte bulunmuş olmağla icrâ-i îcabı menût-ı re'y-i â1i-i cenâb-ı nezâret­ penâhî1eridir. O1 bâbda emr ü fermân hazret-i men le-hü'l-emrindir.

Onar kuruş zammı tensîb edilmiştir.

işâret-i Sâmî

17-Haziran-sene 332'dedir.

Zamm-ı vaki'in ale'1-usû1 kaydı ile

iadesi lüzûmu Muhâseât Müdiriyyet-i Umûmiyyesinin 13-Haziran-332 tarihli der-kenar-ı müzeyyelesinde beyân kılın­ması üzerine idarece muâmele-i kaydiy­ye îfâ ve evrak-ı esasiyyesi Müdiriyyet­i mezkûreye iâde ve isrâ' kılınmıştır 1-­Ramazan-334, 19 Haziran-331. ''

Metni yukarıya alınan belgenin in­celenmesinden de anlaşılacağı üzere vatani görevini îfâ etmekte iken vefât eden bir askerin eşi ile çocuğuna bağ­lanan maâşın, zamanla ihtiyacı karşıla­maz hale gelmesi sonucu eşinin vâki is­teği üzerine zamanla Muhasebât Genel Müdürlüğü ile Evkaf Nezâretinin konu­ya hassasiyet göstererek kısa bir süre içinde ilgilinin isteğinin olumlu bir şe­kilde sonuçlandırılmış olduğu görül­mektedir.

�?öyle ki:

a) Muhâsebât Genel Müdürlüğünün ll-Haziran-1332 tarihli yazısında, ''�?ehzâde Câminin Padişah Mahfeli kayyımlıgı ve Unkapanı'ndaki Süleyman Subaşı Câminin müezzinliği görevinde iken askere alınan Mehmet Emin E­fendi'nin, vatanî görevini yapmakta iken vefat etmesi münâsebetiyle eşiyle küçük kızının geçimlerini sağlamak üzere bağlanan 40 kuruş aylık maaşla geçimlerini sağlamaları mümkün ola­madığından bahisle söz konusu maaşın uygun miktara yükseltilmesi hususunda mühürlü arz u hâ1 takdim eden eşi Muhtediye Muhlise'nin dilekçesinde yardım isteğinde bulunduğu, bu dilekçe üzerine İstanbul Vakıflar Müdürlüğün­ce düşünülen notta ise adı geçen hanım ile küçük kızına evlendiklerinde kesilmek üzere 10-Kânûn-ı sanî-1331 ta­rihinden itibaren aylık 20'şer kuruş muhtaç maaşının tahsis edildiği anlâşılarak söz konusu arz u halin ekindeki ilm ü habere Mebânî-i Hayriyye Müfet­tişliğinin raporu da bu durumu te'yid etmekte olduğundan gereğinin yapılma­sı yüce Nezâretlerinin görüşlerine bağ­lıdır.

Bu hususda emr ü fermân, emir kendinin olan hazretlerinindir. ''denil­mektedir.

b) Evkaf Nezaretine gelen bu yazı­nın altına Nâzır tarafından 17-Haziran­1332 tarihinde yani, Muhâsebat Genel Müdürlüğünün belirtilen yazısının gön­deriliş tarihinden altı gün gibi kısa bir süre içinde ''10'ar kuruş zammı tensîb edilmiştir. ''notu konularak anne ile kü­çük kızına ayda 10'ar kuruş zam yapı­lıp, kendilerine ödenecek aylık maaşın 60 kuruşa yükseltildiği anlaşılmaktadır.

c) Yapılan teklif ile tayin edilen zam miktarına ait işlemin usulüne uygun olarak kütüklere işlendikten sonra Muhâsebat Genel Müdürlüğü'nün 13-Haziran-1332 tarihli ek der-kenârın­da işlemle ilgili evrakın iâde edilmesi belirtilmiş olduğundan Vakıflar idare­sinde gerekli kayıt muamelesi yapılıp, konuyla ilgili esas evrakın sözü geçen Genel Müdürlüğe l-Ramazan-1334, 19­Haziran-1915 tarihinde iâde edilmiş ol­duğu anlaşılmaktadır.

Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de savunma hizmetlerine yönelik Vakıflar kurul­muştur. Cumhuriyetimizin ilânı ile her ­alanda yapılan yenilikler arasında Va­kıflar da ele alınarak bir takım idârî ve yasal yenilikler getirilmiştir. Bu dönemde de önceleri Medeni Kanun hükümlerine ve daha sonra 1967 yılında kabul edilen 903 Sayılı yasa hükümle­rine göre çeşitli hayrî, sosyal, ekonomik ve kültürel konularda başarılı hizmet­ler sunan bir takım yeni vakıflar ku­rulmuştur. Bu arada bazı ileri görüşlü ve gayretli komutanlarımızın öncülü­ğünde Türk Silahlı Kuvvetlerini güç­lendirmeye yönelik Vakıflar da kurul­muştur. 1970 yılında Türk Hava Kuv­vetlerini Güçlendirme Vakfı, 1972 yı­lında Türk Deniz Kuvvetlerini Güçlen­dirme Vakfı, 1974 yılında Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ve 1982 yılında da Türk Silahlı Kuvvet­leri Mehmetcik Vakfı kurulmuştur.

Türk Hava Kuvvetlerini Güçlen­dirme Vakfı'nın kuruluş senedinin[20] 2. maddesinde yer alan amaç bölümünde şöyle denilmektedir:

''. . . millî havacılık sanayimizin geliş­tirilmesi, hava harp, silah ve vasıtalarının satın alınması, hayatî önemi hâ­iz hedeflerin havaya karşı koruma imkanlarının geliştirilmesi suretiyle Türk Hava Kuvvetlerine güç katkısında bulunmaktadır. ''

Türk Deniz Kuvvetlerini Güçlen­dirme Vakfı'nın kuruluş senedinin[21]1. maddesinde yer a1an amaç bölümünde şöyle denilmektedir: ''Türk Deniz Kuv­vetlerinin güçlendirilmesi konusunda Türk Ulusunun maddî ve manevî deste­ğini sağlamak Vakfın amacıdır.

Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendir­me Vakfı'nın kuruluş senedinin[22] 2. maddesinde yer alan amaç bölümünde şöyle denilmektedir:'' Mevcut kara si­lahları harp sanayimizin geliştirilmesi ve yeni harp sanayî dallarının kurul­ması, harp silah araç ve gereçlerinin satın alınması, yurt düzeyinde hayatî önemi taşıyan yerlerin korunma olanakları geIiştiri1mesi suretiyle Türk Kara Kuvvetlerinin savaş gücünün ar­tırılmasına katkıda bulunmaktır. ''

Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetcik Vakfı'nın kuruluş senedinin[23] 3. maddesinde yer alan amaç bölümünde şöyle denilmektedir:

''Silahlı Kuvvetlerde yaptığı görev esnâsında hayatını kaybeden veya sakat kalan erbaş ve erlerin kendilerine, çocuklarına ve bakmakla yükümlü ol­dukları kimselere sosyal ve ekonomik destek olmak ve çocuklarını okut­maktır. ''

Kuruldukları tarihlerden itibaren kuruluş gayeleri doğrultusunda verimli ve aktif faaliyetlerde bulunan bu va­kıflar, yüce mil1etimizin ilgi ve desteği ile her geçen gün daha çok güçlenip gelişerek, Silahlı Kuvvetlerimizin güçlenmesine büyük çapta katkıda bulun­muştur.

Bu vakıflardan Kara, Deniz ve Ha­va Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıfları birleştirilerek, mal varlıkları 17. 06.198 7 tarih ve 3388 sayılı kanunla kurulan ''Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı'' na devredilmiştir.



Kaynak: Vakıflar Dergisi, sayı 20, Ankara 1988.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'nde kasada muhafaza edilen 168 K nolu orijinal vakfiyye defteri s.282

ATE�? İbrahim, "Hayri ve Sosyal Hizmetler Açı­sından Vakıflar", Vakıflar Dergisi, S.19, s.78.

[2] Vakıflar Genel Müdürlü(ü Aşivi'nde Kasada muhafaza edilen .8 K nolu orijinal vakfiyye defteri, s. 75-79.

ATE�? İbrahim "Hayri ve Sosyal Hizmetler Açı­sından Vakıflar", Vakıflar Dergisi, S.l9, s.78-79.

[3] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde mahfûz "Vakfıyye-i İstanbul Hâmis" adlı ve 574 nolu vakfiyye defteri, s.39-40, sıra.16.

[4] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde Mahfûz 595 nolu vakfiyye defteri, s. 249-250.

[5] Kunter, Halim Baki, ''Türk Vakıflarının Milliyetçilik Cephesi'', Vakıflar Dergisi, S.3, s.4. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde mahfûz 615

nolu vakfiyye defteri. s.188, sıra. 54.

[6] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde kasada muhafaza edilen 149 K nolu orijinal vakfiyye def­terinin 122-123. sahifeleri ve 572 nolu vakfiyye def­terinin 27 -63. sahifeleri ile 20. sırasında kayıtlı suret vakfiyyenin 35. sahifesi.

[7] Yond: Sürü ile gezen, terbiye edilmemiş yarı yabani kısrak. Bkz. Türkçe Sözlük, s.1497 ve Kâmûs-ı Türkî, s.1570.

[8] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde kasada muhafaza edilen 149 K nolu orijinal vakfiyye defte­rinin 142. sayfası ve 572 nolu vakfiyye defterinin 27­63. Sahifeleri ile 20. sırasında kayıtlı olan suret vakfiyyenin 36. sahifesi.

[9] Bâr: Yük, Gîr: (Giriften mastarından) Tutan, kaldıran. Bâr-Gîr: Yük tutucu, yük kaldıran, yük ta­şıyan anlamlarında olup hayvanlara, hamallara, araba ve gemi gibi şeylere kullanmakla beraber, enenmiş at­lara da kullanılır. Bkz.Kâmûs-ı Türkî, s.262.

[10] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde kasada muhafaza edilen 149 K nolu orijinal vakfiyye defteri­nin 389-390 sahifeleri ve 572 nolu vakfiyye defterinin 27-63. sahifeleri ile 20. sırasında kayıtlı olan suret vak­fiyyenin 55. sahifesi.

[11] Kunter, Halim Baki, "Türk Vakıflarının Milliyetçilik Cephesi", Vakıflar Dergisi S.3.s.3.

[12] Vakıflar Genel Müdürlüğü Avşivinde muha­faza edilen 58. nolu vakfiyye defterinin 260-261. sahifelerinde Arapçası ve 2132 nolu defterin 70-74. sahifelerinde Türkçesi kayıtlı olan vakfiyye. ATE�? İbrahim, "Hayrî ve Sosyal Hizmetler Açısından Vakıf­lar", Vakıflar Dergisi, S.19.s.75-76.

[13] Hatice Turhan Sultan'a ait vakfiyyenin orijinali İst. Süleymaniye Ktp.de Turhan Valide Bölü­münde 150 eski kayıt numarası ile muhafaza edilmek­tedir. Sureti ise VGM Arşivinde muhafaza edilen Ha­remeyn 11 adlı ve 744 nolu defterin 112-135. sahi­feleri arasında yer almaktadır. Söz konusu kalelerle ilgili bölüm orijinal vakfiyenin 23-29., sûret vakfiy­yenin ise 115-116. sahifelerinde yer almaktadır

[14] Tevbe süresi, ayet: 41

[15] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde muha­faza edilen 735/2 nolu vakfiyye defterinin 119-123 nolu sahifeleri ve 49.sırasında kayıtlı vakfiyyenin 2.sahifesinin 34-36.satırları ile 3.sahifesinin 11-42 satırları.

[16] Diz-dâr : Diz: Kale, dâr: (Dâşten mastarın­ dan) tutmak, muhafaza etmek. Dizdâr: Kale muhâfızı

[17] Kethüdâ Aslı Ked-hudâ olup ev sahibi, kahya, daire konak veyahut bir nevi işlerin idaresine memur olan adam. Bkz.Kâmûs-ı Türkî, Kethüdâ Maddesi.

[18] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde muha­faza edilen 2224 nolu orijinal vakfiyye defterinde Arap harfleriyle ve 2157 nolu kütük defterinin 107. sahi­fesinde Türk harfleriyle kayıtlı olan vakfiyye.

