Fikir7 Manset Haberler

23 Eylül, 2006

Şafiîlilik ve İmam Şafiî

Imam Safii
İmam Şafiî (ö. 204/819)'ye nispet edilen fıkıh ekolü. Şafiî'nin künyesi,Ebû Abdullah Muhammed b. İdrîs elKureşî el-Hâşimî el-Muttalibî b. Abbas b. Osman b. Şâfi' olup H. 150'de Gazze'de doğmuştur. Hz. Peygamber'in dördüncü batından dedesi Abdu Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur. İmam Şafiî'nin doğum yılı Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767) vefat yılına rastlar.Babası İdris bir iş için Filistin'deki Gazze'ye gitmiş ve orada iken vefat etmişti. Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı olan Mekke'ye getirdi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i hıfzetti. Fasih Arapça konuşan Huzeyl kabilesi arasında şiir ve edeb öğrendi. Sonra Mekke müftîsi Müslim b. Hâlid ez-Zenâ'den ders alarak, onun yanında fetva verecek duruma geldi. O zaman on beş yaşlarında idi. Bundan sonra Medine'ye gitti. Orada müctehid İmam Mâlik b. Enes (ö. 179/795) fıkıhta üstad idi. Mâlik, kendi eseri olan el-Muvatta'ı, İmam Şafiî'nin ezbere okuduğunu görünce hayretini gizleyememişti. İmam Şafiî, Süfyan b. Uyeyne, Fudayl b. Iyâz'dan, amcası Muhammed b. Şâfi' ve başkalarından hadis rivayet etti.Muhammed b. el-Hasan'dan Irak fakihlerinin kitaplarını aldı. Onunla fıkhî konularda münazaralarda bulundu. 187 H.'de Mekke'de, 195 H. de Bağdâd'ta Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ile görüştü. Böylece Hanbelî fıkhına, usûlüne, nâsih ve mensûh konusuna muttali oldu. Sonra Bağdad'ta "İmam Şafiî'nin eski mezhebi" denilen görüşlerini ortaya koydu. 200 H.de Mısır'a geçti ve "Yeni Mezheb" denilen görüşlerini tasnif etti. Orada iken 204/819'da vefat ederek Karafe denilen yere defnedildi.İmam Şafiî ilk olarak fıkıh usulünü tedvin etmiş ve bu konuda "erRisâle" yi yazmıştır. el-Hucce isimli eseri Irak'taki, "el-Ümm" ise Mısır'daki görüşlerini kapsar.İmam Şafiî mutlak, bağımsız bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı. O, Hicaz ve Irak fıkhını birleştirici bir yol izledi. Ahmed b. Hanbel onun hakkında; "Şafiî, Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti konusunda insanların en fakihi idi" demiştir. (Vehbe ez-Zühaylı, el-Fıkhu'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 36,37).Şafiî Mezhebinin UsûlüDelil olarak Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'a dayanır. Şafiî, Hanefi ve Malikîlerin aldığı "İstihsan"ı reddeder ve "kim istihsan yaparsa kendisi şeriat koymuş olur" derdi. Masâlih-i Mürsele'yi ve Medinelilerin amelini delil almayı da reddederdi. Bağdad'lılar ona "Sünnetin Yardımcısı" lakabını vermişlerdi.İmam Şafiî'nin "eski mezhebi"ni kendisinden dört Iraklı arkadaşı rivayet etmiştir. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Za'ferânî ve Kerâbîsî'dir. el-Ümm'de yer alan "yeni mezhebi"ni şu Mısırlı arkadaşları rivayet etmiştir: el-Müzenî, el-Buveytî, er-Rabîu'l-Ceyzî, er-Rabî' b. Süleymân ve başkaları. Şafiîlerde fetvaya esas olan yeni mezhep görüşleridir. Çünkü İmam Şafiî eski görüşlerinden rucû' etmiş ve "Benden kim bunları rivayet ederse ona hakkımı helal etmem" demiştir. Ancak basit on beş kadar mesele bundan müstesnadır. Diğer yandan İmam Şafiî'nin; "Hadis sahih olunca, benim mezhebim odur. Böyle bir durumda, hadisle çatışan bana ait sözü duvara çarpın" (ez-Zühaylî, a.g.e., 1, 37; Muhammed Ebû Zehra, Kitabü'ş- Şafiî, 149 vd.) dediği bildirilir.Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü TedviniAyet ve hadislerden hüküm çıkarmada, günlük fürû şer'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir takım usûl kurallarına uyuluyordu. İlk müctehid imamların devrinde de sözlü olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyed, umum, husus gibi metotla ilgili bilgiler hüküm çıkarmada esas alınıyordu. Ancak bunlar tedvin edilerek yazılı bir eser haline getirilmemişti. İşte İmam Şafiî ilk olarak ûsul konularını kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana getirdi. Çünkü Şafiî, sahabe, tâbiîn ve kendinden önceki fıkıh bilginlerinden intikal eden fıkıh servetini hazır bulmuş, İmam Mâlik'ten aldığı Medine fıkhı ile İmam Muhammed aracılığı ile aldığı Irak fıkhını birleştirici bir yol izlemiştir. Kendi yetiştiği çevre olan Mekke fıkhını da iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam alt yapı sebebiyle, fıkhın genel metotlarını belirleme yeteneğini kazanmış ve bunun sonucunda fıkıh usûlünü tedvin etmiştir.Mezheplerde fıkhın, usûlden önce tedvin edilmiş olmasında bir tuhaflık yoktur. Çünkü hükümlerde asıl konu fıkıhtır. Usûl ise bir metot ilmi olup, mantık gibi, aklın doğru ile yanlışı ayırdetme niteliği gibi doğuştan vardır. Aynı konuda birbiri ile çelişen iki âyet olunca, sonra inenin öncekini neshetmesi, genel hükmün özel hükümle sınırlandırılması gibi.Şafiî, dili iyi bildiği için âyet ve hadislerden hüküm çıkarabilmiş, Kur'an'ın tercümanı olarak bilinen Abdullah b. Abbas'ın ilminin nakledildiği Mekke'de yetiştiği için nesih konusunu öğrenmiştir.Şafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü de denilmiştir. Çünkü bunların usûle dair çalışmaları tamamen teoriktir. Mezhep gayreti onların metodunu etkilememiştir. Meselâ; Şafiî, sükûtî icmaı kabul etmez. el-Âmidî (ö. 631/1233) ise Şafiî mezhebinden olduğu halde "el-İhkâm" adlı eserinde sükûtî icmaı tercih eder (el-Âmidı, el-İhkâmî Usûli'l-Ahkâm, Kahire (t.y), I, 265). Bu usûl, kelâm ilminin metot ve konusundan istifade ettiği, felsefi ve mantıkî yönleri bulunduğu için "mütekellimlerin metodu" olarak nitelenmiştir. Meselâ; kelâm konusuna giren iyi ile kötünün akıl ile bilinip bilinemeyeceği, peygamberlerin peygamberlikten önce ismet sıfatına sahip (ma'sûm) olup olmadığı ve benzeri konular da tartışılmıştır.Şafiî veya kelamcıların metodu ile yazılmış en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi şunlardır. 1) Mu'tezile ekolünden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Alî el-Basrî'nin (ö.463/1071) Kitâbü'l-Mu'temed'i,” 2) Şafiî ekolünden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin (ö.487/1085) "Kitâbü'l-Bürhân"ı, 3), İmam el-Gazzalî'nin (ö.505/1111) "el-Mustasfâ"sı.Bu üç kitabı Fahruddin er-Râzî (ö. 606/1209) özetlemiş ve bazı ekler yaparak eserine "el-Mahsal " adını vermiştir. Seyfüddin el-Âmidi'nin (ö. 631/1233) "el-İhkâm" adlı eseri de aynı nitelikte birleştirici ve özet bir eserdir. Daha sonra el-Mahsûl'ü, Siracüddin el-Urmevî (ö.682/1283) "et-Tahsîl", Tâcüddîn el-Urmevî (ö. 656/1258) ise "el-Hâsıl " adlı kitaplarında özetlediler. Sihâbuddîn el-Karafi (ö.684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları alarak bunları "et-Tenkihât" adını verdiği küçük bir eserde topladı. Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (ö.685/1286) de bunun bir benzerini yaptı.el-Âmidî'nin el-İhkâm'ını ise İbn Hâcib (ö. 846/1442) "Müntehâ 's-Sül ve'l-Emel" adlı kitabında, bunu da "Muhtasaru'l-Müntehâ" isimli eserinde özetledi. Daha sonra bu özet eserleri bunlara yazılan şerhler izledi.Şafiî Fıkhının Dayandığı Kaynaklarİmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı delilleri "el-Ümm"de şöyle belirlemiştir: "İlim çeşitli derecelere ayrılır. Birincisi, Kitap ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm bulunmayan meselelerde İcmâ'dır. Üçüncüsü bazı sahabîlerin sözleridir. Ancak bu sahabe sözleri arasında çelişki bulunmamalıdır. Dördüncüsü, ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan sözlerdir. Beşincisi, Kıyas'tır. Bu da temelde Kitap ve Sünnet'e dayanır. İşte ilim bu derecelerden en üst olanından elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm, Kahire 1321-1325, VII, 246).Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmektedir. Çünkü diğer deliller de temelde bu iki delile dayanır ve bunlara aykırı olamaz. Şafiî, Kitap ve sabit olan Sünneti aynı sırada delil kabul eder. Çünkü Sünnet Kur'an'ın beyanını tamamlar, kısa anlatımlarını (mücmel) genişletir ve bazı kimselerin kavrayamayacağı inceliklerini açıklar. Buna göre, Sünnetin açıklayıcı durumunda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin derecesinde olması gerekir. Birçok sahabîler de hadise bu gözle bakıyordu.Ancak bu durum, İmam Şafiî'nin Sünneti her yönden Kur'an'a denk saydığı anlamına gelmez. Çünkü her şeyden önce Kur'an Allah kelâmı, Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir. Kur'an ibadet amacıyla okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz. Kur'an tevatür yoluyla sabittir. Sünnetin önemli bir bölümü tevatüre dayanmaz. İmam Şafiî'ye göre Sünnet Kur'an'ın dalı mesabesindedir. Bu yüzden gücünü Kur'an'dan alır, onu destekler ve tamamlar. Bu bakımdan açıklayanla açıklanan birbirine denk olmalıdır. Ancak bunun için, Sünnet sağlam olmalıdır. Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler, birinciler kadar kuvvetli değildir. Diğer yandan Şafiî, inanç esaslarını belirlemede Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir (M. Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1978, s. 336, 337)Şafiîlerin Âhâd Hadisi Delil AlmasıBir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan haberlere "âhâd hadis" denir. Hanefiler, senedinde kopukluk olmayan hadisleri mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe ayırırlar. Diğer çoğunluk müctehidlere göre ise, Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak üzere ikidir. Meşhur sünnet ise başlı başına bir çeşit olmayıp âhâd sünnet kabilindendir. Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka ravileri tevatür sayısına ulaşmamaktadır. Çoğunluğa göre âhâd sünnet; garîb, azîz ve müstefîz olmak üzere üçe ayrılır. Garîb; her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir. Azîz hadis; her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir. Müstefîz hadis ise; her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir.