Fikir7 Manset Haberler

16 Mayıs, 2006

Cinsellik: Kisirlik - Kot Pantolon

Kısır Olmak İstemeyen Erkek Okusun

--------------------------------------------------------------------------------

Kısır Olmak İstemeyen Erkek Okusun
16.05.2006 08:35

Türkiye'deki erkeklerin yüzde 15 gibi yüksek bir oranı kısır. Bunun sebepleri arasında kot pantolon, kışın giyilen yünlü içlikler ve iç çamaşırları var. İşte flash araştırma...
Kısırlık, çocuk sahibi olmak isteyen ailelerin korkulu rüyası. Araştırmalara göre Türkiye’de evli çiftlerin yaklaşık yüzde 15’i kısırlık problemi yaşıyor.
Özellikle son yıllarda erkek kısırlığının arttığını vurgulayan uzmanlar, bunda küresel ısınmanın ve dar kot pantolonların etkili olduğu düşüncesinde.
Türkiye Aile Planlaması Derneği Başkanı Prof. Dr. Hakan Şatıroğlu, kısırlığın dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir halk sağlığı problemi haline geldiğini belirtiyor. Her geçen yıl daha fazla ailenin normal yolla çocuk sahibi olamama sorunu yaşadığını dile getiren Şatıroğlu, erkek kısırlığının öne geçmeye başladığını aktarıyor.
Prof. Dr. Şatıroğlu, erkek kısırlığında küresel ısınmaya ve dar pantolonların etkisine dikkat çekiyor. Erkeklerde sperm üretimini sağlayan yumurtaların 35,5 derece ısının üzerinde zarar gördüğü bilgisini vererek, “Kot pantolonlar ve dar iç çamaşırları yumurtalıkları sürekli yüksek sıcaklığa maruz bırakıyor. Isıdan zarar gören sperm üretim hücreleri ise kendini yenileyemiyor.” diyor. Son 10 yılda dünyadaki ortalama ısının bir derece arttığını hatırlatan Şatıroğlu, “Gelecek 8 yıl içinde ise 2 derecelik daha artış bekleniyor. Tahminimce küresel ısınma böyle devam ederse 50 yıl sonra dünyada kimse normal yolla bebek sahibi olamayacak.” değerlendirmesinde bulunuyor.
Öte yandan kısırlıkta genetiği oynanmış ve kimyasal ilaç kalıntısı bulunan yiyeceklerin de etkili olduğunu vurguluyor. Bunların sakat doğumları da artırdığını dile getirerek, “Daha fazla hazır gıda yiyelim diye farkında olmadan neslimizi tüketiyoruz.” ifadesini kullanıyor.
Şatıroğlu, küresel ısınma, sanayi kirliliği, dar pantolon giyme modasının kısırlığa etkisine ilişkin olarak da, “Benim talebeliğimde kısırlık testi için gelenlerde 60 milyon sperm hücresini sınır kabul ediyorduk. Şimdi test yaptığımız kişilerde 20 milyon sperm bulabilirsek şükrediyoruz.” örneğini veriyor.
Yeni doğan erkek çocuklar mutlaka kontrol edilmeli
Erkeklerde sperm üretimini sağlayan testisler, doğum sırasında testis torbasına iniyor. Ancak bazı bebeklerde testislerden biri ya da her ikisi torbaya inmeyerek bebeğin karnında kalıyor. Ankara Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Bora Cengiz, karında kalan testislerin iki yaşına kadar ameliyatla ya da ilaçla torbalara indirilmesi gerektiğini belirtiyor. Cengiz, geç kalındığı takdirde testislerin zarar gördüğünü ve bu kişilerin genellikle kısırlık problemi çektiğini aktarıyor.
Erkek çocuklara dar pantolon giydirmeyin
Erkek çocuklara dar pantolon ve iç çamaşırı giydirmeyin.
Kışın soğuk havalarda giydirdiğiniz
pantolon içliklerini eve gelince çıkarın.
Fazla abur cubura ve hazır gıdalara alıştırmayın. Gebelik sürecinde düzenli hekim kontrolünü ihmal etmeyin.