ATE�? ibrahim,''Hasan Paşa'nın Hatay-Kara­murt' taki Vakıf ve Vakfiyyesi'', Vakıflar Dergisi.S.16, s.5-26

[19] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde muha­faza edilen 950 nolu ve Nizâmât Tafsili adlı kütük defteri.,s.47.sıra 6940.

[20] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde muhâ­faza edilen Merkezi Sicil Defterinin 53. sırasında kayıtlı Vakıf senedi.

[21] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde muhâ­faza edilen Merkezi Sicil Defterinin 129. sırasında kayıtlı Vakıf senedi.

[22] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde muhâ­faza edilen Merkezi Sicil Defterinin 299. sırasında kayıtlı Vakıf senedi.

[23] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde muhâ­faza edilen Merkezi Sicil Defterinin 726. sırasında kayıtlı Vakıf senedi.

Osmanliyi Kim Batirdi ?

YAGMUR ATSIZ

B�yle giderse korkarım ki kabak benim tepemde patlayacak ve suç üzerime kalacak. Onun için iyisi mi yol yakınken savunmamı sunayım:

Türk okur-yazarları arasında yaklaşık yüz yıldır iki eğilime sıkça rastlanır. Ya kendini dev aynasında görmek ya da dürbünün tersinden seyretmek eğilimleri... Bu, Tanzîmât'ın getirdiği bir hastalığın iki tezahürüdür. Yükselen Avrupa karşısında manevi ezikliğe ve aşağılık duygusuna kapılan Osmanlı/Türk kendine âid ne varsa hakir görmeğe, Avrupa'dan gelme herşeyi ise körü körüne yüceltmeğe yöneliyordu. Bir başka bölümü ise, fakat yine aynı aşağılık duygusunun neticesi olarak, kendine âid herşeyi kayıtsız şartsız üstün görme hummasına yakalanmışdı. Bu durum günümüze kadar uzanır.

Ağustos Ayı sadece Türk Tarihi'nde Büyük Zaferler Ayı değil aynı zamanda Muazzez Türk Matbuâtı'nın Lâf Kıtlığında Asma Budama Ayı'dır da!. Bu Ağustos budanan asmalardan biri de şu oldu: Matbaa denen ''gâvur icâdı''nı bu kör olasıca Osmanlılar 283 yıl gecikmeyle alırken bu rötara sebeb yobazlıkları mıydı yoksa elyazması kitab üretimiyle geçinen loncaların ekmek parasıyla oynamama kaygısı mı? Herkes canı ne isterse onu tartışmakda elbet hürdür. Fakat iş tekrar dönüp dolaşıp birtakım Batı yanaşması Neo­ Tanzîmatistlerin ''fırsat bu fırsatdır'' diye Osmanlı'ya bir iki hakaretde daha bulunmasına ve böylece tatmin olmalarına vesile teşkil edince benim canım sıkıldı.

Cumhûriyet'i kabûI etmek için Osmanlı'yı inkar et­mek gerekir sanan bu çorak gönüllü ve kavruk beyinlilere benim zâten ne hikmetse hep canım sıkılır... Tek bir yazıyı temel alarak hepsine cevap vermek istiyo­rum:

14 Ağustos 2001 tarihli ''Cumhuriyet''de Orhan Bursalı adlı köşe yazarı ''OSMANLI'YI HATTATLAR ÇÖKERTTİ!?'' başlığı altında şu görüşlere yer veriyor:

-Genç Türkiye; bilim, düşünce, bilgi bakımından Osmanlı'dan sıfıra yakın miras devralmış ve modern bilgi ve bilimi kendi kurmak zorunda kalmıştır.

-Birtakım sağcı yazarlar, Niyâzi Berkes'in çok kısır ve Sığ bir yorumuna sarılarak matbaanın geç gelmesini dini sebeblere değil, nakkaşlarla hattatların geçimine engel olmama endişesine bağlarlar.

-Ancak asıl sebeb, Osmanlı'da kitaba ve okumaya taleb olmamasıdır.

-Avrupa'da prenslikler daha 11. Yüzyıl'dan itibâren

eğitimi yaygınlaştırmaya başlamışlardı.

-Hatta Almanya'da Büyük Frederik 5-14 yaş arası çocuk ve gençlere okul mecbûriyeti getirmişdi.

-Hatta ve hatta 1642'de şehirli ve köylü çocuklara okuma-yazma, din, doğa bilimleri, müzik v.s. okutulmaya başlanmıştır.

-Osmanlı, Avrupa'daki bu gelişimin tamamen dışındaydı.

Eğer Rahmetli Arkadaşım Uğur Mumcu bu satırları okumuş olsaydı herhalde acı acı gülümser ve derdi ki "işte; Yağmur, benim hep söylediğim bilgi sahibi olmaksızın fikir sahibi olma meselesine iyi bir örnek..."

Bu iddialar yine Merhûm Çallı İbrahim'in "Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür!" fehvâsına da uyar.

Sırayla gözden geçirelim:

-Sayın Bay Bursalı "hattat'' (kalligraf) ve "müstensih" (kopist) arasındaki farkı bilmiyor. Ayrıca "nakkaş", duvar ve tavanlara yağlıboya resim, motif ve süslemeler işleyen sanatkarlara verilen addır. Matbaayla ilgisi yokdur.

Osmanlı Mimarisi, Eritre ve Sûdan'dan Polonya ve Çekoslovakya'ya, Fas'dan Doğu Hindistan'a kadar devasa bir bölgeyi yüzlerce yıl etkisi altına "sıfıra yakın" teknik yetenekle mi aldı? Tâc-Mahall'i, yahut dünyanın en büyük kubbesi olan Gül-Künbed'i Osmanlı mimarları inşa etmediler mi? Selimiye'nin minareleri "afsun gücüyle" mi dikildi? Budapeşte'deki hamamları Çinliler mi kurdu? Bugün Mogadişu'da hala kullanılan kanalizasyon şebekesini 17. Asır'da işletmeye açanlar Osmanlı mühendisleri değil miydi? Cançekişme devrimiz olan 1880'lerde Taif'de -yine bugün hala işler halde bulunan­ tuzlu su arıtma tesislerini yine bir iki mütevazı, ama yetenekli Osmanlı mühendisi değil de 11. Yüzyıl Avrupa prenslerinin okutduğu üstün zekalı veledler mi geliştirdi?