İmam Şafiî âhâd haberi delil olarak alırken sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasını yeterli görür. O, Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olması, rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düşmesi, İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medinelilerin ameline uygun düşmesi gibi şartları öngörmez.İmam Şafiî hadisi savunurken âhâd haberlerin de delil alınması gerektiğini şu delillerle ortaya koymuştur:1. Hz. Peygamber, İslâm'a davet için tevatür sayısında olmayan tek tek elçiler göndermiştir. Bu elçilere, sayılarının yetersiz olduğunu ileri sürerek karşı çıkan olmamıştır.2. Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kişinin şahitliği ile karar verilmektedir (bk. el-Bakara,2/282). Halbuki iki kişi tevatür sayısında değildir.3. Hz. Peygamber, kendisinden hadis işitenlere, bir kişi bile olsa bunu başkasına rivayet etme izni vermiş, hatta buna özendirmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah Teâlâ benden bir söz işitip bunu başkalarına tebliğ edeni nurlandırsın" (Tirmizi, İlim, 7; Ebû Dâvûd, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 46; Ahmed b. Hanbel, I, 437,V,183). Diğer yandan Vedâ haccı sırasında irad edilen hutbede de; hazır bulunanların, bulunmayanlara tebliğ etmesi, kendisine tebliğ ulaşanların, hükümleri ulaştıranlardan daha iyi kavramalarının mümkün olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Alim, 9, 10, 37; Hacc, 132, Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid, 24; Müslim, Hacc, 446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10; Tirmizî, Hacc, 1; Nesâî, Hacc, 111).4. Sahabîler Hz. Peygamber'in hadislerini, birbirinden tek tek rivayet etmişler, birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmamışlardır (Ebû Zehra, a.g.e., 339, 340).İmam Şafiî'nin Mürsel Hadisi Delil AlışıSenedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis" denir. Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir ravinin de tabiîn veya sahabeyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamber'den işitmiş gibi hadis nakletmeleri halinde bu çeşit hadis söz konusu olur. Ebû Hanife ve İmam Mâlik, bu çeşit hadisleri, rivayet eden râvi güvenilir olursa, başka bir şart öne sürmeksizin kabul ederler.İmam Şafiî ise mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tabiî ise kabul eder. Ayrıca hadisin şu nitelikleri taşımasını da şart koşar:1. Mürsel hadisi, senedi tam ve aynı anlamda başka bir hadis desteklemelidir.2. Mürseli, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.3.Mürsel hadis, bazı sahabe sözüne uygun düşmelidir.4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetva vermiş olmalıdır.Ancak mürsel hadisle, senedi tam olan hadis çakışırsa, bu sonuncusu tercih edilir (M. Ebû Zehra, Usûlü'lFıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab' 1377/1958, ts., 111,112).Uygulamadan örnek: Hz. Âişe (ö. 58/677)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hafsa'ya bir yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de oruçlu idik. Bu yiyecekle orucumuzu bozduk. Sonra Rasûlüllah (s.a.s) yanımıza girdi. Ona durumu anlattık. Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: "Zararı yok, onun yerine başka bir gün oruç tutun". Bu hadis mürseldir. Çünkü ez-Zuhrî (ö. 124/741) bunu Hz. Âişe'den rivayet etmiş, halbuki onu bizzat Hz. Âişe'den duymamış, Urve b. ez-Zübeyr'den duymuştur (eş-,Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, IV, 319). İmam Şafiî bu yüzden mürsel olan bu hadisle amel etmez ve nâfile oruç tutan kimsenin, orucu bozması hâlinde, başka bir günde kaza etmesi gerekmediğini söyler.Diğer yandan yine ez-Zührî'nin rivayet ettiği; "Rehin bırakan kişi borcunu ödemeyince, rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz. Rehnedilen şeyin menfaat ve hasan rehnedene aittir" (İbn Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 319-321) hadisini ise, ravisi Said b. el-Müseyyeb meşhur olduğu için kabul eder. Buna göre, rehin, rehin alanın yanında bir emanet hükmündedir. Onun korunması konusunda kendisinin bir kasıt veya kusuru olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, 80,81).Şafiî'nin Sükûtî İcma'ı Delil Almayışıİcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrılır. Birincinin delil oluşunda bir görüş ayrılığı yoktur. Sükûtî icma'; şer'i bir meselede bir veya birkaç müctehidin görüş belirttikten sonra, bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma veya karşı çıkmada bulunmaksızın susmalarıdır. Mâlikîlere ve son görüşünde İmam Şafiî'ye göre sükûtî icmâ delil sayılmaz. Çünkü müctehidlerin bir konuda susması, onların açıklanan görüşe katıldıklarını gösterebileceği gibi, başka bir nedene de dayanabilir. Henüz o mesele ile ilgili ictihadî bir kanaate varmamış olması, görüşünü açıklayan müctehidden çekinmesi veya görüşünü açıkladığı taktirde bir zarara maruz kalma korkusunun bulunması susma nedenleri arasında olabilir. Kısaca, ittifak gerçekleşmedikçe icma'ın varlığından söz edilemez. Şâfiîlerden sükûti icma'ı kabul eden el-Âmîdi de buna "zanni delil" deyimini kullanır (M. Ebû Zehra, eş-Şafiî, Terc. Osman Keskioğlu, Ankara 1969, s. 252 vd.).Şafiî Ekolünün İstihsana Karşı Çıkmasıİstihsan; müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.İmam Şâfiî istihsana karşı çıkmış ve bu konuda "İbtalu'l-İstiksan" adlı bir risale yazmıştır. Bu eserde şöyle der: "Allah'ın, Rasûlünün ve Müslümanlar topluluğunun hükmü olarak bütün bu zikrettiklerim gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen kimsenin ancak bağlayıcı bir delille hüküm ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Kitap, Sünnet veya ilim sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir görüş yahut bunlardan bazısına kıyas yapma yolu ile olur. İstihsan ile fetva verilmez. İstihsan bağlayıcı olmaz, o bu anlamlardan birisini de taşımaz". Şâfiî'nin "Cimâu'l-İlm" "er Risâle" veya el-Ümm" kitabında da bu sözlerin benzerlerini bulmak mümkündür.Hanefîler istihsanı geniş ölçüde kullanmış, Mâlikîler de bu konuda onları izlemiştir.İmam Şâfiî ise "İstihsan yapan kendi başına din koymuş olur" diyerek şu delillere dayanmak suretiyle istihsana karşı çıkmıştır:1. Şer'î hükümler ya doğrudan nass'a (âyet-hadis) veya kıyas yoluyla nass'a dayanır. İstihsan bunlardan birisine dahilse ayrı bir terime ihtiyaç olmaz. Aksi halde Cenab-ı Hakkın bazı konularda boşluk bıraktığı sonucu çıkar ki bu, "İnsan başıboş bırakıldığını mı sanır?” (el-Kıyâme, 75/36) âyeti ile çelişir.2. Kur'an'da Allah ve Rasûlüne itaat emredilmekte, nefsî isteklere uyulması yasaklanmakta ve anlaşmazlık çıktığı takdirde yine Kitap ve Sünnete başvurulması istenmektedir (en-Nisâ, 4/59)3. Hz. Peygamber istihsan ile fetva vermez, hevasından konuşmazdı. Nitekim eşine; "Sen bana anamın sırtı gibisin" diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiş, "Zıhâr" âyeti (el-Mücâdele, 58/1-4) gelinceye kadar beklemiştir.4. Hz. Peygamber, kendi kanaatlerine göre, bir ağaca sığınan bir müşriki öldüren sahabîleri, yine öldürülme korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen şahsı öldüren Usâme (r.a)'ın bu davranışını uygun görmemiştir.5. İstihsanın bir kuralı, hak ile bâtılı karşılaştıracak bir ölçüsü yoktur. Serbest bırakılırsa, aynı konuda farklı bir çok fetvalar ortaya çıkar.6. Sadece akla dayanan bir istihsan anlayışı ortaya çıkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanların da bu metodu kullanmaları caiz olurdu (eş-Şâfiî, el-Ümm, VI, 303, VII, 271 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, 271 vd.).Ancak burada İmam Şâfii'nin reddettiği istihsanı şer'î bir delile dayanmaksızın, şahsî arzuya ve sübjektif düşüncelere göre hüküm vermek olarak değerlendirmek gerekir. Şüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul etmediği bir şekildir. Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için o meselenin şer'î bir mesele olması yanında şu altı delilden birisine dayanması şarttır:1. Nass'a dayalı istihsan. Meselâ mevcut olmayan bir şeyin satışı yasaklandığı halde (Ebû Davud, Büyü', 70), para peşin mal veresiye bir akit olan seleme izin verilmiştir (Ebû Dâvud, Büyü', 57). İşte burada ikinci hadise dayanarak kıyas terkedilmekte ve istihsan yoluna gidilmektedir.2. İcma'ya dayalı istihsan. Meselâ sanatkâra mal sipariş vermek anlamına gelen istisnâ akdi icmâa dayanır. Çünkü asırlar boyunca buna karşı çıkan bilgin olmamıştır.3. Zaruret veya ihtiyaca dayalı istihsan. Pislenen kuyunun, bir kısım suyun çıkarılması ile temizlenmiş sayılması gibi (İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, I, 67 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, I, 147 vd).4. Gizli kıyasa dayalı istihsan. Meselâ; yerleşik kurala göre; özel kayıt konulmadıkça arazinin satımı ile irtifak hakları kendiliğinden alıcıya geçmez. Bu konuda vakfın satıma kıyası açık veya celî kıyas, kiraya kıyası ise gizli kıyastır. Vakıf istihsan yoluyla kiraya kıyas edilerek, irtifak (su içme, su alma, geçit gibi) haklarının vakıf kapsamına girmesi esası benimsenmiştir (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, 168).5. Örfe dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre vakfın ebedî olması gerekir. Bu da vakfın sadece gayri menkullerde olabileceği anlamına gelir. Halbuki İmam Muhammed eş-Şeybânî kitap ve benzeri vakfedilmesi örf haline gelen şeylerin kıyasa aykırı olmakla birlikte vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir. Bu esastan hareket edilerek nakit para vakıflarına da fetva verilmiştir.6. Maslahata dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre ziraat ortakçılığı, kira akdine kıyasla taraflardan birisinin ölümü ile sona erer. Ancak ürün henüz yetişmemiş bir durumda iken toprak sahibi ölse, emek sahibinin menfaatini korumak için istihsan yapılarak akit ürün alınıncaya kadar uzamış sayılır (Zekiyüddin Şa'ban, a.g.e., 171).Sonuç olarak Hanefî ve Şâfiîlerin istihsan anlayışı dikkatlice incelendiğinde arada önemli bir ayrılığın bulunmadığı görülür. Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptığı meselelerin temelinde daima yukarıda belirtilen delillerden birisi bulunur. Nitekim el-Âmidî'nin belirttiğine göre, İmam Şâfiî de bazı meselelerde istihsan terimini de kullanarak bu metoda başvurmuştur. Şâfiî'nin "Mut'anın otuz dirhem olmasını uygun buluyorum", "Şüf'a hakkı sahibinin bu hakkını üç gün içinde kullanmasını uygun görüyorum" sözleri buna örnek verilebilir (el-Âmidî, el-İhkâm, III, 138).Şâfiî'nin Sahabe Sözünü Delil AlışıŞâfiî ûsul bilginlerinden bazıları, onun eski mezhebine göre sahabe kavlini delil aldığını, yeni mezhebinde bu görüşten vazgeçtiğini söylemişlerdir. Ancak yeni mezhebi rivayet eden Rabî b. Süleyman el-Murâdî'nin naklettiği başka bir eser olan "er-Risâle" de Şâfiî'nin sahabe sözlerini delil olarak aldığı görülür (er-Risâle, Halebî baskısı ve Ahmet M. ,Sakir nesri, Kahire 1940, s. 597). Yine Şâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlı eserinde şöyle der: "Kitap ve Sünneti bilenler için özür söz konusu olmayıp, gereğine uymak şarttır. Kitap ve Sünnet'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan birinin sözlerine başvururuz. Eğer ihtilaflı meselede Kitap ve Sünnete daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r. anhüm)'ın sözüne uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitap ve Sünnete daha yakın olduğuna dair bir delil bulunursa, o söze uyarız" (Şâfiî, el-Ümm, VII, 246).Şeriat İlminin Kısımlarıİmam Şâfiî'ye göre şeriat ilmi ikiye ayrılır.1. Hükümlere kesin olarak delâlet eden nasslarla sâbit olan kesin ilim.2. Galip zanna dayanan zannî ilim. İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma girer. Müctehid nasslardan kesin hüküm çıkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir.Şâfiî Mısır'da yazdığı kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiş ve o; "Bağdad'ta yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiştir. Şâfiî'nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi bir konu üzerinde çeşitli görüşler yer alır. Bazan iki veya üç çeşit kıyas yapılır, fakat tercih okuyucuya bırakılır. Buna, zekât verilmeden satılan tarım ürünlerini örnek verebiliriz. Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra alıcı bunların zekâtının verilmediğini anlasa, şu durumlar söz konusu olur:a. Alıcı, malın tamamı için mi, yoksa zekât olarak verilmeyen miktarı için mi satım aktini feshetme hakkına sahiptir?b. Zekât miktarı arazi yağmurla sulanmışsa onda bir, âletle sulanmışsa yirmide birdir. Alıcı burada seçimlik hakka sahip midir?c. Zekât düşüldükten sonra kalan kısmı paranın tümü ile mi alır, yoksa satışı fesih mi eder? Şâfiî bütün bu görüşlerin doğru olabileceğini belirtir.Şâfiî mezhebinde görüşlerin çok oluşunun bu mezhebin gelişmesine yardımcı olduğu söylenebilir. Çünkü bu mezhebte tercih kapısı sürekli olarak açık bırakılmıştır (Ebû Zehra, İslâm'daFıkhî Mezhepler Tarihi, 354, 355).Şâfiî Mezhebinin YayılmasıŞâfiî mezhebi özellikle Mısır'da yayılmıştır. Çünkü mezhebin imamı hayatının son dönemini orada geçirmiştir. Bu mezhep, Irak'ta da yayılmıştır. Çünkü Şâfiî fikirlerini yaymaya önce orada başlamıştır. Irak yoluyla Horasan ve Mâveraü'n-Nehir'de de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetvâ ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile paylaşmıştır. Bununla birlikte bu ülkelerde Hanefî mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olması nedeniyle hâkim durumda idi. Mısır'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince Şâfiî mezhebi daha da güçlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur. Ancak Kölemenler devrinde Sultan Zâhir Baybars, kadıların dört mezhebe göre atanması gerektiği görüşünü öne sürmüş ve bu görüş uygulanmıştır. Ancak bu dönemde de Şâfiî mezhebi o yörede diğer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir. Meselâ; taşra şehirlerine kadı atama yetkisi ile yetim ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şâfiî mezhebine ait idi.Osmanlılar Mısır'ı ele geçirince Hanefi Mezhebi üstünlük kazandı. Daha sonra Mehmet Ali Paşa Mısır'a hâkim olunca, Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga etmiştir.Şâfiî mezhebi İran'a da girmiştir. Günümüzde Şiî ekolü ile yanyana bulunmaktadır.Günümüzde Anadolu'nun doğu kesiminde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanları arasında Şafiî mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladır. Endonezya adalarında ise hâkim olan tek mezhep Şâfiî mezhebidir (Ebû Zehra, a.g.e, 358 vd.).Hamdi DÖNDÜREN

KiYAFET DEVRiMLERi ve PERDE ARKASI ?? (2. Bölüm)

Ahmet AÇIKGÖZ

Alimler irfan şehirlerinin kurmaylarıdır. Rütbelerin en büyüğü “ilim” onların payesidir. Medeniyetin önünde onlar vardır. İnsanlık tarihi müsbet kazanımlarını onlara medyundur. Çünkü onlar, insanlığın en büyüğü; Allah Resulü’nün (s.a.v.) varisleridir. İslami değerler adına sahip oldukları her şeyi Peygamber’den (s.a.v.) aldılar. Fıkıh, tefsir, kelam gibi izzet, itibar da Peygamber (s.a.v.) menşelidir. Hakim güce karşı koymayı, “hayır” demeyi O’ndan (s.a.v.) öğrendiler. Önce ilme belendiler sonra saltanata, zulme, müşrik idarelere karşı dik durdular. Habil’den, İbrahim’den, Hazret-i Resulullah’tan gelen muazzez bir sünnetti bu dik duruş. Bütün mevcudiyetleriyle Allah’a bağlanan ilim erleri, gerektiğinde başlarını ortaya koydular fakat Hakk’a, hakikate muhalif fetvaların altına imza atmadılar. İlim tarihi, bu nev’i kahramanların destanlarıyla doludur. Müctehit İmamlar, o kahramanlar mahşerinin “kubbe-i hadra”larıdır. Her biri kendi semasında hoş sedalar bırakarak ayrıldı bu dünyadan. Kimin ne kadar büyük olduğu zor zamanlarda aldığı karalarla ortaya çıkar. Devlet-i Aliyye’nin tarihi de zor zamanlarda isabetli kararlar alabilen alimlerle doludur. Zembilli Ali Cemali Efendi’den Ali Haydar Efendi’ye uzanan mubarek bir silsele vardır Devlet-i Aliyye’nin mündericatında. Fatih’in Şeriat’a muhalif emirnamesini yırtan Molla Gürani’yi, Bursa’ya seyahate giden IV. Mehmed’ e, “Bursa’ya gezintiye değil, Venedik’e sefere gidiniz.”, diyen Şeyhülislam Bolevi Mustafa Efendi’yi, onlarcasıyla, on dokuzuncu yüzyıla taşıyabilseydik, medeniyetin yürüyüşüne ara noktası konmayacak belki de bu fetret hiç yaşanmayacaktı.Hali Sorgulayan AdamFatih’in, Yavuz’un muhkem iradesiyle on dokuzuncu yüzyılda zuhur eden Sultan II. Abdülhamid, eğer Molla Gürani gibi alimlerle meclis kurabilseydi, muhakkak ki tarihin hükmü bu günkünden daha farklı olacaktı.Ali Haydar Efendi, Abdulhamid sonrası devri sorgulayan bir Molla Gürani bir Zembilli Ali Cemali Efendi’ydi. Abdulhamid1900’lü yıllar... Mustağribler içerden, müstevliler dışardan saldırıyor Abdülhamid’e. Jön Türkler, Yunanlılar, Yahudiler hep bir ağızdan meşrutiyet diye bağırıyor. Sayı itibariyle çoğunluğu gayr-i müslimlerin elinde olan basın, Sultan’ı hal’ etmek, Osmanlı-İslam medeniyetini parçalamak için, bütün kalemleriyle kin kusuyor. Ne hazindir ki, birkaç dönmenin oyununa gelen Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmed Akif gibi İslam’i cephenin şehir kalemleri de Abdülhamid’in karşısında yer alanlar arasındadır. Abdülhamid, aldatan ve aldananlardan oluşan bu ittifakı yarabilmek için, Doğu’dan, Batı’dan, Afrika’dan, Himalaya’lardan alimleri, mürşidleri, İstanbul’a davet etti. Yıldız Sarayı’nda onlara, dirilişin amentüsünü anlattı. Halifenin etrafında oluşacak İslam birliğinin sosyo-politik gücünden bahsetti. Aldatanların ve aldananların etkisiyle yaralanan, dağılan ümmeti tek noktada yeniden toplamanın zihni, siyasi, itikadi koordinatlarının nasıl olması gerektiğini anlattı. Bu çerçevede yaptığı ve birlikte yapılması gereken çalışmalardan söz etti. Ulemadan bu hayati projeye için gayret sarf etmelerini, katkıda bulunmalarını istirham etti. Abdulhamid, Yıdız’da topladığı alimlerden, ulu hocaların eserlerini yeniden hayata taşımalarını ve yeni çağa, onların ruhunu aşılamalarını taleb etti. Alimler Yürekli Sultan’ın, onlara verdiği imkanlarla, ihsanlarla yurtlarına, yeni görevlerini kuşanmak üzere geri gittiler. Şeyhleri, alimleri, dervişleri, hasılı bütünüyle ümmeti bir heyecan kapladı. Alem-i İslam Gazali’yi, İmam Rabbani’yi yeniden keşfetti. Zira Abdülhamid’in emriyle Süleyman Hasbi Efendi “Tehafüt”ü, Mardinli Yusuf Sıdkı Efendi “İhya”yı, Hoca Zihni “el-Münkiz min’ed-Delal”i, terceme etti. İslam Hukukundan, Hikemiyat’tan mühim kitaplar Türkçeye, Urduca’ya, Farsça’ya aktarıldı. Ulu hocaların kitaplarını okuyan nesle öz güven geldi. Batıyla hesaplaşabileceklerine inandılar. Fikren, ruhen bir yenileşme başladı. İlmi ve ictimai hayattaki bu güzel gelişmelerin aksine, siyasi arenada farklı şeyler oluyordu. İttihat ve Terakki’nin komitacı üyelerinin siyasi nüfuzu her geçen gün biraz daha artıyordu. Dış ve iç güçlerin baskısı karşısında yalnız kalan Sultan Abdulhamid 1908 yılında, daha önce yürürlükten kaldırdığı Meşrutiyet’i tekrar kabul etmek zorunda kaldı. Bu arada İttihat ve Terakkiciler, uydurma bir seçimle, Meclis-i Mebusan’a kendi adamlarını doldurdular. Mebusların çoğu Jön Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler ve Yahudiler’den oluşmaktaydı. Yani aldananlar ve aldatanlar mecliste aynı saftaydılar. Her ikisi de Meşrutiyet’i savunmada ve Abdülhamid’e düşman olmada hemfikirdi. Abdulhamid’e karşı, hürriyet adına yürüyenler, gerçek istibdadı II. Meşrutiyet’le tanıyınca şaşkına döndüler. Çünkü her tarafı İttihat ve Terakki terörü kaplamıştı. İstanbul uleması ise hayretle, olan biteni seyretmekteydi. Hürriyet için Meşrutiyet isteyenler