08 Mayıs, 2006

Kazim KARABEKiR

Birinci Dünya Savaþýna kadar askeri faaliyetleri

Daha öncede belirttiðimiz gibi askerlik görevine Manastýr'da baþlayan Kâzým Karabekir, stajýný tamamladýðý bu bölgede Manastýr Mýntýkasý Kurmay Baþkanlýðý'nda görev aldý. Daha sonrada Manastýr Mýntýka Müfettiþliði'ne tayin olan Kâzým Karabekir bu görevi sýrasýnda Rum ve Bulgar çeteleri ile yapýlan çatýþmalarda bulundu ve Bulgar çetesinin imhasýnda gösterdiði baþarýlardan dolayý 19 Aðustos 1907'de Kolaðasý (Kýdemli Yüzbaþý) rütbesine yükseltildi. Kâzým Karabekir bu baþarýsýnýn ardýndan 6 Eylül 1907'de Ýstanbul Harb Okulu Tabiye Öðretmen Yardýmcýlýðý'na atandý. 19 Kasým 1908 tarihinde Edirne'deki II. Ordu'nun III. Piyade Tümeni Kurmay'lýðýnda görev alan Kâzým Karabekir, 31 Mart Vakasý'nýn meydana gelmesi üzerine Harekât Ordusu'na katýlarak Mürettep II. Fýrkanýn Kurmay Baþkaný olarak Ýstanbul'a geldi. 1 Nisan 1910'da Arnavutluk Ayaklanmasý'nýn bastýrýlmasý için düzenlenen Mürettep Kolordu'da I. Þube Müdürü ve 15 Ocak 1911'de X. Edirne Tümeni Kurmay Baþkanlýðý'nda görevlendirildi. Soyadý kullanýmýnýn gerçekleþmediði bu döneme kadar Kâzým Zeyrek olarak anýlan Kâzým Karabekir, 15 Nisan 1911'de Harbiye Bakanlýðý'na verdiði dilekçe ile atalarýnýn ismi olan Karabekir namýný soyadý olarak aldý. Kâzým Karabekir, 9 Nisan 1912'de Bulgar Hududu Edirne Kýsmý Komiserliði'ne atandý ve 27 Nisan 1912'de Binbaþý rütbesine yükseltildi. I. Balkan Savaþý sýrasýnda Edirne/Kale Muharebeleri'nde (18 Ekim 1912 - 26 Mart 1913 ) X. Tümenin Kurmay Baþkanlýðý'ný yapmýþtýr. Bu savaþ sýrasýnda Edirne Kalesi'nin teslim olmasý ile 28.500 kiþi Bulgarlar tarafýndan esir edildi. Kâzým Karabekir'de 22 Nisan 1913'te Bulgar'lara esir düþtü. 21 Ekim 1913'te Bulgaristan ile imzalanan antlaþma sonucu esirlikten kurtulan Kâzým Karabekir; 2 Aralýk 1913'te Balkan Savaþý sýrasýnda, Rus halkýnýn uðradýðý zararýn tespiti için oluþturulan Türk - Bulgar - Rus karma komisyonunda Türk Temsilcisi olarak bulunan Kâzým Karabekir daha sonrada General Liman Von Sanders baþkanlýðýnda, Türk Ordusu'nun ýslahý amacý ile gönderilen Alman Askeri Heyeti Ýstanbul'a gelince, 11 Ocak 1914'te Genel Kurmay Ýstihbarat Þubesi Müdür Yardýmcýlýðý'nda görevlendirildi. 28 Mayýs 1914'te Birinci Dünya Savaþý öncesinde Kâzým Karabekir, uzunca bir dönem Avrupa'ya gönderildi. Bu görev Viyana, Münih, Hamburg, Paris ve Ýsviçre'yi kapsýyor ve buralardaki Askeri Ataþelerin nasýl çalýþtýklarýný yerinde incelemek amacýný taþýyordu.
[deðiþtir]

Birinci Dünya Savaþý Baþlarýnda Kazým Karabekir

Avrupa'nýn genel bir savaþa sürüklendiði bu dönemde Kâzým Karabekir görevli olarak Paris'te bulunmaktaydý. Fakat bu durumu fark eden Kâzým Karabekir, 14 Temmuz 1914'te Ýstanbul'a geri dönerek; 3 Aðustos 1914'te Genel Kurmay II. (Ýstihbarat) Þube Müdürü olarak görevlendirildi. Karabekir'in savaþ konusundaki düþünceleri;

* "Ýstanbul ve Çanakkale boðazlarýný kuvvetlendirmek,
* Boðazlardaki kuvvetleri desteklemek,
* Savaþa girmekten mümkün olduðunca kaçýnmaktý."