-Tarih ve coğrafya alanlarında muazzam eserler veren ve Copernicus'dan yüz küsur sene önce " Acaibül­Mahlukaat" adlı eserinde (1415) arzın yuvarlak olduğunu vurgulayan Rükneddin Ahmed, ayrıca Piri Reis, Katib Çelebi, Hacı Halife yahut Evliya Çelebi gibi, eserleri daha mürekkebleri kurumadan Batı dillerine çevrilen ölümsüz bilim adamlarını yok saymak Bay Orhan Bursalı'nın -eğer varsa­ vicdanını hiç mi sızlatmıyor?

Büyük Matematikçi, Silah Uzmanı, Kartograf, Ressam ve Tarihçi Matrakçı Nasuh Bey, ki aynı zamanda bir sancak beyi, yani tümgeneraldi, İstanbul resadhanesi Müdürü Takıyyeddin Efendi, Büyük Târihçi Naîmâ ve daha düzinelerce bilgin "Barbar Osmanlı"nın, o kitaba ve okumaya hiç ilgi göstermeyen "talancı kavmin" değil de muhayyel bir ülkenin övünç yıldızlarıydılar,

Öyle mi, Bay Bursalı;

Daha 15. Yüzyıl'da Batı Avrupa dillerine tercüme edilen şayan-ı hayret tıb araştırmaları, mesela Amasyalı Sabuncuoğlu �?erafeddin Efendi'nin 1465'de Fatih'e sunduğu "Cerrahiyye-i ifhaniyye" adlı büyük başvuru kitabından haberiniz var mıydı, Bay Bursalı? 19. Yüzyıl'a kadar akıl ve sinir hastalıkları tedavisinde dünyanın en ileri çizgisini muhafaza edebilen, ruh hastalıklarını (diğer metodların yanısıra) musıkî ile gideren, çiçek aşısını icad edenler de herhalde Eskimolardı, öyle mi? Sayın Bay Bursalı, siz Fatih Medresesi'nde okutulan cebir derslerinin, 15 Yüzyıl sonralarından itibaren sırasıyla Venedik, Padova, Bologna ve Floransa Üni­versiteleri'nde de aynen iktibas yoluyla okutulmaya başladığını biliyor muydunuz?

Bu bahisler uzundur, Bay Bursalı, yorgun olduğu belli zihninizi daha fazla zorlamadan öbür noktalara geçeyim:

-Avrupa'daki prensliklerin daha 11. Yüzyıl'dan itibaren eğitimi yaygınlaştırdıkları iddiası bir palavradır. O çağlarda, henüz asilzadeler arasında bile okuma yazma bilenlerin oranı yüzde onları, on beşleri aşmıyordu. O bir yana manastırlardaki rahiblerden bile on iyimser tahminlerle ancak yarısı harfleri tanıyordu. Siz bırakınız 11. yüzyılı, yâni (sizin gibiler bu asır konusunda biraz şaşırgandır, tasrih edelim) 1001-1100 yılları arasını, o tarihlerden 100/150 yıl sonra o sizin yerlere göklere koyamadığınız Avrupalılar Kudüs'de ve Kutsal Topraklar'ın diğer bölümlerinde gerek Müslümanlara gerekse Mûsevîlere akla hayale gelmedik eziyetlerde bulunuyor, derin bir vahşet içinde onların eserlerini de yokediyorlardı. 1492'den sonra İspanya'da etdiklerini -eğer biliyorsanız­ şöyle bir hatırlayınız, Bay Bursalı! Ama size kalsa Mevlana ve Yunus Emre'yi de Sorbonne mezûnu yaparsınız muhtemelen...

-11. Yüzyıl'dan Büyük Frederik'e geçmenizi de anlayamadım. Belki Frederik Barbarossa ile karıştırıyor olabilirsiniz. Fakat Büyük Frederik 11. Yüzyıl'ın değil 18. Yüzyıl'ın bir hükümdarıdır. Bilginize...

-1642 Yılı'nda şehirli ve köylü çocuklar arasında başlatıldığını iddia etdiğiniz muazzam eğitim kampanyası da bir garîbe... 1642, Avrupa'da Otuz Yıl Savaşı'nın (1618-1648) en feci şekilde ve bütün dehşetiyle, bütün sefaletiyle sürdüğü bir zamâna, savaşın en hummalı, en kanlı bölümüne rastlar. Öyle ki halk bazı kasaba ve şehirlerde insan eti yemeğe başlamışdı. O devirde yaygın eğitim seferberliği, öyle mi?

Siz neden bahsetdiğinizin sahi farkında mısınız,

Bay Bursalı? -Evet, Osmanlı bütün bunların dışındaydı. Dolayısıyla Vestfalya Barışı müzakerelerine katılmayan iki Avrupa devletinden biri olmayı tercîh etdi. (Öbür Vatikan) Son olarak şu noktayı vurgulamak isterim: 18. Yüzyıl'ın ikinci Yarısı'na, 1750'lere, kadar Osmanlı memalikinde okuma-yazma oranı çok yüksekdi. 1700'lere kadar okul sayısı da Avrupa ülkelerindekine nazaran adamakıllı daha yüksekdi.

�?imdi gelelim matbaa meselesine:

Johannes Gutenberg'in 1444'de kullanıma sokduğu

müteharrik madeni harflerden oluşan matbaa aslında ilk kez Çin'de geliştirilmişdir. Çinliler 1 041 Yılı'nda ilk olarak bu metodla kitab basmışlardır. Daha önce kullanılan klişe metoduyla basım ise ta 9. Yüzyıl'dan bu yana Uygur Türkleri, Çinliler ve Koreliler tarafından kullanılıyordu. Gutenberg tipi matbaa, daha ilk yıllarından itibaren Osmanlı imparatorluğu'nun bir çok şehrinde kullanılmaya başladı. En eskisi 1495'de, yani İspanya'dan sürülüp Türkler tarafından davet edilmelerinden hemen üç yıl sonra, Selanik'de kurulan Yahudi matbaasıdır. Yahudiler aynı yıl İstanbul'da da bir matbaa açmışlardır. ilk Ermeni matbaası 1567'de İstanbul'da, ilk Rum matbaası ise yine İstanbul'da ve 1627'de kurulmuşdur.