lal-i ebkem olmuşlardı. Zira konuşan behemahal bir komitacının kurşunuyla hayatını kaybediyordu. Klas DuruşNeşredilen dergi ve gazetelerde Allah ve Resul buyruğu tahkir ediliyor, Meclis, İslam’a muhalif kanunlar çıkarıyordu. Ulema arasında Meşrutiyet’e karşı bir muhalefet oluşmuştu fakat herkes korkudan sukut orucuna girmişti. Birisinin çıkıp Hakk’ı müdafaa etmesi, hali sorgulaması gerekiyordu. O gün için bu onurlu duruşa en müsait yer Padişah huzurunda, meşhur ulema ve devlet erkanının katılımıyla yapılan “huzur dersleri” idi. Dersin baş mukarriri Gümüşhanevi Hazretlerinin bağlılarından Tikveşli Yusuf Efendi. Baş muhatabı ise Ahıskalı Ali Haydar Efendi’dir. Tikveşli, -her zaman olduğu gibi yine- dersten önce Ali Haydar Efendi’den siyasi açıklamalar yapmaması ya da bu meyanda sorular sormaması ricasında bulundu. Fakat Meşrutiyet’le gelen zulüm öyle bir noktaya varmıştı ki, susmak, Hakk’a ihanet etmekle eş değerdi. Bu yüzden Ali Haydar Efendi ders esnasında meseleyi, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin, kafirlerin ta kendileri olduklarını” ifade eden ayete getirir ve Kuran’a rağmen kanun yapan Meclisi Mebusan’ın ve o kanunları uygulayanların durumunun ne olduğunu sorar. Tikveşli, bedeli ağır bu sual karşısında sükute bürünür. Ali Haydar Efendi, cevabını alamadığı bu suali usul gereği “baş muhatab” ünvanıyla etraflı bir şekilde izah eder. Ders bu izahla sona erer. Dersten sonra herkes Meclis-i Mebusan-ı Kur-an’a göre illegal ilan eden Ali Haydar Efendi’nin akıbetini merak etmektedir.Padişah huzurunda akdedilen dersin ertesi günü, genellikle idamlıkların çağırıldığı Yedi-sekiz Hasan Paşa Karakolu Ali Haydar Efendi’yi davet eder. Karakolda ifadesi alınan Ali Haydar Efendi doğruca Sultan’ın huzuruna çıkarılır. Sultan, Ali Haydar Efendi’yi yanına davet eder, yer gösterir ve ona hitaben şöyle der; “Şayet etrafımdaki ulema senin vakarına ve ilmine sahip olsaydı, İslam ümmeti bu gün bu halde olmayacaktı.”Sultan, Ali Haydar Efendi’ye hale dair düşüncelerini, çözüm önerilerini sorar, ayrılırken de ona bir kese altın hediye eder. Sultan’ın hediye ettiği bu kese, Ali Haydar Efendi’nin hanımının çeyizinde, klas duruşun bir şahidi olarak hala durmaktadır.Müteakib yıllarda, İttihat ve Terakki’nin İstanbul’un en eski Halidi Tekkesi olan İsmet Efendi Tekkesi’ni işgal etmesi ve Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin postnişinliğini 1919’a kadar engellemesi bu dik duruşun bir anlamda rövanşıdır.Ali Haydar Efendi, çete kafasıyla devlet yöneten, dışı müslüman, içi mason olan komitacılara baş eğmedi. İslam’ın izzetini muhafaza etti. O, Devleti Aliyye’nin ahirinde zuhur eden bir Zembilli Ali Cemali, bir Molla Gürani’ydi. Seleflerinin sünnetini yaşatan birkaç onurlu alimden biriydi. Konjoktür dik duruşuna mani olamadı. Bu yüzden tarih onu, Peygamber makamını çiğnetmeyen vakur bir alim olarak anıyor.***ZOR ZAMANLARIN ŞEYHİFatih’in soyundan, Avrupa’lı adamın ellerini ilk önce öpme şerfine! nail olan mustağriblerin çoğu Mekteb-i Sultani (Galatasaray) menşeliydi. Ne Doğulu ne Batılıydılar. Dünya tarihinin Araf’ta yaşayan ilk nesli olma özelliğini taşımaktadırlar. Mustağriblerin Batı Medeniyeti’ni tahlil edip, tecrübesini ve müsbet neticelerini millet yapısına aktarmak gibi ne bir dertleri ne de böyle bir girişim için kabiliyetleri vardı. Tek gayeleri, cemiyetten bütünüyle İslam Medeniyeti’nin izlerini silmekti. Devlet-i Aliyye tarafından, Batı’nın teknolojik değişimini takip etmek için gönderilenler, geriye ilim adamı kisvesi yerine, edebiyatçı, gazeteci etiketiyle döndüler. Baki’yi, Fuzuli’yi tanımayanlar Goethe’ye, Rimbaud’a amele oldular. “Mefahir”İ unutanlar ya da hiç duymayanlar Batı kültürünün gönüllü savunuculuğuna soyundular. Ameleler, efendileri için çalıştı. Millet vicdanında kalabilen irfanı son şubesine varıncaya kadar kurutabilmek için ellerinden ne geliyorsa yaptılar. Bin yıllık Osmanlı-İslam Medeniyeti’nin yerine var ettikleri lise seviyesinde bile olmayan şu sun’i kültür onların eseridir. Zihnen durduramadıkları medeniyeti parayla, komployla, istibdatla, cebirle, durdurdular. Medresenin, tekkenin karşısına, fuhuş ve şöhret kaleleri kurdular. Oralarda yetişen nesil, bütün kurumlarıyla irfana düşman oldu.Batı, mustağriblere önce kendini taklit etmeyi sonra komployu öğretti. Günü gelince de güç ve silahla konuşmayı.Amele kültürüyle yetişen aydınlar milletinin idealleri yerine efendilerinin menfaatleri için çalıştı. Hem milletin ideallerinden onlara ne idi ki? Hukuk doktrini, sanat anlayışı, ruh yapısı vesaire... Kim uğraşacaktı bunlarla? Onların vazifesi masum Anadolu çocuklarının genlerinden İslam Ruhu’nu söküp çıkarmaktı. İlk mektebe gelen çocuğa küfür nasıl aşılanacaktı, onların uhdesine bu tevdi edilmişti. Kurtuluş Köprüsüİhanet ve cehaletin en şaşalı dönemini yaşadığı yıllarda Ali Haydar Efendi’nin yürüdüğü yol, İslam Ruhu’na sadık kalanlar için kurtuluş köprüsü oldu. Çevreleri küfür gangasterleri tarafından kuşatılan çocuklar kurtuluş için o köprüyü kullandılar. Köprü, ezan sesleriyle büyüyen Devlet-i Aliyye’nin çocuklarını, ezanla bütünleşmeye taşıdı.Her gün İttihat ve Terakki markalı muallimlerin şu hain, şu kahraman, şu ilerici, şu yobaz tasnifini dinleyen çocuklar müthiş bir zihin kirlenmesi yaşıyorlardı. Mektepte, sinemada, gazetede gördükleri hoca tiplemeleri iğrençti. Karikatürize edilen hocalar, ellerine tutuşturulan kocaman sopalarla dehşet(!) saçıyorlardı. Yeni hayatı özendirebilmek için eskiye sövmek mubahtı, beklide zorunluydu. Çocuklar söz konusu karalamanın öylesine etkisinde kalmış ve öylesine ürkmüşlerdi ki, camilerin ya da tekkelerin sokaklarından geçmeye bile cesaret edemiyorlardı.Amele kafasıyla yetiştirilen çocukların bir gün yolları Çarşamba’ya düşerde orada İsmet Efendi Dergahı’na uğrarsalar, öğretmenin söylediklerinin tam zıddına ak sakalıyla bir sevgi dağının oturduğunu görürlerdi. O sevgi dağı, söylenildiği gibi elinde sopa değil gülleri, kitapları tutmaktaydı. İsmet Efendi TekkesiEtrafı tahta tarabalarla çevrili İsmet Efendi Tekkesi’nin içinde hayat bir başkaydı. Orası, Ahiretin dünyaya yansıyan yüzü gibiydi. Fakat amele kültürünün zehirlediği çocukların çok azına o güzel iklimi tanımak nasip olmuştu. Bütün çocuklar, mustağriblerin söylediklerini tekzip eden bu hayatı tanıyamadı. Çünkü, yeni hayat böylesine bir tanışmaya maniydi. Zira Ali Haydar Efendi’yle buluşmak, konuşmak suçtu. Baskılar karşısında mazlum halk yorgun düşmüştü. Kimsenin “neler oluyor, niçin ulema tecrit ediliyor” diye soramaya ne mecali ne de cesareti kalmıştı. Anadolu halkı, Çanakkale’de düşmanla göğüs göğse bizzat çarpışan Büyük Veli’nin ahir ömrünün tahta tarabalarla çevrili Tekke’de göz hapsinde geçmesine üzülüyordu, fakat susmaktan başka ne yapabilirdi? Küfür barikatlarını aşıp Ali Haydar Efendi’yle buluşan çocuklar, onun yanında gerçek huzuru kuşandılar, ruhlarıyla barışık kalmanın ne demek olduğunu öğrendiler.“Bu Can Bu Yola Adanmıştır”Ali Haydar Efendi ömrünü, küfrün kirletmeye çalıştığı zihinleri arındırmaya, tekrardan İslam’a kazandırmaya adadı. Onlara İslam’ın gerçek yüzünü gösterdi. Okudu, okuttu bir irfan denizi oldu. Yaşının verdiği yorgunluğu bir ders verirken bir de sohbet ederken unuturdu. Onun ilim-irfan azmine dair, talebelerinden Muhterem Emin Saraç Hocaefendi şunları söylüyor: “Ali Haydar Efendi’den Molla Hüsrev’in “Mir’at”ını okuyordum. Ders için her gün Tekke’ye giderdim. Yine bir gün gitmiştim ki, Üstadım’ı aşırı derecede yorgun buldum. Konuşmaya, ders takrir etmeye mecalleri yoktu. Bu yüzden “Evladım! Bundan sonra ders okutamayacağım, senin de gördüğün gibi sağlığım buna müsait değil.” dedi. Ses tonundan, ders okutamamaktan dolayı son derece muzdarip olduğu anlaşılıyordu. Öyle ki zindan, zulüm ve tecritler ona ders okutamamak kadar ağır gelmemişti. Ali Haydar Efendi’nin bu hal beyanı üzerine “peki” dedim ve müsaade isteyerek huzurundan ayrıldım. Doğruca ikamet ettiğimiz “Üç baş Medrese”sine gittim. Hadiseden bir gün sonraydı, saat sabahın sekizi, medresenin o ilk odasında dersimi mütalaa ediyordum. Arkadaşlardan biri yanıma gelip dışarıda bir yaşlı kadının benimle görüşmek istediğini söyledi. Görüşmek için dışarıya çıktım, bir de ne göreyim! Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin Hanımı. Hocam’ın beni istediğini söyledi. Ne buyuracaklar diye koştum, huzuruna vardım, buyurdular ki, “Evladım! Seni gönderdikten sonra halim daha da ağırlaştı. Öyle ki gözlerime uyku girmedi. İlmini ketm edenlerden olmaktan korktum. ‘Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulurda cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teala ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur.’ hadisine muhatab olmaktan korktum. Ders okut(a)mamanın hesabını verememekten korktum. Bu can bu bedendeyken nasıl olur da bir tâlib-i ilmi reddederim! Binaenaleyh, ahir nefesimize kadar derse devam edelim. Bu can bu yola adanmıştır.”Hal ve Kâl İç İçeAli Haydar Efendi, kapısında “Halidi” yazan tekkenin içinde talebelerine, İslam’ı bütün bir surette öğretti. Tasavvufi hayatın en güzel anlatımını yapan “Mektubat”ın yanı sıra, ağırlıklı olarak usul, usul-ü fetva, kavaid-i fıkhıyye, furu’ fıkıh gibi fıkhi dersleri de okuttu. Ali Haydar Efendi’nin ders halkasına katılan talebeler, onu dinlerken fıkhın, “modern çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu” savunanların iddialarının ne kadar gülünç olduğuna tanık olurlardı. Fıkhın çağdışı olduğunu iddia ederek talebelerin zihinlerini kirletenler Ali Haydar Efendi gibi fakihlere hangi problemi getirmişlerdi de onlar bunun cevabını vermekten aciz kalmışlardı?! Tek bir mezhepten (Hanefi) dünya hukuk tarihinin en pratik eserlerinden birini çıkaranlar (Mecelle) fakihler değimliydi? Ali Haydar Efendi’nin başkanlığını