Kâzým Karabekir, Genel Kurmay'daki görevini devam ettirirken, Konya'ya bir soruþturma sebebiyle gönderilmiþti. 29 Kasým 1914'te "Üç Yýl Hazerî Kýdem Zammý" alarak; 9 Aralýk 1914'te Yarbay rütbesine yükseltildi. Yarbay Kâzým Karabekir, 6 Ocak 1915'te Mürettep I. Kuvve-i Seferiye K.'ý olarak Ýran Harekatýna gönderildi. Karabekir, Halep'e geldiðinde, III. Ordu'nun Sarýkamýþ'da büyük bir felakete uðramýþ olduðunu, komutasýna verilen kuvvetlerin Doðu Cephesi'ne kendisinde Süleyman Askeri Bey'in yerine Irak Havalisi Kuvvetleri K.' lýðýna ve Basra Valiliðine atandýðýný öðrendi. Böylece Süleyman Askeri Bey'in yerine geçmek üzere Ýstanbul'a geldi.
[deðiþtir]

Çanakkale Cephesi'nde

Karabekir Paþa, 6 Mart 1915 tarihinde Ýstanbul'a gelince V. Kolordu'ya baðlý Ýstanbul - Kartal'da bulunan XIV. Tümen K.' lýðýna atanmýþtýr. Bu görevde bulunduðu esnada Kâzým Karabekir, Maramara Denizi ve Karadeniz kýyýlarýnýn tahkimatý ile uðraþmýþtýr. Ancak XIV. Tümen'in Çanakkale'ye - Gelibolu'ya - gönderilmesi ile bu bölgede Seddülbâhir ve Kereviz Deresi'ndeki (12-13 Temmuz 1915) savaþlarda bulunmuþtur. Kâzým Karabekir'in Kereviz Dere'de bulunduðu sýralarda Fransýzlar, Haziran'dan itibaren Zýðýn Dere ve Kereviz Dere bölgelerinde taarruzlar yapmakta idi. Fransýzlarýn amacý; Türk Ordusu'nun dikkatini güney bölgesine çekmekti. Böylece Aðustos ayýnda Anafartalara yapýlacak olan çýkarmanýn baþarýsýný garanti altýna almak istiyorlardý. Fransýzlarýn planý amacýna ulaþtý ve Türk Kuvvetleri'nin çoðu güney bölgesine kaydýrýldý. Bu amacýn gerçekleþmesi için Ýngilizler I. Tüm. ile Türk kanadýna, Kereviz Dere bölgesine, 12 Temmuz sabahý saat 07:00'de taarruza baþladýlar. Türk Tüm.'leri batýdan itibaren XI., I., VII. ve IV. Tüm.'ler cephede, VI. Tüm. geride bekletilmekte idi. VII. Tüm. cephesine taarruz eden Ýngiliz Tüm.'nin her iki günündeki taarruzlarý da baþarýsýzlýkla sonuçlandý. IV. Tümen cephesine taarruz eden Fransýzlarýn taarruzlarý ise beklemedeki VI. Tüm.'inde bölgede kullanýlmasý üzerine geliþme gösteremedi. Birkaç metrelik ileri geri hareketler þeklinde geliþen muharebede oldukça fazla kan döküldü ve Türk kaybý 9700 kiþiye ulaþtý. Karabekir, Kereviz Dere Muharebeleri sýrasýnda V. Kolordu Komutanlýðýna baðlý - yarbay rütbesiyle - XIV. Tümen Komutaný olarak bulunmaktaydý. Bu görevi sýrasýnda 6 -13 Aðustos 1915 Muharebelerinde de görev almýþtýr. Bu muharebeler sýrasýnda düþman Arýburnu ve Anafartalar bölgesine, çýkarma ile takviye ederek yapacaðý taarruza karþýlýk güney cephesinden Türk Kuvveti kaydýrýlmasýn diye 6 - 7 Aðustos günleri bu cephenin merkezine Kirte istikametine taarruzlar düzenlediler. Ancak her iki taarruzda zayiat verilerek püskürtüldü. Sonraki küçük çaptaki taarruzlarda sonuçsuz kaldý. Bundan sonrada bu cephede düþmanýn tahliyesine kadar mevzii muharebeleri devam etti. böylece düþman, çýkarmanýn ilk günü almayý plânladýðý Alçýtepe'yi ele geçiremedi. Her yönden sayýca üstün olmasýna karþýn Türk direniþi karþýsýnda sadece 5. Km. ilerleyebildi. Bu muharebeler sýrasýnda düþmana karþý 3,5 ay baþarýyla savaþan Karabekir, askerî kiþiliði açýsýndan takdir toplayarak Muharabe Gümüþ Liyakat Madalyasý ile ödüllendirildi. Ayrýca Almanya'dan da Ýkinci Rütbeden Kron Dö Braþ Kýlýçlý Niþaný aldý. Kâzým Karabekir Paþa, Eylül 1915 - 9 Ocak 1916 Mevzi Muharebeleri'nde Güney Grubu Komutanlýðýna baðlý II. Bölge Komutanlýðý'nda XIV. Tümen Komutaný olarak görevlendirildi. Muharebeler devam ettiði sýrada XIV. Tümen 11 Ocak 1916'da bölgeden ayrýldý.
[deðiþtir]