Ancak ilk Türk matbaası 1727'de �?eyhülislam Abdullah Efendi'nin fetvâsı ve Hakan-Halife III. Ahmed'in fermanı ile faaliyete başladı. Müesseseyi kuranlar İbrahim Müteferrika ve (daha sonraların Sadrazamı) Yirmisekizçelebizade Sâid Efendi idi.

O sıralar sayıları sadece DerSaadet'de 90.000'e yaklaşdığı yabancı gözlemciler tarafından öne sürülen (Conte Marsigli, Y. müstensihlerin ekmek kapısı kapanmasın diye dini kitablar basımdan vareste tutuldu.

Gerçi bundan önce de Avrupa'da pek çok Türkçe kitab basılıp Osmanlı topraklarında satılıyordu ama bunlara pek de büyük bir ilgi duyulmuyordu. Ne var ki bu az ilginin sebebi, birtakım körleme Batı hayranı zihni yanaşmaların iddiası gibi Türklerin kitab düşmanlığı değil tam tersine Türkler arasındaki kitab bolluğu idi.

Türkleri kitab düşmanı bir millet olarak nitelemek, eğer tüyler ürpertici bir cehâletden kaynaklanmıyorsa, en az onun kadar feci hâinâne bir bühtandır. Gerek Fâtih Sultan Mehmed ve gerekse muâkıybleri Avrupa'da basılan kitabları her zaman incelemişlerdir. Üstelik mesela Floransalı Francesco Berlinghieri adlı bir coğrafyacı, eserini resmen ''Avrupa'nın En Büyük ilim Hamisi ve En Büyük Hükümdarı Sultan Mehmed''e, yani Fâtih'e, ithâf etmiş, ona sunmuşdur. Basımı 1480... �?imdi, başda Bay Bursalı olmak üzere, herkese soruyorum: Bu karakterde bir devlete ve topluma ''kitab düşmanı, bilimsel birikimi sıfır" gibi yaftalar yapıştırmak ve takıştırmak mantıkla bağdaşır mı? Her şeyden mühimmi ahlakla bağdaşır mı?

Hayır, Türklerin matbaaya fazla ilgi göstermeyişleri, ellerindeki müstensih (kopist) ordusunun üretim gücünden ileri geliyordu. Zaten 18. Yüzyıl başlarına kadar matbaa basımı kitab elyazması kitabdan pek de öyle kayda değer ölçüde ucuz değildi.

Neo­ Tanzimatistlerin bilmediği, yahut ezik egolarını tatmin için bilmezden geldikleri bir bilgiyi de bu vesileyle sunayım: 15., 16. ve kısmen 17. Yüzyıllar'da Avrupa ülkelerinin genel eğitim düzeyi, yukarıda işaret etdiğim gibi Türkiye'dekine göre çok geriydi ama üstelik bunun neticesi olarak oralardaki kitab sayısı da -matbaaya rağmen­ düşükdü. Batı Avrupa'da mesela bir 16. Yüzyıl hükümdarının bin kitaba sahip olması, efsane gibi dilden dile dolaşırdı. Oysa o çağlarda Osmanlı İmparatorluğu'nda on bin üzerinde elyazması kitaba sahip pek çok özel şahıs bulunmaktaydı. Bana inanmayanlar Süleymaniye Kütübhanesi'ndeki ''Yazma Eserler Kataloğu''nu inceleyebilirler.

Bağlayacak olursak basma kitabın yazma kitaba gerçekden fark atmaya başlaması ancak 19. Yüzyıl başlarından itibarendir.

Peki, o zaman Türkiye teknolojide ve öbür bilim dallarında niçin geri kaldı?

Bunu Türklerin kitab düşmanlığıyla izah etmek isteyenlere bir soru: İspanya'da ilk matbaa 1474'de Valencia'da kurulmuşdur. Yani daha başından itibaren İspanya bu basma kitab işinin içindedir. Dünya Edebiyatı'nın en büyük yazarlarından Cervantes'in şaheseri ''Don Quijote" ise 1605 Yılı'ndaki ilk basımından sonraki iki yıl içinde, 1607'ye kadar, tam on iki bin nüsha satar!!! Bu tiraja eser'in ikisi Lizbon'da biri de yine İspanya içindeki üç ''korsan'' basımı dahil değildir.

Tasavvur buyurulsun, bugün, 2001 Yılı'nda Türkiye'de bir roman 12.000 satsa yayıncısı sevincinden masaya fırlayıp göbek atar...

Ve bu hadise 1607 Yılı İspanyası'nda gerçekleşiyor.

Demek ki İspanyolların ''kitab düşmanı" olduklarını söyleyemeyiz. Zaten buna bizim Neo­ Tanzîmatist mahlûkaatın dili de varmaz. Çünkü onlar ''Avrupalı''...Eh, bizimkiler de öyle (!)... it iti ısırmaz!

Ama o vakit nasıl oluyor da tıpkı Osmanlı İmparatorluğu benzeri bir cihan devletinin varisi olan İspanyollar da son iki yüz yıldır teknolojik gelişmelere ayak uy­uramadılar?

Eğer 18. Yüzyıl'dan bu yana hangi ülkenin Sanayi Devrimi'ne önayak olduğu ve ayak uydurabildiğini, hangilerinin ise -benzeri veya. değişik sebeblerden ötürü­ bu devrimi ıskaladığını incelerseniz bu sorunun cevabını daha sıhhatli bir şekilde verebilirsiniz.

Onun için Osmanlı'yı öyle hattatlar mattatlar batırmamışdır... Hele nakkaşların bu meselede hiç taksîrâtı yokdur... Lâf aramızda ben de bu konuda herhangi bir mes'ûliyet kabûl etmiyorum! Belki mücellidler ve müzehhibler bir hergelelik etmişdir!

Osmanlı Kainatı'na bakınca kapkara bir çölden başka birşey göremeyen Sayın Bay Bursalı'ya tavsiyem ''Bursa'da Zaman'' �?iiri'ni okusun... Zayıf ümîd ama belki içi aydınlanır... Eğer öylesine zifir bağlamış bir yerin aydınlanması mümkünse...