yaptığı “Te’lif-i Mesail Heyet”i, hayatın önünü açmada yetersiz mi kalmıştı ki, Batı Kanunları’nı “kes, kopyala, yapıştır “ şeklinde alıp milletin önüne sürdüler? Elbette ki hayır. Nitekim, “Telif-i Mesail Heyet”i reisliğini yürüttüğü yıllarda Ali Haydar Efendi’nin katipliğini yapan Ömer Nasuhi Bilmen’in kaleme aldığı “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamus”unun mükemmelliği, İslam’a mesafeli duran bir çok modern hukuk profesörünü hayrette bırakmıştır. Bilgileri ancak lise kültürüyle sınırlı olan son devir aydını, İslam’ı, Reşat Nuri, Halide Edip gibi yazarların romanlarındaki olaylardan, hoca, müderris tiplerinden tanıdığından ulemaya karşı mesafeli durdu. Mezkür zevatın eserleriyle büyüyenlerin zihinlerinde ki hoca tipi, halkın parasını sömüren, bir ziyafetten diğerine giden kişilerden oluşmaktaydı. Onlara göre cami ve medreseler hurafelerin anlatıldığı mekanlardı. Dolayısıyla oralara gitmek, oralarda hocalarla aynı meclisi paylaşmak ve hayatın sorunlarına çare aramak, vakit israfıydı.Böylesine yoğun bir dezenformasyon altında yetişen yeni nesil, çağdaşlık adına kendi değerlerinden koparıldı. Yeni hal, her şeye milat kabul edildi. O muhteşem tarih sanki hiç yaşanmamıştı. Ebu’s-Suud’un, İbn Kemal’in, İbn Haldun’un yerini Dukheimler aldı. Gerçek kahramanların kürsüsünü aldatanlar işgal etti. Dolayısıyla da baştan başa bir nesil aldananlardan oluştu. Zaman, yaşananlara tanıklık ettiği gibi bir gün yaşananlarla ilgili gerçek hükmünü de verecektir. Ne zaman mı? Ali Haydar Efendi’nin mübarek ellerinden gül devşiren ak sarıklı “Büyük Veli”nin ektiği beyaz güller bütün bir alemi kaplayınca.*** ALİHAYDAR EFENDİ ve CEMİYETAllah Resulü (s.a.v.), insanın bütün hasselerine olduğu gibi, görme hassesine de hitap eden bir “üsve-i hasene”dir. O, İslam toplumu için en güzel örnektir. Peygamber, kürsüde, İslam’ın ne olduğunu, devlet idaresinde, yargıda, çarşıda da nasıl uygulanacağını bizzat yaşayarak anlattı. Medeniyet, İslami ve insani bütün değerleri O’ndan öğrendi.Görme hassesinin önemindendir ki, Allah Resulüyle sohbet eden ya da onunla aynı meclisi paylaşan sahabi, velayetin zirvesinde olan Veysel Karani ve Ömer Mervani’den daha üstün kabul edilir. Çünkü, sahabi, seferde-hazarda kendileriyle birlikte yürüyen, namazda onlarla aynı mekanı paylaşan, çarşıda alış-veriş yapan, hasılı cemiyetin her noktasında onlarla birlikte olan Allah Resulü’nün talebesiydi. İslam, Babil Kulesine çekilip hasbi tefekkür edebiyatı yapmayı hoş görmüyor. Çünkü, Hazret-i Resulüllah’ın duruşu, alim-arif kimliğine sahip herkesi cemiyetle kucak kucağa olmaya çağırıyor. Alim-arif, yazdıklarından ziyade yaşadıklarıyla cemiyeti etkiler. Bu yüzden tekkeler, çok amaçlı ıslah evleri, irşat evleri konumundadır. Oralarda ruhlar masivadan arınır, hece hece seyr-i suluk’ün elif bası okunur, sonra Allah’a varan yollarda mesafe kat’ edilir.ManzaraYirminci yüz yılın eşiğine gelindiğinde, kimi tekkeler modern zamanın hakim düşüncesine uyup gayri meşru duruşları İslamileştirdi! Kimi, cenneti parselledi, kimi bez parçalarına “Urve-i Vüska” diye sarıldı. Bir çok tekkenin ehliyet ve liyakat yoksunu müteşeyyihlerin eline geçmesini fırsat bilen batılı adam; gönüllü iş birlikçileri vasıtasıyla zındıkları şeyh diye tanıttı. Günü gelince de, şeyh olarak tanıttığı bu adamların sufi kimliklerini cerh edip, “işte tasavvuf budur.” dedi. Yakın geçmişte ekranlardan seyrettiğiniz olayların kahramanları hep bu cinsten adamlardır. Kimdirler, nereden ve niçin geldiler, bunca şenaati hangi vicdanla yaptılar? Bütün bu suallerin temelinde İslam toplumuna Sünnet ve Cemaat akidesini en güzel şekilde öğreten ve onları bu doğrultuda yaşmaya teşvik eden hakiki tekkelerin gücünü kırmak ve halkın zihnindeki müspet izleri silmek vardır.Selin Vuramadığı YamaçAli Haydar Efendi, müteşeyyihler vasıtasıyla oluş(turul)an yanlışları tasavvufi hayatın içinden ayıkladı ve onu doğrularıyla hale, istikbale taşıdı. Onun çevresi, selin vur(a)madığı yamaçları andırıyordu. Bütün güzellikleriyle İslam’ı teşhir ediyordu o yamaçlar.Bilindiği gibi, Nakşi şeyhlerin arka planında iyi bir zahiri eğitim vardır. Ulema meşreplidirler. Bu yüzden Osmanlı Medeniyeti’nin son asırlarında ortaya çıkan medrese tekke çatışması, ancak tekkelerin çoğunluğunun Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri’nin halifelerine teslim edilmesiyle sona erdirilebilmiştir. VaazlarıNakşi şeyhler, Şeriat’a vakıf olduklarından, ulemanın tenkidini değil tasvibini kazanmışlardır. Yazı ve konuşmalarında muktezayı hale dikkat etmişler ne, neyi, nasıl anlatmayı gerektiriyorsa ona göre bir duruş sergilemişlerdir. Bir meseleyi doğrudan tenkit edip karşı tarafın nefretini kazanmaktansa hadiseyi etraflıca izah edip yanlışı doğrudan ayıklamışlardır. Ali Haydar Efendi’nin konuşmalarında da hep bu üslup hissedilirdi. Meselenin doğrusunu anlatır, yanlışını idrak etmeyi ise cemaate bırakırdı. Allah demenin bile yasak olduğu bir devirde böyle konuşmak, konuşma üsluplarının en doğru olanıydı.Perşembe günleri, Sultan Selim’de, Salı günleri Nişanca camiinde öğle sonraları vaaz verirdi. Kuran ve Sünnet’in İslam Medeniyeti’nin iki esası olduklarını ve kıyamete kadar da vazgeçilmezliklerini koruyacaklarını anlatırdı. Konuşmalarını irticalen yapar, cemaat üzerinde azim tesirler bırakırdı. Kudema bezmine ahirde gelen bu alimi şehir-i, yeni hayat, irticadan sabıkalı görüyordu. Bu yüzden peşine hafiyeler takmışlardı. Vaazlarını cemaatin yanı sıra hafiyeler de dikkatle izlerdi. Müslümanlar için su gibi hayat olan ifadeleri, kıptilere kan gibi görünürdu. MürşitAli Haydar Efendi, medresede yetiştirdiği, cami kürsüsünde irşad ettiği çağının tanıklarını sosyal hayatta da yalnız bırakmaz, hayatın içinde rol alarak onları eğitirdi. Bu çerçevede, her Çarşamba günü zembilini arkasına alır, küçük oğluyla birlikte Çarşamba pazarına gider, ihvanı ve tekkeye gelecek misafirleri için sebze-meyve, vesaire satın alırdı.Yine bir Çarşamba günüydü, zembili arkasında küçük oğluyla birlikte pazara gidiyordu ki, tam Çarşamba Karakolu’nun yanında, acuze bir kadın 15-16 yaşlarındaki kızıyla Ali Haydar Efedi’nin karşısına çıktı. Kadın, tesettürlü fakat kızı aşırı derecede açıktı. Manzara, Ali Haydar Efendi’nin Hazret-i Ömer (r.a) vari bir şecaat arz etmesine sebep oldu. Kızın annesine hitaben şöyle dedi; “Behey gafil kadın! Sen, kendine merhamet ediyor kapanıyorsun da bu masume yavruya bir kastın mı var ki onu bu halde dolaştırıyorsun. Bu nasıl bir anneliktir ki, göz göre göre yavrunu ateşe atıyorsun.” Saadettin Kaynak VesilesiyleAli Haydar Efendi Sultan Selim Camii civarında ikamet ettiğinden bu camide müezzinlik yapan Saadettin Kaynak’ı iyi tanırdı. Hafız olması hasabiyle ona muhabbet besler, müşkillerini halletmeye çalışırdı. Kırılgan bir yapıya sahip olan Kaynak, hocalar içerisinde İslam’ın değişmezlerini değiştirmede en aktif davrananlardan oldu. Şapka taktı, simokin giydi, içkili salonlarda sanat icra etti. Vakta ki ezan Türkçe okutulmaya başlayınca bu işe de öncülük etti. “Tanru Uludur” diye ezan okumaya başladı. Ali Haydar Efendi bir zamanlar muhabbet beslediği bu müezzini şapkayla sokakta görünce, bostonunu kaldırıp “Hain Adam din-i mübin-i tahkir ediyorsun” diyerek kovaladı. Sokaktan geçen birisini uyarmak, ona İslam’ın hakikatini anlatmak bugünün mantığına tuhaf gelebilir. Bu yüzden modern zamanın aşındırdığı kalpler bu duruşu “doğru” okuyamazlar. Fakat, Mekke sokaklarında, Zü’l-Mecaz panayırında karşılaştığı her insanı uyaran Hazreti Resulullah’tan Anadolu erenlerine her zemin ve zamanda İslam’ı anlatmak müminlerin değişmez bir sünneti olmuştur.Hayatın küçük gibi görünen ayrıntıları, bazen cemiyetin mühim muharrikleri olabilirler. Cemiyet içinde müslümanca yaşamak, olaylara müdahil olmak, avam açısından güçlü bir iman, alim açısından ise kompleksiz bir irfan ister. Üstat, o irfanın yaşadığı vatandı.Gül Hanife HatunAli Haydar Efendi’nin, zembille sırtında taşıdığı pazarlıkları, hanımı Gül Hanife Anne ambara yerleştirir, zamanı gelince de pişirir, misafir ve ihvana ikram ederdi.Gül Hanife Anne, gündüzleri ihvana yemek hazırlar, gece de sabahlara kadar Ali Haydar Efendi’yle oturur, tesbih çekerdi. Uzun yıllar bu hal üzere devam etmesinden dolayı, sırtı kamburlaşmıştı. Ali Haydar Efendi, hanımının İslam’la olan münasebetini anlatırken şunları söylüyor; “Eğer, kadınlardan şeyh olsaydı o Gül Hanife Hatun olurdu.”*** İsmet Efendi Tekkesi, barınma ve yemek ikramının yanı sıra sosyal içerikli başka hizmetlerde verirdi. Örneğin tekkede büyük çamaşır leğenleri vardı. Fukara onlarda külle çamaşır yıkardı. Ali Haydar Efendi, ihvanın ticari ve ailevi ilişkileriyle de alakadar olur, ahlaki açıdan birbirlerine güvenmeyenlerin ticari ortaklık yapmamalarını öğütlerdi. Tarikat dersini değişmeye gelenlere ya da ders almak isteyenlere, hanımlarını kastederek; “Oğlum! Leyla’n ile aran nasıl” diye sorar, müspet cevap alamadığında; “Git! Aranı düzelt, gönlünü al, öyle ders verelim” derdi. Ailevi ilişkilerin iyi olmasına çok önem verirdi.***O, nemli gözleri, gündüz sıyamı, gece kıyamı yanında, sırtında ki zembili, çarşı-pazardaki sohbetiyle cemiyete “insan-peyamber”i taşıdı. Pazardan aldığı nevaleyi tasnif edip ambara yerleştirmesiyle, Hanife Anne’nin pişirdiği yemekleri ihvanın sofrasına taşımasıyla; on dört asır evvel Medine’de elbisesinin söküklerini kendi elleriyle diken, Suffe Ashabı’na kasedeki sütü bizzat takdim eden Kainatın Efendisi’ni (s.a.v.) hatırlattı. Ardında yaşanmaya değer bir hayat bıraktı. O, modern zamana İslam irfanını haliyle, kaliyle anlatan bir büyük öğreticiydi. Sarığı, cübbesi ve tekkesiyle cemiyete İslam’ı sundu. Bakışlarında Medine sıcaklığını yaşattı. Gül’ün(s.a.v.) ikliminde Gül’ün kokusunu almıştı, bu yüzden Gül’ün kokusunu dağıttı.