1915 Sonrasý Askeri ve Siyasi Faaliyetleri

Çanakkale Cephesindeki taarruz savaþlarýnýn, siper muharebelerine dönüþmesi ile birlikte Karabekir Paþa, Gelibolu'dan alýnarak 26 Ekim 1915'te Ýstanbul'daki I. Ordu Kurmay Baþkanlýðý'na atandý. Daha sonrada VI. Ordu Kurmay Baþkaný olarak Irak Cephesine gönderildi. Bu arada Kâzým Karabekir Paþa, Gelibolu'daki baþarýlarýndan dolayý "Üç Yýl Savaþ Zammý" alarak 14 Aralýk 1915'te Miralay ( Albay ) rütbesine yükseltildi. Miralay Kâzým Karabekir, Almanya'dan ikinci kez "Alman Demir Salib Niþaný" alarak; 24 Nisan 1916'da Kut'ül Amara'yý kuþatmakta olan XVIII. Kolordu K. olarak görevlendirildi. Bu cephedeki baþarýlarýndan dolayý Kâzým Karabekir'e 8 Þubat 1912'de yeniden "Altýn Muharebe Liyakat Madalyasý" ve "Ýki Yýllýk Kýdem Zammý" verildi. Kâzým Karabekir, Cafer Tayyar ile o yýllarda yapýlabilen karþýlýklý yer deðiþtirme - becayiþ - usulü ile Kafkas Cephesindeki II. Kor. K. olarak atandý. Bu Kolordu; Van Gölü'nün güney mýntýkasý, Bitlis, Muþ, Murat Çayý ve Palu Doðusu'na kadar olan geniþ bir araziyi müdafaa etmekle yükümlüydü. Bu dönemde Osmanlý Devleti, toplam dört kolordusu olan iki ordusunu Van gölü ile Karadeniz arasýnda bulundurmaktaydý. Bu ordularýn en aþaðý tarafta olaný Kâzým Karabekir'in komutaný olduðu II. Kolordu idi. Bu kolorduda on aya yakýn bir süre görev yapan Kâzým Karabekir bölgedeki baþarýlarýnda dolayý 23 Eylül 1917 padiþah iradesi ile yeniden "Kýlýçlý Ýkinci Mecidi Niþaný" aldý. 31 Ekim 1920'de Ferik ( Korgeneral ) rütbesini aldý. 3 Aralýk 1921'de TBMM Murahhasý sýfatýyla Gümrü Antlaþmasý'ný imzaladýktan sonra; 18 Ekim 1921'de biten Kars Konferansý'na Türkiye Baþ Murrahasý olarak katýldý. Ayrýca bu konferansa baþkanlýk yaparak; 13 Ekim 1921'de Kars Antlaþmasýný imzaladý. 15 Ekim 1922'de Ankara'ya gelen Kâzým Karabekir, Edirne Milletvekili sýfatý ile meclis çalýþmalarýna devam etti. 17 Þubat 1923'de - Türkiye'de ilk defa - toplanan Ýzmir Ýktisat Kongresine baþkanlýk yaptý ve 29 Haziran 1923'de TBMM'nin Ýkinci Devresi'nde Ýstanbul Milletvekili seçildiði dönemde; Doðu Cephesi komutanlýðý görevini de fiili olarak devam ettirmekte idi. 21 Kasým 1923'de "Milli Mücadelemizde Siyasi ve Savaþ Yararlýlýðý" görülenlere verilen yeþil ve kýrmýzý þeritli Ýstiklal Madalyasý ile ödüllendirildi. Kâzým Karabekir, 21 Ekim 1923'de son askeri görevi olan I. Ordu Müfettiþliðine atandý. 26 Ekim 1924'de bu görevinden istifa ederek sadece siyasi alanda faaliyet gösterdi.