Ha, bir de asırları doğru saymayı öğrensin... Muhabbetle...


Köln, 25 Ağustos 2001

Bu makale Türk Edebiyatı Dergisi 336. sayıdan alınmıştır.

Yavuz Sultan Selim ve Kürtler

Yavuz Sultan Selim ve Kürtler

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Muhtelif fikir çevrelerinde Yavuz’un Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğru mudur? Elbetteki bu iddianın tam tersi doğrudur. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Şöyleki, Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehl-i sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti'nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514'de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır.

Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlem-i İslâm'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şi’îlerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulı isyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.

Nihâyet Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı. Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehl-i sünnet vel-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti'nin de Müslüman bir ülke olması; İslâm'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır.
İşte bu hakikatı idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti'ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişah'a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti.

Osmanlı Devleti'nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu.

Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dâr’ül-İslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa'dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük azamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu'nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu.

Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultân Selim, kendisine Doğu Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî'ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti'ne ilhâkı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı Devleti'ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail'in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şi’îlerin Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultân Selim'e tarihçe müsellem olan tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti'ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir.

“Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’î mezhebini icra eyledik. İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik.
Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cârî olmuşdur.”

Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisî'nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. XX. asrın İdris-i Bitlisî'si olan Bediüzzaman 1910'larda Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:

“Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlâd böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.”
Diyarbekir'in Safevî Devleti'nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaatlerini temin eylemiştir.

İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti'ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî'ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı Devleti'ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa'ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti'ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti'ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.

Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şi’îleştirmek isteyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.

Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibâren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim:

1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısn-ı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey.... Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir.

2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi irâdeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ'at mektubu çok manidardır:
“Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâmı tatbik ve adâleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz “.[1]

Yavuz Sultân Selim ve Kürtler konusunda ileri sürülen önemli fikirlerden biri de Yavuz Sultan Selim’in Doğuda bağımsız bazı küçük Kürt devletlerine müsaade ettiği ve asırlarca bu devletlerin varlığını sürdürdüğü iddiasıdır. Bu konuyu da önce Osmanlı Devleti’nin Doğuda kurduğu idare tarzı nasıldı onu kısaca açıkladıktan sonra, bu iddiaların doğru olup olmadığına işaret edelim. Esasen bu iddiaların da Osmanlı Devlet teşkilâtını bilmemekten ve konu ile ilgili bazı belgeleri yanlış yorumlamaktan kaynaklandığını hemen burada işaret edelim.

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti'nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, bugünün Amerika’sı gibi, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul'a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu'da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu'da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van'da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.

Doğu Anadolu'daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz.
Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı Devleti'nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulü burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir Eyâleti'nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti’ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederdi.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Hatta Kürdistan Eyâleti sancakları da denmektedir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim ola-gelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihânet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arâzîleri tımar nizâmına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti’ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir'e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van'a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnâsında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arâzîsinde tımar nizâmı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyâletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmûdi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır. Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazinin statüsünün tesbitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır. Zaten toprak itibariyle de, Diyarbekir veya Van Eyâletinin içine serpiştirilmişlerdir.

Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu’da’da uygulana gelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti'ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzîmât dönemine yani 1840'lara kadar bu hal aynen devam etmiştir.[2]



[1] Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Bayram, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987, sh. 8 vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, İstanbul 1996, sh. 30 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 197-213.

[2] Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, sh. 12 vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, sh. 40 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 213 vd.

Osmanlı Hukuk Sistemi

Osmanlı Hukuk Sistemi

Osmanlı Hukuk Sistemi Çok Hukuklu Bir Hukuk Sistemi Midir Yoksa Hukuk Birliği Mi Hâkimdir ?

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Çok hukukluluk kavramını, devletin farklı kültür ve din mensuplarına onların tercihleriyle kendi hukuklarını seçme şansını vermesi ve devletin hukuk üretme gibi bir görevinin bulunmaması şeklinde özetlemek mümkündür. Mesela Medine Vesikası, Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlara kendi hukuklarını uygulamayı getiren bir sözleşme mahiyetindedir. Verilen bu misâl, çeşitli millet ve ümmetlere mensup insan topluluklarını içinde barındıran Osmanlı Devleti için de uygulanmak istenmektedir. Kısaca bu izahlarla bazı yazarlar, İslâm Hukukunun ve özellikle de Osmanlı uygulamasının çok hukukluluk prensibini kabul ettiğini iddia etmektedirler. Hukuk birliği ise, ülke içinde yaşayan her topluluğa, aynı hukuk sisteminin hükümlerinin uygulanması demektir.

Önemle ifade edelim ki, İslâm Hukukunda ve bunun tam bir uygulaması demek olan Osmanlı tatbikatında, çok hukukluluk asla mevcut değildir. Belki farklı dinlere ve kültürlere mensup topluluklar için, İslâm’ın kabul ettiği hak ve hürriyetler ve özellikle de din ve vicdan hürriyeti vardır. Bu hürriyetlerin neticesi olarak, şahıs, aile ve miras gibi istisnaî bazı hukuk dallarında, onların inançlarına uygun olan hükümlere saygı prensibi vardır. Buna da ayrı hukuklar demek mümkün değildir; olsa olsa farklı inanç hükümlerini birbirine bağlayan bağlama kuralları denir. Bunlar da, Müslümanlar açısından değil, gayr-i müslimler açısından önem arz etmektedir.

Meseleyi kısaca özetleyelim. İslâm hukukunda insanlar, mensup oldukları dinlerine göre birbirinden tefrik olunurlar. Vatan ve millet mefhumları yerine aynı dinin tâbiileri demek olan ümmet tabiri esas alınır. Eski Müslüman Türk Devletlerinde vatandaş demek olan ra’iyye (tebaa), Müslüman ve gayr-i müslim olarak ikiye ayrılır. Kavmiyet yahut cinsiyet farkı, şer'-i şerifce hiç hükmündedir. Rumlar ile Ermenilerin tamamen Hıristiyan ve Türklerin ise tamamen Müslüman olmaları tesadüf kabilindedir.