Alinti: Inkisaf Dergisi

KiYAFET DEVRiMi ve PERDE ARKASi ?? (1.Bölüm)

İSTİKLAL MAHKEMESİ ÖNÜNDE BİR ULU HOCA: ALİ HAYDAR EFENDİ
Tarih: Tue 28 Jun 2005 (7620 okuma)

Ahmet AÇIKGÖZ

Cübbe, takke, sarık bütün bunlar irticaya işaret ediyor, maziye dönmeye çağırıyordu. Surette değişim gerekliydi. Mahalle muhtarından, Cumhuriyet Halk Fırkası çaycısına, köydeki Ahmet Efendi’den, belediye meclisi azasına kadar herkes şapkalı olmalıydı. Değişimi, damar damar bütün Anadolu’ya taşıyabilmek için kanun gerekliydi. 25 Kasım 1925’te kabul edilen yasaya göre Türk milletinin “umumi serpuşu”nun şapka olduğu resmen ilan edildi. Kanuna muhalif kalan tek kişi Bursa’nın sakallı mebusu Nusreddin Paşaydı.İhtiyacı karşılayabilmek için devletin son üç yılda yaptığı ihracatından daha yüksek bir meblağ ödenerek İtalya’dan şapka getirtildi. Şapkalar ellişer lira bedelle (ortalama bir memur maaşının iki katı) ve bir yıla yayılan taksitlerle bütün memurlara satıldı.Şapka giymek, yani değişmek bir talep değil emirdi. Giymemenin müeyyidesi vardı. Başbakan İsmet İnönü’nün imzasıyla bütün vilayetlere emirnameler gönderildi. Dünya tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Kanunla bütün millet üniformaya icbar ediliyordu.Şapkaya Anadolu’nun tepkisi sert oldu. Halk sokaklara indi. Meydanlar protestocularla doldu, şapkayı reddeden gayri memnunlar bir türlü yatıştırılamıyordu. Ankara’ya telgraflar yağmaktaydı. İşte tam bu noktada devreye Ankara İstiklâl Mahkemesi girdi. Siyasi manevralarıyla mahir Başbakan İsmet İnönü’nün bastırmasıyla, idam kararlarını infaz yetkisi şapka davalarına bakacak olan Ankara İstiklâl Mahkemesine verildi. Böylece maznunların üçer beşer darağacına gidiş yolları açılmış oldu.Ankara İstiklâl Mahkemesinin “şapka kanunu” ile ilgili ilk duruşması 25 Kasım 1925 tarihinde Kayseri’de yapıldı. Kayseri’yi Erzurum, Giresun ve Rize izledi. Bu vilayetlerdeki davalardan bol idamlı kararlar çıktı. Rize duruşması yapılırken “şapka kanununa” muhalefetle ilgili ilginç bir hükme varıldı: Fitnenin! merkezi İstanbul olarak tespit edildi. Başta “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabın sahibi İskilipli Atıf Hoca olmak üzere, bir kısım İstanbul uleması ve muhafazakâr basın mensupları bu işi tahrik etmişlerdi. Sokaklardaki gayri memnunlar onların eseriydi. İstiklal Mahkemesi elemanlarının diliyle “Heyet-i Fesadiyye” olarak isimlendirilen zümre bir an önce tespit edilip, zapturapt altına alınmalıydı.Rize davasında ne İskilipli Atıf Hoca’nın ne Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin ve ne de İstanbul ulemasından birinin adı telaffuz edilmişti. Fakat önemli olan mahkeme heyetinin neyi-nasıl önemli görmesiydi. Başbakanlık kanalıyla Rize’deki heyetin İstanbul valiliğine gönderdiği emirle “irticadan maznun İskilipli Atıf Hoca ve rufekasının tevkifi…” acilen talep ediliyordu. Rüfeka’dan ne kastediliyordu. Refik olmanın şartları neydi, nasıl bir çerçeve çizilmişti. Tevkif emrini verenlerden bir zatı şahane, gazetenin birine verdiği demeçte şunları söylüyordu: “Cağaloğlundan Beyazid’e, Hakkaklar’dan Fatih’e eskiden beri muhafazakâr tanınan hemen bütün zevat ile, hoca ile yayıncılık işi dahil her türlü münasebeti olanlarla, Atıf Efendiyi eskiden beri tanıyanlar…”Kel Ali Böyle BuyurduAtıf Hocayla birlikte okuyandan, yolda tevafuken karşılaşıp ona selam verene, kitabını basandan, onunla sohbet edene kadar halktan, ulemadan birçok kişi tevkif edildi. Evler arandı, kütüphaneler teftiş edildi, kitap derkenarları kriminolojik(!) okumaya alındı.Kel Ali namıyla maruf olan İstiklâl Mahkemesi reisi Ali Çetinkaya İstanbul’da bir “Heyet-i Fesadiye!” icat edilmesini ve bu vesileyle bir çok alimin tevkif edilmesini arzu etmişti. Onun hatırına evler arandı ve Devlet-i Aliyye’nin kudretli alimlerinin ellerine kelepçeler takıldı. Hususi Evraklara Kadar Her Şey ArandıBir akşam üstüydü, sivil kıyafetli üç polis Ali Haydar Efendi’nin kapısını tıklattı. Ali Haydar Efendi niçin geldiklerini, ne istediklerini sordu. Polisler, kendilerine taharri emri verildiğini söylediler. İçeri girdiler, iğneden ipliğe her şeyi aradılar. Oturduğu, misafir kabul ettiği, yattığı bütün odalar gözden geçirildi. Fakat asıl arama faaliyeti kitapların olduğu odada yoğunlaştı. Hususi evraklarından, mütalaa kitaplarına kadar her şey tek tek incelendi. Sivas, Erzurum, Rize ve Giresun’daki şapka karşıtı yürüyüşlerle alakalı, bir yazı ya da belge bulabilecekler miydi? Çok istiyorlardı fakat nafile… Konuyla alakalı tek sahife bile bulamadılar. Evde İskilipli Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı eserinden başka, dava ile alakalı olacak hiç bir kanıt (!) yoktu. Memurlar giderken, Ali Haydar Efendi’ye kendileriyle birlikte merkeze kadar gelmesini rica ettiler. Ev halkı polislerin gelişiyle tedirgin olmuştu, bu talep ise mevcut endişeyi büsbütün artırdı. Niçin merkeze gitmeliydi? Polisler bu sorunun cevabını vermede pekala zorlandılar, fakat sonunda harcı alem bir üslupla “zabıtnameyi tasdik ettirmek için efendim” diye karşılık verdiler. Ali Haydar Efendi;-Merkezde ne kadar bulunmam gerekli? Şayet uzun bir süre tevkif edileceksem, havaici asliyeye dair bir şeyler alayım…-İhtiyatlı olmanızda fayda var. Hapis HayatıAli Haydar Efendi resmen tevkif edilmişti. Kel Ali’nin hakkında vereceği hükme kadar haftalarca nezarethanelerde, hapishanelerde beklemek zorundaydı. Bir devrin en şecaatli hocasına gözdağı veriliyordu. İttihat ve Terakki’nin illegalitesine kafa tutan adam sindirilmeye çalışılıyordu. Şapka vesaire işin bahanesiydi.Ali Haydar Efendi polislerin arasında, merkeze doğru yürürken, sokakta tevafuken görenler, görmemek için yüzlerini farklı yöne çeviriyorlardı. Kimi, selam verirsem onunla alakam var zannedilir diye korkudan, kimi de büyük bir alime reva görülen muameleden duyduğu yürek acısından böyle yapıyordu. Merkeze vardılar, tahtadan bir sandalyenin üzerine oturdular, bekliyorlar, telefonlar gelip-gidiyor fakat Ali Haydar Efendi’nin ne olacağına dair söylenen somut hiç bir ifade yok.- Niçin tevkif edildim?- Bilmiyoruz, bize tevkif edilmeniz emredildi.- Ne zamana kadar bekletileceğim?- Her an serbest bırakılma emriniz gelebilir efendim!Tevkifinin ertesi günüydü. Gazeteler, Ali Haydar Efendi’den ve şapka maznunlarından bahsediyordu. Ötede-beride köşe bulup gazeteci olanlar, dün tekkesinin bu gün de hürriyetinin elinden alınmasına seviniyorlardı. İttihat ve Terakki kalıntılarının yazılarında bir hesaplaşma havası vardı. Fikir öfkesinden yoksun zavallıların fıkraları, bugün gazeteciliğin utanç vesikaları olarak kütüphanelerin raflarından tarihe tanıklık yapmaktadır. Sonsuz TevekkülZabıtnameyi tasdik etmek için merkeze götürülen Ali Haydar Efendi’nin tevkifi üzerinden haftalar geçmişti ki o hala nezarethanedeydi. Ne tevekkülünde, ne de dik duruşunda bir kırılma yaşamadan bekliyordu. Bir defa olsun zavallıların gözlerine merhamet dilencileri gibi bakmadı. Biliyordu ki kaderi, Kel Ali’lerin ağzından çıkacak söze göre değil, Allah’ın takdirine göre tayin edilmişti. Ve o zavallılar Allah’ın takdirini değiştiremeyeceklerdi.***Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya’nın riyasetindeki İstiklâl Mahkemesi heyeti, 21 Aralık akşamı deniz yoluyla İstanbul’a ulaştı. Ali Çetinkaya ayağının tozuyla gazetecilere şöyle bir demeç verdi: “İnkılap düşmanlarına Cumhuriyet’in kahredici yumruğu ile ağır bir darbe indirildi.” (Erzurum, Giresun, Rize davalarını kastediyor.)İstanbul’da kaldığı müddet zarfında Dolmabahçe sarayında ikamet eden heyet, davalara Fındıklı’da bulunan Meclis-i Mebusan binasında bakacaktı. Bunun için çeşitli merkezlerde bulunan şapka maznunları Melis-i Mebusan’a yakın bir mevkide bulunan Galata Polis Merkezine toplandı.Galata KoğuşuMesnevi şarihlerinden Tahir’ul Mevlevi, Ali Haydar Efendi’nin de içinde kaldığı Galata’daki koğuşlarını tasvir ederken şunları söyler: “Oda müteaddit pencereli ve iki sıra 15-20 kadar karyolalı bir yerdi. Sobası yoktu. Karyolalardan bazılarının yalnız birer ot minderi vardı.Bizi koğuşa getiren memur, isim yoklaması yaptıktan sonra;“Bir sonraki emre kadar burada kalacaksınız. Evlerinizden bir şey getirmek isterseniz yazdırın, telefonla merkezlere söyleyelim” dedi.Herkes yatak-yorgan gibi levazımın gönderilmesi temennisinde bulundu. Memur efendi isteklerimizi isimlerimizle yazdıktan ve bizi yanımızda kalacak bir taharri memuru ve bir de polise teslim ettikten sonra gitti....Karyolaları şu şekilde benimsemiştik: Kapıdan girince sağdan birinci karyolada Dağıstanlı Seyid Tahir Efendi, ikinci karyolada Katip Aziz Mahmud Efendi, üçüncü karyolada Kitapçı Aziz Efendi, dördüncü karyolada Ömer Rıza Bey, beşinci karyolada abd-i aciz (Tahir Mevlevi), altıncı karyolada Suûd Bey, yedinci karyolada her akşam orada yatan bir memur. Soldan birinci ve ikinci minderde Yağlıkçı Hasan ve Mustafa Efendiler, soldan birinci karyolada Dersiâm ve Çarşambadaki İsmet Efendi Tekkesi Şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi bir de onlara mücavir Seydişehirli Hasan Efendi, ikinci karyolada Vaiz Sofî Süleyman Efendi. Kitapçı Mihran Efendi de tam orta yerdeki karyolayı seçmişti.Ali Haydar ve Süleyman Efendilerin galiba bir zenbili, bir de postekisi vardı. Postekileri ot minderin üstüne serdiler.Koğuşa geldiğimiz gece hemen pek az uyuduk. Çünkü herkes derdini söylemek ve başkasınınkini anlamak istiyordu. Muayyen saatlerde değişen ve bizi çiftlik hayvanı gibi sayılı olarak teslim