Kâzým Karabekir, 17 Kasým 1924'de TPCF (Terakki Perver Cumhuriyet Fýrkasý) kurucularý arasýnda yer alarak; bir süre sonrada bu partinin baþkaný oldu. Ýsmet (Ýnönü) Bey Hükümeti'nin Takrir-i Sukün Kanunu çýkarmasýndan sonra Doðuda Þeyh Sait Ýsyaný çýkmýþ ve bu isyanda TPCF'nin de rolü olduðu iddia edilmiþti. Böylece 5 Haziran 1925'de Bakanlar Kurulu kararý ile TPCF kapatýldý. Ayrýca Kâzým Karabekir, bu dönemde Mustafa Kemal'e düzenlenen (Ýzmir'de) suikast ile ilgili olarak Ýstiklal Mahkemesi'nde yargýlanýp, beraat eti. Kâzým Karabekir TBMM'nin ikinci Dönemi sona erince milletvekilliðine son verilmiþ ve ordu açýðýnda iken 5 Aralýk 1927'de emekli olmuþtur. Bu dönemden sonra uzun bir süre politikadan uzaklaþarak inzivaya çekilen Karabekir Paþa, yönetimle olan anlaþmazlýðý yüzünden sýkýyönetim altýnda tutulmasý istenen 84 kiþilik listenin baþýnda yer aldý. Belki de en sýkýntýlý yýllarýný bu dönemde geçiren Kâzým Karabekir, sýkýntýlý günlerin ardýndan 1939'da Ýstanbul Milletvekilliði'ne seçildi. 1943 - 1946 yýllarýnda milletvekili olarak yerini korudu ve 5 Aðustos 1946'da yapýlan BMM baþkanlýk seçimlerimde Meclis Baþkaný seçildi. Kâzým Karabekir, 26 Ocak 1948 yýlýnda - 66 yaþýnda iken - geçirdiði bir kalp krizi sonucu, Ankara'da vefat etti.

Kâzým Karabekir Paþa, askerlik yaþamý boyunca önemli baþarýlar kazanmýþ bir Türk Komutaný ve siyasi bir kiþiliktir. Bulgarca, Fransýzca, Almanca ve Rusça bilen Kâzým Karabekir'in Sýrp-Bulgar Seferi, Osmanlý Ordusunun Taarruz Fikri, Ermeni Mezalimi, Erkân-ý Harbiye Vezaifinden Ýstihbarat, Ýstiklâl Harbimizin Esaslarý, Cihan Harbine Neden Girdik? Nasýl Girdik? Nasýl Ýdare Ettik?, Ýttihat ve Terakki Cemiyeti, Paþalarýn Kavgasý, Paþalarýn Hesaplaþmasý, Ermeni Meselesi, Sarýkamýþ-Kars ve Ötesi, Ýstiklal Harbimiz I-II gibi yayýnlanmýþ eserleri vardýr.

02 Mayıs, 2006

Asker sivile karşı nerden güç alıyor ?

Asker sivile karşı nerden güç alıyor
Sivil iktidarların, Asker sivil dengesizliğini yenmeye yönelik çıkışlarında korkunç bir baskıylakarşılaştığı ortada diyen Prof. Ümit Cizre, askerin bu gücü nerden aldığını izah etti
01 Mayıs 2006 13:22
Yazı boyutunu büyütmek için


Bilkent Üniversitesi Siyasal Bilgiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Cizre, “Siyasî Partiler Kanunu, Anayasa, MGK yasası gibi düzenlemelerle siyasetçiler korkunç bir kuşatma altındalar” dedi.

Ordunun 28 Şubat’la millî güvenlik siyaseti üzerindeki iktidarını perçinlediğini belirten Cizre, Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin de TSK’nın bekçi rolünü pekiştirir yönde iç tehdit olarak lanse edilen irtica ve bölücülüğe yöneldiğini söyledi. Bunun sonucunda millî güvenligi sorgulayamaz hale geldiğimizi kaydeden Cizre, “İrtica en büyük tehditmiş gibi yansıtıldı. Halbuki güvenlik politikaları objektif araçlar değildir, son derece subjektiftirler. Kimin belirlediğine göre değişirler” diye konuştu.

Hasan Hüseyin Kemal'in röportajı

Terörle Mücadele Kanunu’nun hararetle tartışıldığı bu günlerde, Türkiye siyasetinin içine düştüğü çıkmazı irdelemek istedik. Çünkü demokrasiye bir adım daha yaklaştığımızı hissettiğimizde, “biz bunu daha önce yaşamıştık” dedirtircesine geriye dönüşlere şahit oluyoruz. Sivil iktidarın eliyle imzalanan AB müzakereleri ve uyum paketleri, yine iktidarın eliyle yavaş yavaş yok ediliyor. Bu bir sonuç, ama sorunun kendisi değil. Sonuçlarla uğraşmak yerine, sorunu tanımlamak ve insanlara bunları anlatmak Türkiye’deki demokratik süreci daha da hızlandıracaktır.

İşte, bu noktada, güvenlik sektörünün sivilleştirilmesi ve parlamenter gözetime tabi tutulması üzerine araştırmalar yapan Prof. Ümit Cizre’nin görüşlerine baş vurduk.