Yukarıda zikredilen din kriterinden hareket eden İslâm hukukçuları, İslâm ülkesindeki insanları, Müslüman ve gayr-i müslim olmak üzere iki ana gruba ayırmışlardır. Osmanlı Devletinde millet tabiri, ümmet manâsında kullanılmış ve millet-i müslime ile millet-i gayr-i müslime mefhumları, fıkıh kitaplarındaki esaslara uygun olarak isti'mal edilmiştir. Osmanlı ülkesinde yaşayan en önemli gayr-i müslim milletler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve sabiîlerdir. İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimleri, vatandaşlık hukuku açısından ikiye ayırmak mümkündür: Zımmîler ve müste'menler. Zımmîler, İslâm Ülkesinin vatandaşı olan gayr-i müslimlerdir. Müste’menler ise, yabancılardır.

İslâm hukukunda dünyanın iki ülkeye ayrıldığını, Müslümanların hâkim oldukları topraklara İslâm ülkesi (Dâr'ül-İslâm) ve gayrımüslimlerin hâkim olduğu topraklara da harp ülkesi (Dar'ül-Harp) dendiğini biliyoruz. En önemlisi de fiilen birden fazla olan İslâm devletlerine, devletler hukuku açısından “Birleşik İslâm Devletleri” nazarıyla bakıldığına da şahit oluyoruz. İslâm ülkesi vatandaşlarına Osmanlı hukukçuları ehl-i dar'il-İslâm demişler ve bazı aksi görüşlere rağmen, zımmîleri de bu tabirin kapsamına sokmuşlardır. Müslümanlar, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman olmalarından dolayı, İslâm ülkesinin vatandaşıdırlar. Zımmîler ise, zimmet akdinin şartlarına uydukları sürece, İslâm ülkesinin kanunlarına tabi olmayı kabul ettiklerinden zimmet akdi gereğince, bir diğer görüşe göre ise, İslâm ülkesinde süresiz ikâmet hakkına sahip olduklarından dolayı, yine İslâm ülkesinin vatandaşı sayılırlar. Müste'menler ise, İslâm ülkesinde yabancı statüsündedirler ve ehl-i dar'il-harb diye yahut harbî şeklinde de anılırlar. Tanzîmât öncesi bütün Osmanlı Kanunnâmelerinde bu tabirlere rastlamak mümkündür. Tanzîmât'a kadar her konuda olduğu gibi, vatandaşlık hukukunda da bazı istisnaların dışında, şer'î hükümleri esas alan Osmanlı Devleti, bu kozmopolit dönemde vatandaşlık konusunda bazı yeni hükümler kabul etmiştir. Ra'iyye, müslim, zımmî ve harbî tabirleri yavaş yavaş terk edilmeye başlanmış ve yerlerini tebe'a-i Devlet-i Aliyye ve ecnebî gibi yenilerine terk etmişlerdir.

Gayr-i müslimler zimmî statüsüne geçince, bazı istisnaların dışında, Müslümanlara tanınan hakların bunlara da tanınması söz konusudur. Bir diğer ifadeyle, Müslümanlara uygulanan hukuk, onların inançları gereği istisna tutulan bazı hukukî hükümler dışında, aynı hukuk yani İslâm hukukudur. Devlet, Müslüman vatandaşlar ile gayr-i müslim vatandaşlar arasında fark gözetmek durumunda olsa da bu, istisnaî olmakta ve genel kaideyi bozmamaktadır. “Bize tanınan haklar onlara da tanınır; bize yüklenen ödevler onlara da yüklenir” manâsında bir hadis de nakledilmektedir. Müste'menler de hak ve ödevler bakımından zımmîler gibidirler. Aralarındaki fark, bunların İslâm ülkesinde sadece geçici ikâmet hakkına sahip olmalarıdır. Devamlı ikâmet nimetinin külfetleri bunlara yüklenmez.

Özel hukuk açısından zimmîler, şahıs, aile ve miras hukukuna ait bazı müesseseler dışında tamamen Müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan hükümlerde Müslümanlarla eşittirler. Akideye dayanan hükümlerde ise, kendi dinlerinin hükümlerine tabidirler. Müste'menler de ikâmet müddetince bu haklar konusunda zimmîler gibidirler. Ancak devlet ve ülke menfaati açısından bazı sınırlamalar söz konusudur. Silah ve savaş malzemesi ihrâcı müste'menlere bu sebeple yasaklanmıştır. Hem zımmîler ve hem de müste'menler, İslâm ülkesinde, menkul ve gayrimenkul mülkiyet hakkına da sahiptirler. Bu hak, ancak kamu yararı sebebiyle kısıtlanabilir. Zimmîler, mâlî tasarruflar açısından İslâm ülkesinde Müslümanlar gibi, İslâm Hukukuna tabidirler. Mu’amelât konusunda dinlerinden ve inançlarından gelen önemli bir fark bulunmadığı için istisnaî hükümler de oldukça azdır. İslâm ülkesinde gayr-i müslimlerin şarap ve domuz üzerinde malî tasarrufta bulunabilmeleri; gayr-i müslime ait şarap ve domuzu telef yahut gasb edenin tazminata mahkûm edilmesi ve gayr-i müslimlerin bir gayr-i menkûlü mabed olarak kiralayamaması bu istisnaların en önemlilerini teşkil eder. Müste'menler de malî konularda, bazı küçük istisnaların dışında zimmîler gibidirler.

Özetle, Osmanlı hukuk tarihinde kabul edilen Hanefi görüşüne göre, eşya, borçlar ve ticaret hukukunda gayr-i müslim teb'aya da şer'î hükümler uygulanır. Ancak onlara göre mal kabul edilen domuz ve şarap gibi şeylerin hukukî muamele konusu olabilmesi gibi istisnaî haller vardır. Aile hukukunda ise, isterlerse İslâm hukuk nizâmına, istemezlerse kendi hukuk nizâmlarına tabi olurlar. Nitekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi de bu görüşü benimsemiş ve bu kanun içinde, Müslümanlara ait maddeler yanında Hıristiyan ve Yahudilere ait hükümlere de yer verilmiştir. Bu, bir atıftan başka bir şey değildir.