eden çift nöbetçi memurların müsamahasına, daha doğrusu bir oda içindeki 12 adamın konuşmasının imkansız oluşuna binaen serbestçe görüşebiliyor, hatta aldırdığımız yiyintileri sardırmak suretiyle gazete bile getirtiyorduk. Zaten ve pek tabiî olarak orada bulunanların hiç biri, kendisini bir fiil ile mücrim addetmiyordu.Tabiî şu anlaşma ve dertleşmeler yüksek sesle oluyor. Bazen de biri diğerinin lakırdısını kesiyor, yahut beraber söylüyordu. Sigaralar, enfiyeler, çaylar, kahveler de musahabeye sıcaklık veriyordu. Şeyh Ali Haydar Efendi, kulakları işitmediği için mütalâayı ve tilâveti musahabeye tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid ve mukni cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi aleminde bulunuyordu. Bilmünasebet şunu da arz edeyim ki derme çatma biliş ve kendi kendine gidişle başkalarını değil, insanın kendisini bile kurtarması mümkün olmaz. İman etmiş olduğum şu kanaat bu koğuşta bir iki gece birlikte kaldığım iki zat karşısında apaçık ortaya çıktı.Bunlardan biri Sufî Süleyman Efendi, diğeri Şeyh Ali Haydar Efendi idi. Vakıa ikisi de okumaktan ve namaz kılmaktan hemen hali kalmıyordu. Biri çalıp alma suretiyle kavrayabildiğini birtakım indiyât ilavesi ile tatbîk etmeye ve ettirmeye uğraşıyor, diğeri ehlinden okuyup okuttuğunu ve öğrenip zevkine vardığını tahkîk mertebesine çıkarmaya çalışıyordu.Hülâsa, şeyh ve müderris Ali Haydar Efendi sabahlara kadar uyumuş olsaydı yine uykusu, Süleyman Efendi gibilerin uyanıklığından-meşhûr hadîsin delalet ettiği mana üzere-efdal bulunacaktı. Çünkü yersiz birtakım huşûnetle dertli yürekleri incitmemiş, bize karşı söylemediklerini de kalbinde geçirmemiş olacaktı.Hülâsatü’l-hülâsa; bir adamın hem kör olması, hem değneksiz bulunması, sonra kendi gibilerine değnekçiliğe kalkışması çok fena bir şey!..” … Biz Kel Ali bahsine dönelim. Bütün bunlar olurken O gazetelere verdiği demeçte, İstanbul halkına teşekkür ediyor, maznun-mazlumların yakında serbest kalacaklarını söylüyordu. Diyordu ki; “Yapılan muhakemeler ve tahkikat sonrasında, İskilipli Atıf Hoca da dahil bütün İstanbullu sanıkların masumiyeti ortaya çıktı.” Ne ki şapka maznunları salınmadı. Gazeteleri okuyan herkes mazlumların hürriyete kavuşacağını beklerken, onlar üçüncü mevki bir trenle Ankara’ya gidiyorlardı.Sorular Hep SorularBütün maznunların olduğu gibi Ali Haydar Efendi’nin evinde de yürek acısı vardı. Fakat Ankara’ya gönderilecekleri gazetelerde çıkınca, bu haber her şeye tuz-biber oldu. Büyük mazlumun ailesi ve bağlıları tevkifhaneye koştu. Ne ki o ve diğer mazlumlar yoldaydı, gidiyorlardı. Suçsuz oldukları bizzat mahkeme reisi tarafından ilan edilen İstanbul sanıklarına, tekrardan kim ve neye dayanarak suç isnat etmişti? Zamanın ulu hocası haftalar geçmesine rağmen niçin hala mevkuftu. Suçu dik duruşu muydu? Dünya’nın neresinde içinde suç unsuru olmayan bir kitabın satışına vesile olmanın idamla yargılanmaya sebep teşkil ettiği görülmüştü? Vicdanların “sukut” la yanıtladığı soruların cevabı mahşerde muhakkak ki verilecektir. Arşive kaldırılan fakat ihkakı hak için aciliyet kesbeden bu soruların cevabı bugün olmazsa yarın mahşerde muhakkak ki verilecektir. AnkaraAli Haydar Efendi, Atıf Hoca ve diğer mazlumlar, istasyonda vagonlardan indirilip, üçer-dörderli gruplar halinde -ücretleri kendilerinden mahsuben- taksilerle İstiklâl Mahkemesi’ne sevk edildiler. İsim yoklamasının ardından jandarma nezaretinde, tekrar vasıtalara bindirilip Ankara Hapishanesine götürüldüler. Hapishane, yığınla maznun doluydu. Şapka giymede isteksiz davranandan, şapka giymesem hükmü ne olur diye sorana kadar onlarca insan, farklı illerden maharetli valiler vasıtasıyla tutuklanıp Ankara’ya gönderilmişti. Ankara Hapishanesinde, Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi’nin ders halkasında yıllar önce tanışan iki kadim dost; Ali Haydar Efendi ve Atıf Hoca aynı koğuşta kalıyordu. Hale dair konuşuyorlardı fakat uyanık oldukları zamanın neredeyse bütününü mütalaya, tefekküre, tezekküre hasretmişlerdi. Bütün olumsuz şartlara metanetle direnen büyük veli, hususi aleminde murakabede bulunuyor, herkes gibi mahkemeye çıkacağı günü bekliyordu.14 Ocak 1926 Perşembe günü hapishanede olağanüstü bir temizlik harekatı başlatıldı. Maznunların aldığı duyumlara göre mahkeme üyelerinden Kılıç Ali, müddeiumumi, Necip Ali ve bir de siyasetçilerden meşhur bir şahıs hapishaneyi ziyarete gelecekti. Kapılar açıldı ve beklenen zevat hapishane müdürü refakatinde göründü. Dolaşırken Ali Haydar Efendi’nin mevkuf olduğu koğuşa da girildi. Siyasi hayatta derin nüfuza sahip o meşhur siyasi Ali Haydar Efendi’ye yaklaştı ve aralarında şu minval üzere bir konuşma cereyan etti:- Mucteba (seçilmiş) ne demektir? - Neden sordunuz?- Dediler ki, Ali Haydar Efendi müctebadır, duasını al.- Allah’a secde etmeyene ben dua etmem!Siyasetçi namaz kılacağına dair söz verince, büyük velinin duasına nail olabildi.O muhteşem mazinin vakarlı duruşunu çağrıştıran cevap sarsmıştı meşhur siyasiyi. Sanki mahkum Ali Haydar Efendi değil de kendisiydi. Hapishanedeydi, koğuş arkadaşları birer ikişer idam ediliyordu. Kuvvet ayağına kadar gelmişti. Kendisinden dua isteyen siyasiden merhamet dilenebilirdi, ama yapmadı. İlmin izzetini, İslam’ın azametini çiğnetmedi. Duruşma Sonrası ManzaraTutuklulardan biri mahkemeden koğuşa döndüğünde her taraftan kendisine; geçmiş olsun, ne sordular, nasıl cevap verdin türünden sorular yöneltilirdi. Bulunduğu yer miting alanı gibi olurdu. Etrafta bütün bunlar olurken Ali Haydar Efendi de mahkemenin gidişatına dair ne bir merak, ne de meraka delalet edecek bir çift söz vardı.Davası neticelenenler farklı mevkilere gönderiliyordu. İstanbul tevkifhanesinde olduğu gibi Ankara’da da Tahir-ul Mevlevi bir ara Ali Haydar Efendiyle aynı koğuşta bulundu. Tahiru’l Mevlevi’nin naklettiğine göre Ankara’da Ali Haydar Efendi’nin koğuş arkadaşları şunlardı; “Saatçı Hafız Nafiz Efendi, Hoca Abdulfettah Efendi, Konyalı Tahir Efendi, Sofi Süleyman Efendi, Hasan Efendi, İstanbul İmam-Hatip mektebi eski katibi Aziz Mahmud Efendi, Halid Efendi, Dağıstanlı Seyyid Tahir Efendi, Emekli bir zabit ve oğlu, Seydişehirli Hasan Efendi ve Mehmed Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul.”***Tahir-ul Mevlevi, Ali Haydar Efendi’nin de kaldığı koğuşu tasvir ederken diyor ki biz önceki koğuşumuza “şahin paşa” oteli adını takmakla ne kadar isabetdar olduğumuzu, Ankara’daki koğuşu görünce anladık.İşte buyurun! Tahir-ul Mevlevi’nin kaleminden, ömrünü milletinin akli ve ruhi kalkınmasına adayan büyük bir alimin koğuşunun manzarası:“Ortada bir demir soba, önünde saç bir mangal ile teneke bir leğen, leğenin etrafında yine teneke ibrikler. Hemen kapının arkasında bir parça maden kömürü, bir iki avuç mangal kömürü. Birkaç tane gaz tenekesi, bir iki tane de açılmış konserve kutusu duruyordu.Lâkırdı ederken kulağıma bir şarıltı geldi. O tarafa doğru döndüm. Arkadaşlardan biri duvara doğru çömelmiş, konserve kutularının birinde def-i hacet ediyordu. Sonra onu yarı açılmış gaz tenekelerinden birine boşalttı. Kutuyu da baş aşağı olmak üzere tenekenin üzerine bıraktı. Ben şu hale hayretle bakarken arkadaşlardan bazıları işi anlattılar. Bu koğuşun kapısı nedense gece gündüz kapalı dururmuş. Gündüzleri dışarıya çıkmak için kapı vurulur, jandarmaya açtırılırmış. Fakat geceleri ona da müsaade edilmediği için böyle teneke içine def-i hacet edilirmiş. Bu elîm tafsilat üzerine:- “Ya ihtiyacın büyüğü olursa?” diye sordum- “Lamba kısılır o da tenekeye def edilir” cevabı verildi. Hakikaten bir gece gözleri bürüyen karanlık, burunları kaplayan koku arasında böyle bir halin vukuunu hissetmiştim.Sabah oldu. Erken uyananlar-henüz nöbetçi jandarmanın gönlü olup da kapıyı açmaması üzerine tabiî olarak tenekeye koşuştular. Koğuşun içi bir “Şarşarabâd” halini aldı. Yüzünü yıkayıp abdest alacak olanlar da birer ibrik yakalayıp teneke leğenin etrafına dizildi. Dökülen sular leğende yükseliyor, boğaz ve burun ifrazatı onun sathında yüzüyordu.Nihayet içerden yumruklamak ve epeyce müddet:- “Hemşerim! Sabah oldu. Şu kapıyı aç” temennisinde bulunmakla murad kapısı açıldı. Lakin iki kişi dışarıya fırlayınca jandarma üçüncüsünün göğsüne dayandı: - “Onlar gelsin de öyle çıkarsınız” dedi. Çünkü müdüriyet dairesinin üst katında beş altı koğuş olduğu, içersinde epeyce mevkuf bulunduğu halde topu topu iki tane abdesthane vardı ki onların da henüz iç kapıları takılmamıştı.Eski koğuşta gazete vasıtasıyla biraz haber alabiliyorduk. Burada ise pencereler ekser evkat açık tutulmayacak olursa hava bile alınamayacak, içindekiler mütenevvi kokulardan boğulacaktı.Medyadaki YankılarGazetelerde, her gün aynı nakarat vardı. Muharrirler ve muhabirler yedikleri sofranın sahibine göre yazıyorlardı. Haberlerin başlıkları genelde şöyle diziliyordu: “İstanbul’da yakalanan irtica maznunlarının şayan-ı dikkat muhakemeleri İstiklâl Mahkemesinde dün de devam etti.” MuhakemeHapishaneyle, mahkeme arasında müteaddit kereler kat edilen yollar, günler, haftalar derken tarih 31 Ocak 1926’yı gösteriyordu. Afyon Mebusu Ali Çetinkaya, Gaziantep Mebusu Kılıç Ali ve Aydın Mebusu Reşit GALİP’ten oluşan mahkeme heyetinin karşısında Fatih dersiâmm’ı Ali Haydar Efendi vardı. Başındaki sarığı ve sırtındaki cübbesiyle heyete ulemanın “has duruşunu” gösteriyordu. (imamlar, hatipler, vaizler, Diyanet İşleri Reisi ve onun Müşavere heyeti şapka giymekten, o tarih itibarıyla muaftı.)Sorgulamayı