Acaba Türk demokrasisini kuşatan güç neydi? Neden, siviller geri adımlar atmak zorunda kalıyordu? Demokrasi önündeki engellerin aşılması için neler yapılmalıydı? Bu soruların cevabını gelin birlikte bulalım...


Demokratik ülkelerde Ordunun sistem içindeki rolü nasıldır? Türkiye ile mukayese eder misiniz?



Türkiye’den yola çıkarsak Türkiye’de ordu batıda pek eşine rastlanmayacak bir özgünlüktedir. Çünkü rejimin kurucu unsurlarını korumayı üslenen bir silâhlı kuvvet olarak siyasal ağırlığı olan bir ordudur. Batı ordusundan birinci farkımız bu. Bu ideoloji dönüştürücü, reformcu, radikal bir ideolojiyse elbetteki ulus devletin kurulma aşamasında ordunun siyasal rolü de dönüştürücü olabilir, olmuştur da. Ancak tersi de varit olabilir yani dönüştürücü potansiyel sona erdiği andan itibaren orduda statükonun bekçiliğini yapmaya başlar. Galiba bizdeki resim bir miktar buna benziyor.



Askerin dönüştürücü görevi bitti artık statükoyu koruyor, demokratik değişime ayak uyduramıyor mu? diyorsunuz.




Evet. Ancak, demokratik değişime direnen bir ordu tablosunu çizmeden önce daha analitik davranmakta yarar var. Çünkü direnen bir çok odak var Türkiye’de. Asker direniyor mu? Neden direniyor? Neye güvenerek direniyor? Bunların sorulması gerekiyor.




Öyleyse şunu soralım asker siyasî rolünü neye dayandırıyor ve nereden güç alıyor?




TSK’ nın siyaset üzerindeki iktidarını bir kaç yolla kurduğu düşüncesindeyim. Bunun ilk temeli toplum üzerine. Bu TSK için önemli bir meşrûluk unsuru. Bu ordu Finlandiya, İsviçre, Fransa, Almanya orduları gibi yalnızca dış tehdide karşı konumlanmış bir ordu değil. TSK sıradan vatandaşın günlük yaşantısının bir köşesine seremoniler, ritüeller, şehit cenazeleri, bayrak törenleri, eğitim sistemi, basın medya yoluyla görsel bir biçimde sızmayı beceren bir ordu. Siyasetin kurallarına ve aktörlerine ilişkin kitlesel algılamaları değiştirme gücüne sahip bir ordu.



Sanki farklı bir siyasî parti gibi ülke geleceğine ilişkin yönlendirmeleri oluyor öyle mi?




Benim de teşhisim bu zaten. Toplumsal kontrolü zora dayanarak değil rızaya dayanarak yapıyormuşçasına faaliyet gösteren bir teşkilâtlanmayla karşı karşıyayız. Bunu yaparken sivil müttefikler edinebilir ama edinmeyebilir de. İşte bu noktada parti kimliği önplana çıkıyor. TSK’nın kendi seçmenleri var bazen doğrudan onlara seslendiği oluyor. 28 Şubattan sonra bunu yaşadık. Bu dönemde sivil toplum örgütleriyle kurduğu yatay bağlantılar da bu yönde.




Türkiye demokratikleşme sürecini tamamlayamamış ki toplum, siyasî parti gibi davranan orduya fikren oy veriyor diyebilir miyiz?




Toplumun bu tutumunu tarihsel, geleneksel ve ruhsal bağlantılarla açıklamak mümkün. Bunun yanında rejimin bekçiliğini üslenmiş bir ordunun kendi nüfuzunu, kendi çıkarlarını, varlığını, kudretini devam ettirecek şekilde korunaklı bir demokrasiyi de kültürü ile ürettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla demokrasi eksikliği fazlasıyla mevcut.




Siyasî partilerin ordunun bu konumuna karşı yeterli karşı politika geliştirme cesaretinde olmadıklarını söyleyenler var. Ne dersiniz?




Asıl mesele bunun niçin böyle olduğunu anlayabilmektir. Türkiyedeki asker sivil ilişkilerindeki temel problem bir dengesizliğin olmasıdır. Bir taraf ağır basıyor diğer tarafın damarı zayıf. İşaret ettiğiniz olgu sonuç olarak doğru bir olgu. Ancak, bunu yenmeye yönelik çıkışlar da oldu. Millî Güvenlik Kurulu’nun yetkilerini ve işleyiş biçimini biraz daha demokratize eden 7. uyum paketi bunun en güzel örneğidir.


Tek suçlu siviller değil diyorsunuz galiba...