Cezaî hükümlerin yer bakımından tatbiki konusunda, İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm Hukuku cihanşümûl bir hukuk sistemidir. Ancak uygulamada, bazı istisnalar bulunmakla birlikte İslâm ceza hukukunda tam mülkîlik sistemi esas alınmıştır. Ebu Yusuf ve diğer İslâm hukukçularının savunduğu bu görüşe göre, İslâm ülkesinde işlenen bütün suçlara, failinin dinine ve cinsiyetine bakılmaksızın İslâm ceza hukuku tatbik edilir. Dolayısıyla Müslümanlar, zimmîler ve müste'menler aynı cezaî hükümlere tabidirler. Bu genel kaidenin istisnaları elbette vardır. Genişletilmiş mülkîlik sistemini müdafaa eden Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre ise, müste’mene sırf Allah hakkı olan zina, hırsızlık ve yol kesme gibi suçların hadleri uygulanmaz.

İslâm’da milletlerarası usûl hukuku deyince, akla hemen zimmî ve müste'menlerle ilgili hukukî ihtilaflar gelmelidir. Zira İslâm Hukuku, bunlara ve özellikle de İslâm ülkesi vatandaşı olan zimmîlere, özel hukukun yukarıda kısaca açıkladığımız bazı alanlarında bir çeşit kazaî muhtâriyet vermiştir. Bu durumda zikr edilen konularda şer'iye mahkemesine başvurunca, yabancı unsurlu bir ihtilâf gibi olmaktadır. Başvuran müste'men olunca, ihtilâf tamamen yabancı bir ihtilâf olur.

Yabancı unsurlu ihtilâflarda yani İslâm ülkesindeki zimmî ve müste'menlerle ilgili davalarda yetkili mahkeme, aile hukuku dışında İslâm mahkemeleridir. Bu, Hanefilerin görüşüdür. Osmanlı Devletinde tatbik edilen bu görüşe göre, zimmî ve müste'menler, aile hukuku alanında isterlerse kazaî muhtâriyete sahip kendi cemaat mahkemelerine başvururlar ve isterlerse de yine şer'iye mahkemelerine müracaat ederler. İkinci şık için Ebu Hanife, her iki tarafın da rızasını şart koşarken, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed taraflardan birinin müracaatını yeterli görmektedir. Osmanlı Devleti’nde zikredilen tatbikat 1917 tarihine kadar bazı istisnalarla devam etmiştir. Bu tarihte HAK ile yargı birliğini sağlamak üzere, gayr-i müslimlere aile hukuku alanında kendi hukukları tatbik edilmek şartıyla bütün yargı yetkisi İslâm mahkemelerine verilmiştir.

Özetlemek gerekirse, Osmanlı Hukuku çok hukuklu bir sistem değildir. Belki din ve vicdan hürriyeti gereği, gayr-i müslimlere belli hukuk alanlarında daha serbest hareket etme imkânı vermiştir. Bu serbestilik, çok hukukluluk olarak anlaşılınca ve gayr-i müslimler tarafından suiistimal edilince, Tanzîmât sonrasında buna karşı tedbirler alınmıştır. Bunu teyid eden iki belgeden bazı nakiller yaparak, konuyu kapatmak istiyoruz:

Birincisi; Hukuk-ı Aile Kararnâmesinin Mazbatasındaki şu cümlelerdir:
“Mecelle’nin aile hukuku ile ilgili hükümler ihtiva etmemesinden dolayı, memleketimizde bu konuda, değişik din ve milletlerden her bir grubun tedvin edilmemiş kendi mezhep ve dinlerine ait hükümlerin uygulanması ve bu mezhebin hükümlerini Şer’iye hâkimlerinin bilmemesi sebebiyle, gayr-i müslimlerin ruhanî reislerine yargı yetkisinin verilmesi zarureti, istisnâi de olsa ortaya çıkmıştır. Halbuki devlete ait olan yargı hakkının ciddi bir kontrole tabi olmayan fert veya heyetlere tevdi edilmesi, bir çok mahzurları da beraberinde getirir”.

İkincisi; Fener Patrikhânesi’ne aile, miras ve şahsın hukuku gibi alanlar ile Patrikhâne içindeki nizâmlarda bazı hukukî yetkiler verilmesi üzerine, bu yetkiyi çok hukukluluk olarak yorumlayarak, Bizans Kanunu adıyla bir başka hukuk sisteminden bahsetmeleri üzerine, 21 Mayıs 1904 tarihli İrâde-i Seniyye ile, Sultân Abdülhamid onları ikaz etmek mecburiyetinde kalmıştır:

“Rum Patrikhânesi Muhtelit Meclisinde görülen davaların Bizans Kanunu namıyla bir kanuna uygun olarak halledildiği haber alınmış olup, bu tabir tarafımdan şaşkınlıkla karşılanmıştır. Memâlik-i Şâhâne’de ve özellikle de Devlet-i Aliyye’nin Pay-ı tahtında devletin kanunlarından başka yürürlükte kanun olamayacağı; bu ifadeden maksat dahili nizâmnâme ise buna kanun adı verilemeyeceği gâyet âşikârdır”.

Bu dediklerimizin delilleri, 760 küsur Osmanlı Kanunnâmesi ve arşivlerdeki milyonlarca belgelerdir .[1]


[1] BA, İrade-Hususi, nr. 13, 1332 Ra 6; Islâhât-ı Kanuniye, BA, YEE, nr. 14-1540, sh. 10 vd.; Zeydan, Ahkâmü’z- Zimmiyyîn, sh. 10 vd.; 210-218; 566-568; Serahsî, Şerh'üs-Siyer’il-Kebîr I-IV, "Kahire" 1971, c. II, sh. 226; c. III, sh. 81, c. IV, sh. 302, 320 vd.; Kâsânî, Bedâyi’, c. II, sh. 312; Engin Vahdettin, “Böyle Buyurdu Hâkân”, Tarih ve Medeniyet, Nisan 1999, sh. 21; Cin-Akgündüz, "Türk" Hukuk Tarihi, c. II, sh. 332-358; Akgündüz, Ahmed, Mukayeseli İslâm ve Osmanlı Hukuku Külliyâtı, Diyarbakır 1986, sh. 146; Akyol, Taha, Medine’den Lozan’a, İstanbul XE "İstanbul" 1996; Ercan, "Yavuz" ; “Türkiye'de XV. ve XVI. Yüzyıllarda Gayr-i Müslimlerin İctimaî ve İktisadî Durumu”, Belleten 1983, c XI, VII, sh. 1127.