Ankara İstiklâl Mahkemesi zabıtlarından (Defter no: 6, Sahife 178 vd.) naklediyorum: Reis: Adın? Maznun: Ali Haydar. S: Babanın adı? C: Mehmet Şerif. S: Kaç yaşındasın? C: 60 (1926)S: Evli misin, çocukların var mı? C: Evet evliyim. Çocuklarım var. S: İstanbul’da nerde oturuyorsun? C: Çarşamba’da. S: Esasen Kafkasyalısın değil mi? C: Ahıska’lıyım S: Nereye ve ne zaman hicret ettin? C: 309 (m. 1894) tarihinde Erzurum’a hicret ettim. S: Mesleğiniz? C: Fatih’de dersiâmm idim. S: Anadolu’da hemşerilerin filan nerede var? C: İnegöl’de Hafız Ahmet Efendi isminde bir kayın biraderim var. S: Nerelidir? C: Kendi memleketimden. S: Bu Hoca Atıf Efendi’yi nereden tanıyorsun? C: Meşhur Çarşambalı Hocadan beraber ders okuduk. S: Bandırmaya seninle kaç kitap gönderdi? C: Arz edeyim: Hâkkalar’da (Kapalı çarşısı civarında bir sokak) dükkân açmıştı. Ben terziye giderken dükkânın önünden geçmek lâzım geliyordu. Bir iki defa dedi ki: “Fevkalade ihtiyacım var. Matbaacı da masraflarını sonradan alacak. İnsanlığını esirgeme de şu kitapları satıver.” “Tâhirü’l-Mevlevî, yağlıkçılar vasıta oldular sattırdılar. Sen de sattır.” demişti.Damadım, Bandırma Asliye Mahkemesi üyeliğine tâyin olup gitmişti. Sonra Manyas’a Sulh Hâkimi yaptılar. Çocuklar, hâlâ benim yanımda idi. Onlar da yakında gideceklerdi. Onların eşyasını vapura bindirirken Atıf Efendi elime bir paket verdi. “İşte bu yüz kitaptır satıver” dedi. Beni utandırdı. Ben de çocuklara verdim, tembih ettim: Satılırsa parasını gönderirsiniz, satılmazsa geri gelecek dedim. Paketi de eşyanın içerisine bırakmışlar, unutmuşlar. Damadım eşyaları açınca bu kitapları görür.O sırada elden 5-10 tanesini almışlar. Sonra bana yazıyor ki: “Eşyanın içinden bir paket çıktı. Çocuklar ne olduğunu unutmuşlar anlatamıyorlar. Kapağın üzerindeki fiyattan mıdır, birkaç tane de telef oldu. Benim meşgul olmaya vaktim yoktur. Bunlar ne olacak?” diyor. Ben de onları olduğu gibi geri gönder dedim. Bandırma emanetçisi Hacı Mustafa ile geri yollamış, ben de Atıf Efendi’ye götürüp, teslim ettim.Bu defa evimde bir kitap çıktı, onu da Bandırma’ya gönderirken bana hediye vermişti. Bandırma’da 25 tane satılmış, karşılığı olan iki lirayı verdim ve kalan 75 nüshayı da iade ettim…” Muhakemenin buradan sonrası bilmiyoruz. Çünkü zabıt sahifeleri 18’den 190’a kadar yırtılmış. Bu sahifelere neler kaydedilmişti. O heyeti şahane! Ali Haydar Efendi’ye neler sormuştu, o zatı mübarek nasıl cevaplamıştı ve bu cevaplar kimleri rahatsız etmişti bu bugün için meçhul…Davanın karara bağlandığı 3 Şubat 1926 Çarşamba gününe kadar hapishaneyle muhakeme arasında kelepçeli ellerle Ali Haydar Efendi’nin icbarı git-gelleri devam etti. Akşamları hapishaneye döndüklerinde birtakım farklılıklarla karşılaşırlardı. Bunların en önemlisi maznunların odalarının değiştirilmesi idi. Fakat Onun muzdarip koğuşunu hiç değiştirmediler. Karara kadarki gecelerde en fazla Tahir’ul-Mevlevi ile kalmıştı. Son gece de yeryüzünde son gecesini geçiren İskipli Atıf Hoca ile birlikte olmuştu.Tahiru’l Mevlevi’nin Rüyası ve Ali Haydar Efendi’nin Te’viliİşte buyrun kararın arefesindeki zindan geceleri manzaraları: Mahkumların gözlerinde uykudan eser yok. Herkes sabahlara kadar hürriyetin hayalini kurmakla meşgul.Göz yaşları eşliğinde semaya doğru kalkan eller, kısılan sesler, metanetli yüreklerle irade-i ilahiye iltica eden masum müminler top yekün hepsi aynı şeyi intizar ediyor: Hürriyet.Tahiru’l-Mevlevi anlatıyor: “Yine bir uykusuz gece idi. Nasıl olduysa bir ara daldım ve şöyle bir rüya gördüm:Şeyh Ali Haydar Efendi ile ikimizin müşterek bir maaş cüzdanı varmış. Bu cüzdanla vezneyle müracaat etmiştim. Maaş alacakmışım. Veznedar, bir iki kâğıt para verdikten sonra:- “İstersen bir de altın vereyim” teklifinde bulundu.- “Aman lütfetmiş olursunuz, çoktandır rü’yetinden mahrumum. Gurbette hemşehri görmüş gibi olurum” dedim. Veznedar, kenarı kırık bir altın verdi. Bunu görünce:-“Aman bir lütuftur ettiniz bari tam olsun. Şunu değiştiriverin” ricasını ettim. Onu aldı, Mevlevi Külahı şeklinde altından mamul tam bir sikke verdi. Aldım ve uyandım. Namazdan sonra bu rüyayı Ali Haydar Efendiye anlattım. İyiye yordu:-“Altın’ın değişmesi, hakkındaki hükmün değişeceğine, maaş cüzdanının müşterek olması ikimizin beraatına işarettir” dedi. Fil-vaki birkaç saat sonra da tabiri gibi oldu.Tahiru’l-Mevlevi hakkında, muddeiumumi 3 yıl hapis talep etmişti. O da üç yılın hesaplarını yapıyordu fakat karar açıklandığında hayretle gördü ki beraat etmişti. Karar Gecesi Maznunlar KoğuşuSalıyı çarşamba’ya bağlayan gece, yani sabahında mazlumlar hakkındaki kararın açıklanacağı gece… Yer: Ankara Hapishanesinin o muzdarip koğuşu… Müdafaanameleri hazırlamaları için mazlumlara tanınan bir günlük sürenin sonuna yaklaşılıyor. Herkes bir şeyler karamakla meşgul. Bütün bunlar olurken iki kadim dost var ki onlar farklı alemlerde. Ali Haydar Efendi Fetih Suresini okuyor ve mutad sayıya delalet etsin diye her okuyuşunda karyolaya bir çizik atıyor. Atıf Hoca ise sekiz sahife olarak yazdığı müdaafanamesini elinde büzmüş bekliyor. Ali Haydar Efendi: - Atıf Efendi! Rüyada şeyhimi gördüm, bana 33 defa Fetih suresini okumamı işaret buyurdular, bu vesileyle inşaallah halas kalacağımı telkin ettiler. Siz de okuyun. Hakkınızda talep edilen mahkumiyet Allah’ın izniyle kalkar. Atıf Efendi: - Ben de Kainatın Efendisi’ni (s.a.v.) gördüm. Bana “yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?” dedi.Etraf sukuta büründü. Nasıl olurdu da muddeiumuminin 3 yıl hapis istediği bir davada idam kararı çıkardı. Akıl, mantık böyle bir hükmü kabullenemiyordu. Fakat rüyada görülen Allah Rasulüydü, o davet etmişti. Şeytanın onun suretine giremeyeceği hadisi sahih bir rivayetti. Atıf Hoca: - Göreceksin Ali Haydar Efendi beni yarın asacaklar, çünkü haberi Allah Resülü (s.a.v.) verdi.SabahSabahın ilk ışıklarıyla mazlumlar topluca İstiklâl Mahkemesine götürüldüler. Jandarma topluluktan öncelikle Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve Atıf Efendileri mahkemeye aldı. Jandarma ikinci defa kapıyı açtığında “sarıklılar gelsin” dedi. Ali Haydar Efendi başta olmak üzere eski tabirle ilmiyeden ne kadar zevat varsa içeriye girdiler. Kapı tekrar kapandı. 5-10 dakika sonra Ali Haydar Efendi ve diğer sarıklılar geri döndü fakat dönemeyen iki kişi vardı: Atıf Hoca ve Ali Rıza Efendi.3 Şubat Çarşamba sabahı, mahkeme heyeti kendileri için ne ifade edecek ve neyi değiştirecekse önce maznunların müdafaalarını dinledi. Ardından “Bekleyin tekrar çağırılacaksınız ve her biriniz hakkında İstiklâl Mahkemesi’nin kararı açıklanacak.” dendi.Ve KararSöylenen saatte “mahkeme heyeti” aylarca süren davanın kararını açıklamak üzere mazlumları tekrar içeri aldı. Salona muazzam bir sessizlik hakim oldu. Herkes insanlık tarihinin o en muzdarip kararını bekliyordu. Ali Haydar Efendi ve İskipli Atıf Hoca’da ise muazzam bir tevekkül hakimdi.“Erzurum, Rize, Giresun isyan hadisleriyle alakadar ve iş bu hadiselerin tertip edilmesi ve yayılmasından sorumlu ve öteden beri hükümet tarafından yapılan yenilik ve inkılap hareketlerine karşı bir muhalefet hareketi oluşturmak ve şuanki hükümet aleyhine propagandada bulunmak suçuyla 3/12/1340 (m.1925) tarihinde taht-ı tevkife alınan”… diye başlayan “karar” da, idama, mahkumiyete, ve beraata dair şu ifadeler vardı:“55. maddeden İskilipli Hoca Atıf ve Babaeski eski müftüsü Ali Rıza Efendilerin salben idamlarına… Erzurumlu Şeyh Süleyman’ın on… Fatih türbedarı Hasan Tahsin’in beş sene küreğe konulmalarına…Çeşitli bölgelerde meydana gelen isyan hadiseleriyle ilgili oldukları, iddiasıyla… Şeyh Ali Haydar, Berber Mustafa… Tahiru’l-Mevlevi beylerin haklarında iddia olunan fiillere karıştıklarına dair vicdani kanaat temin edecek kanuni deliller bulunmadığından beraatlarına ve başka bir sebeple tutuklu değillerse salı verilmelerine oy birliği ile karar verildi.”***Atıf Hoca gidiyordu. Hz. Resullah’ın davetine icabet edecekti. Kararın açıklandığı an, Hoca’nın ağzından çıkanları, o günün tanıklarından Tahiru’l-Mevlevi aktarıyor: “Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.”Hürriyet ve EsaretBeraat edenler Ankara postahanesine gidip mahkeme kararını telgrafla evlerine bildiriyorlardı. Tahiru’l-Mevlevi o anı anlatırken şunları söylüyor: “Telgrafhanede Şeyh Ali Haydar Efendi’yi gördüm.” “Efendi!”-“Rüya, tabiriniz gibi çıktı.” dedim ve elini öptüm. Hatta telgraf kağıdını ben yazdım.”Ali Haydar Efendi’nin çocukları babalarının beraat telgrafını aldığı gün posta müvezzii İskilipli Atıf Hoca’nın evine hapishane müdürünün ağzıyla yazılan şöyle bir telgraf teslim ediyordu: “Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir.”Üstadın yakınları anlatıyor: “Ali Haydar Efendi’nin beraatına sevinemedik, İskilipli Atıf Hoca’nın hanımı Zahide Hanım, kızı Melahat ağlarken biz nasıl sevinebilirdik.”* * *İdam Atıf Hoca’ya ebedi hürriyeti armağan etti. Fakat Ali Haydar Efendi için asıl mahpusluk hürriyetten! sonra başladı. Peşine takılan hafiyeler tarafından sürekli izlendi, her hareketi gerekli yerlere rapor edildi. Öyle ki, Hacca giderken bile ardına takıldılar. Herkes farklı bir şey söylüyordu; Suriye’den toplayacağı kişilerle merkeze yürüyecek diyorlardı. Hakkında bütün bunlar söylenirken O 80 yaşına girmiş aksakallı bir ihtiyardı. Ne yapabilirdi ki? Ama korkuyorlardı. Çünkü Allah Teala göklerden yüreklerine korku yağdırıyordu.

devami == >> 2. Bölümde

Alinti: Inkisaf Dergisi