Sivil iktidarların, Asker sivil dengesizliğini yenmeye yönelik çıkışlarında korkunç bir baskıyla, tepkiyle karşılaştığı ortada. Sivil siyaset kuşatılmış ve Murat Belge’nin deyimiyle tek tipleştirilmiş durumda. Siyasî partiler kanunu, anayasa, millî güvenlik kurulu yasası gibi hukuki düzenlemelerle de siyasetçiler korkunç bir kuşatma altındalar. Oynadıkları alan çok dar. Dolayısıyla da devletin gölgesinden bir adım çıkabilecek, onu üzerlerinden atabilecek muhayyileyi ve yasaları geliştiremezler. Bu sivillere Kürt meselesini çözme fırsatı verilmez. Bülent Arınç’ın dediği gibi Millî Güvenlik Siyaset Belgesindeki kararlar sivil güçlerle karşılıklı müzakere edilerek hazırlanmış kararlar değildir. Bazı medya organları hükümetlerin bu belgeyi onaylamama yetkilerinin olduğunu söylüyorlar. Böyle bir durum söz konusu değil.




Bu sınırları aşmak mümkün değil mi?


Gönül tabiî ki bundan yana, ancak, ben bilim insanı olarak meseleyi önce anlamak gerektiğini söylüyorum. Anlamadan “cesaret” örneklerini beklemek biraz aşırıya kaçar diye düşünüyorum. Bu hükümet 7. uyum paketiyle bunu yaptı. Ama geri adım atmak zorunda bırakıldı.



Bütün siyasî partiler bu kadere mahkûm mu?




Geçmişteki hükümetlerin statükoyla çok büyük dertleri yoktu. Çiller’in Ecevit’in, Yılmaz'ın, Bahçeli’nin mi derdi vardı? Önce meselenin zorluklarını keşfedelim: Türkiye’ye, statükoya karşı koyabilecek kapasitede ve etkinlikte sivil bir güç gelmedi. AKP olabilirdi ama onun da düzenle özel dertleri var. Buna karşılık, AKP iktidarda kalmak istiyor, bir sonraki seçimleri kazanmak istiyor, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde söz sahibi olmak istiyor. AKP’den bütün bunları bir kenara atarak kahramanlık yapmasını mı bekliyorsunuz.



Başbakan grup toplantısında Türkiye’nin on, yirmi, otuz sene sonra gerçek bir demokrasi yaşayacağını söylüyor sizin söylemlerinizle örtüşüyor sanki...




Aynı şeyi dinlendiriyoruz ama zaman sınırlaması getirmek yanlış diyebilirim. Türkiye’de eninde sonunda bişeyler olacak. Hayatın zorlamasıyla. Öncelikle Arınç gibi bir kaç sivil sesin ortaya çıkmasını sağlayacak adımları tartışmamız lâzım.



28 Şubatta ordu istediğini elde etti mi sizce? Çünkü insanların demokrasiyi uzak bir tarihte yaşanılacak bir sistem olarak görmeleri bunu söylüyor.




Başarılı olduğu ve olamadığı alanlar olmuştur. 28 Şubatla ordu Millî güvenlik siyaseti üzerindeki iktidarını perçinledi. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi de TSK’nın bekçi rolünü pekiştirir yönde iç tehdit olarak lanse edilen irtica ve bölücülüğe yöneldi. Siyaset üzerindeki iktidarını Millî güvenlik üzerinden kurmaya başladı. Çok büyük başarı elde etti çünkü biz Millî güvenliğin doğasını sorgulayamaz hale geldik. Tehditlerin ve güvenlik politikalarının adeta bilimsel, teknik, objektif, pozitivist bir biçimde oturulup tesbit edilebileceği inancı pekişti.



Öyle değil midir?





İrtica en büyük bir tehditmiş ki yansıtıldı. Halbuki güvenlik politikaları objektif araçlar değillerdir. Son derece subjektifler. Tehditleri ve politikayı kimin belirlediğine bağlı olarak değişir.




Bu tehdit algılamalarında sivil inisiyatifin etkisinin az olduğunu ima ediyorsunuz...




Toplumun temsilcilerinin bu politikaların oluşturulmasında çok önemli rolleri olması gerekirken biz bu noktayı atladık ve atlamaya da devam ediyoruz. Batıda güvenlik anlayışı bireyin refahı, huzuru lehine değişirken ordular da büyük değişim geçirdiler. Soğuk savaştan sonra Batıda ordular bu anlayışa paralel olarak dış tehditlerin de azalmasının verdiği bir ivme ile oturup şapkalarını önlerine alıp misyonlarını yeniden düşündüler. Gerek güvenlik politkalarının oluşturulmasıda gerek orduların yapısında çok önemli reformlar yapıldı. Birçok kişi işini kaybetti tabi bu serbest piyasa ekonomisinin getirdiği bir zorunluluktu. Ordular savaşmak yerine barışı korumak ve tesis etmek misyonunu edindi. Bizde tam tersi oldu. 28 Şubattan sonraki başarısı derken bundan bahsediyorum . TSK’nın hayatımızdaki anlam ve önemi arttı.



Batıda yeni güvenlik anlayışına göre birey ön planda dediniz ama bizdeki anlayışta vatandaş olabilmeniz için “Türk ve laik” olmanız gerekiyor. Devlet diğer vatandaşlarına güvenmiyor. Bu bir açmaz değil mi?




Bir ülkede güvenlik politikaları sivilleştirilemezse, toplumun temsilcileri bu konuda söz sahibi değilse, resmî bir kamu felsefesi de varsa güvenlik politikaları bunu kristalize eder. Resmî ideolojinin bekçiliğini yapan Askeriyenin tehdit algılaması irticada, laiklik dışı akımlarda aranmıştır. Sorun şu laikliğin ve irticanın tanımını kimin yaptığıdır. Demin söylediğim gibi güvenlikle ilgili tanımlar subjektif tanımlar. Batı demokrasilerinde sivil iktidarlarla güvenlik arasında kurulan işbirliğine, bilgi ve görüş alış verişine dayanan ilişkinin bizde de kurulması gerekir.



Peki bu tanımları kimin yapması gerekiyor veya yapılmalı mı?




Laiklik veya mülteci tanımı yapılacaksa burada askerî bürokrasi baskın olmamalı. Burada toplumun temsilcileri, güvenlik bürokrasisi, askerler, dışişleri gibi kurumlar tabiki bir araya gelip fikir alış verişinde bulunabilirler. Ancak bunun ötesine gidilemez. Son söz sivillerin olmalı. Ama bizde yasamayı, yürütmeyi, sivil iktidarları sınırlayan tanımlar ortaya çıkıyor. Ben güvenlik meselesine global bakıyorum.




Peki 28 Şubat sürüyor mu?





Çesaretsiz dediğimiz siyasetlerin etkisiyle de 28 Şubat süreceğe benziyor. Meclis başkanının tavrı kayda değer bir tavırdır. Keşke şuanda birden fazla Bülent Arınç çıksa.





Bülent Arınç’ın tutumu karşısında solun ne yaptığı da önemli...






Türkiye’de solun aslî görevi TSK’dan çok farklı olmadı. Türk solunun kaynak bulduğu damar cumhuriyeti koruyan ve kollayan bir damar. Bürokratik, otoriter, devleti koruyan bir damar. Tarihsel olarak bunu görmezden gelemeyiz. Bu da CHP nezdinde süregeliyor. Konjonktürde başka sol varyansların ortaya çıkmasına müsaid değil. Ortalık ulusalcı sola ve CHP’ye kaldı. İkiside cumhuriyetle demokrasi arasında dengeyi kurabilecek güçte değiller. Çünkü aşırı taraflar. Cumhuriyete taraftar olmazsınlar mı? Olsunlar ama cumhuriyetle demokrasinin evliliğini kurabilmiş bir sol yok Türkiye’de. Maalesef... Bülent Arınç’ın konuşması hem isabetli hem eksik. Arınç seçilmiş ve seçilmemiş (düzenin) iktidarların kurumları arasındaki dengenin eşit olmadığını söylüyor. TSK’nın, MGK’nın, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay, Yargıtay’ın, Cumhurbaşkanı’nın mutabakatı olmadan bu ülkede yaprak kıpırdayamaz sonucuna varmış ki haklı. Ben de Arınç gibi düşünüyorum görüş alış verişi olur. Ancak mutabakata gerek yok. Milletin dediği olmalı. Arınç daha ilerisini söyleyemiyor eksik konuşuyor...




Eksik olan ne ?





Cumhuriyetle demokrasinin Türkiye’de evlililk kuramamış olmasına değinmemesi. Gerçi bunu söylemesi onu çok fazla risk altına atardı, bu sefer cumhuriyet düşmanı damgası vurulurdu.

Ümit Cizre kimdir?



Üniversite lisans eğitimini Londra Üniversitesi’nde tamamladı. Master çalışmasını ODTÜ’de, doktorasını Ankara Üniversitesi’nde yaptı.

Bilkent Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi, Profesör. Princeton Üniversitesi’nde ve Floransa

Avrupa Üniversitesi Enstitüsü Robert Schuman Merkezi’nde araştırmacı olarak çalıştı. Cizre’nin ordu ile ilgili yayınlanmış çeşitli makaleleri bulunmakta.

(Yeni Asya)