Fikir7 Manset Haberler

30 Ocak, 2008

20 Ocak, 2008

M. Kemal'i Vahdettin mi gönderdi?

Mustafa Kemal, Samsun’a giderken Sultan Vahdeddin’den destek aldı mı? Padişahın M.Kemal'e 40 bin lira verdiği doğru mu? İngiliz belgelerine dayanan çarpıcı bilgiler:
20 Ocak 2008 12:50

M. Kemal'i Vahdettin mi gönderdi?

GiRiS

Asagidaki bilgileri dikkate almadan önce, Bazi hususlarin hatirlanmasinda yarar vardir.
Sevr anlasmasinin dayatmalarina göre; Osmanli Devleti egemenligini isgalci güclere teslim etmisti ve Saraydaki Padisah Vahdettin isgalci güclerinin, burada Ingilizlerin emrinde idi.
Sevr´e göre Türk Ordusu lagvedilmis, Komutanlar görevlerinden azledilmis, Silah, ve mühimmat isgalcilerin emrine verilmisti.
Isgalle birlikte Anadoludaki Türk halki isgalcilere karsi koymaya baslamislardi bile. Görevlerinden azledilen Osmanli komutanlari; her bölgenin her yöresinde Anadoludaki bu direnis hareketlerini, kuvayy-i milliye adi verilen illegal teskilatlari kurarak altinda birlestirmislerdi. Bu teskilatlarin ihtiyaci olan silah ve mühimmat ise; isgal güclerinin zapturrapt altina aldiklari osmanli mühimmat ve silahlarinin calinmasi ile saglanmisti.
Kisacasi Osmanli ordusunun adi degistirilmisti ve kuvayy-i milliye teskilati yapilmisti. Tam disiplinli ve organizeli birliklerdi kuvayy-i milli birlikleri.
Sevr isgali ile baslayan isgale karsi istiklal savasi baslatilmis kuvayy-i milliyeciler tarafindan ve Anadolunun geneli Isgalcilerden arindirilmisti.
Her yöre, blge ve yerde yüzlerce kuvayy-i milliye teskilati vardi ve bu kurtarilmis yöreler, bölgeler ve yerler bu teskilatlarca yönetiliyordu.
Vahdettin´e göre bu kuvayy-i milliye teskilatlarini birlestirerek, bir bayrak bir devlet altina toparlamak sart idi.
1917 yilinde Filistin , 1918 yilinda Suriye Cephelerini, izin almadan terkeden, 120.000 askeri bassiz birakarak, süngülenerek öldürülmelerine neden olan ve 60.000 askerimizin esir alinarak misir´a gönderilmesine neden olan M.Kemal ise; bu gercekleri degilde, tam tersini telgrafla saraya bildirmisti.
Bu gerceklerden bihaber olan Vahdettin de basarili, muzaffer komutan zannettigi M.Kemal´i yeni Türk Devletini kurmak icin görevlendirir. (BKZ. Sander von Liman´in hatiratlari)
Yeni Türk Devletini kurma projesi, isgalcilerin aleyhine oldugundan, bu projenin baska bir proje ile kamufle edilmesi gerekiyordu.
Bu esnada Pontuslulara karsi kuvayy-i milliyeciler aman verdirtmiyorlardi. Pontuslularda ingilizlerden yardim istiyorlardi. Bunu bahane eden Vahdettin, ingilizlerden bu is icin izin ister.
Aslinda Vahdettin, Yeni bir Türk devletini kurdurmak icin, Pontus meselesini bahane etmistir.
Ingilizlerin bu ard niyetinden Vahdettinin bihaber olmalarida normaldir.
Asagidaki bilgi ve belgelerin bu isik altinda degerlendirilmesi gerekir.

***
Bülent GÜNAL'ın haberi

İNGİLİZ BELGELERİNE GÖRE CUMHURİYET TARİHİNİN BİTMEYEN TARTIŞMASI



İngiltere’deki Foreign Office’te bulunan belgelere göre Vahdeddin, Mustafa Kemal’i Samsun’a Pontus devletine engel olmak ve milli mücadeleyi başlatmak 40 bin lirayla yolladı.

Prof. Hülagü’nün İngiliz belgelerinde yaptığı çalışmaya göre Vahdeddin, Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan iki ay sonra İngiltere’ye iltica başvurusunda bulunmuş

Erciyes Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyeleri’nden Prof. Dr. Metin Hülagü’nün son padişah Vahdeddin ile ilgili İngiliz belgelerine dayanan araştırması büyük ses getirmişti.

İlk kez VATAN’da yer alan belgelerle Vahdeddin’in son günleri, Atatürk ile olan ilişkisi ve gurbetteki yıllarıyla ilgili çarpıcı iddialar tarihçiler arasında da tartışmalara yol açmıştı. Prof. Hülagü’nün Londra’daki Foreign Office (Yabancılar Ofis)’te yaptığı 3 yıllık araştırma, ’Yurtsuz Padişah Vahdeddin’ adıyla Timaş yayınları tarafından kitap haline getirildi.

Kitapta ilk kez yayınlanan belgeler, çarpıcı iddialar yer alıyor.

Belgeler özellikle Sultan Vahdeddin’in tahta geçişinden öldüğü 1926 yılına kadar yaşadıklarını aydınlatırken; Osmanlı Hanedan üyelerinin 1940’lı yıllardaki sıkıntılarını, çırpınışlarını ve dünya liderlerinden ilginç isteklerini de gözler önüne seriyor. Son Osmanlı padişahı Vahdeddin ile Mustafa Kemal arasındaki ilişki her zaman büyük merak konusu olmuştu. Vahdeddin ve Mustafa Kemal aynı davaya mı inanıyorlardı yoksa can düşmanlar mıydı? Mustafa Kemal Samsun’a büyük yetkilerle giderken acaba iddia edildiği gibi Vahdeddin’den maddi bir destek de almış mıydı? Vahdeddin İngiltere’ye kaçmayı ilk olarak ne zaman planladı? Kitap İngiliz belgelerinde bu soruların yanıtlarını arıyor.

YETKİLİ GİTTİ

Samsun’a giden Mustafa Kemal’in yetkilerinin ilgili vilayetlere İçişleri Bakanlığı tarafından duyurulduğunu gösteren belge.

40 bin lira verdi

İşte büyük tartışma... Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak sadece Türkiye’nin kaderini değil, dünya tarihini de değiştirmişti. Peki Mustafa Kemal, Samsun’a giderken padişah Vahdeddin’den destek aldı mı? Prof. Hülagü bu tarihi tartışmanın İngiliz belgelerine de yansıdığını belirtiyor: “Mustafa Kemal’in Anadolu’ya kimin iradesi ile gittiği ve Anadolu topraklarına kimin kararı ile nasıl ayak bastığı birçok tarihçi, siyasî ve araştırmacı tarafından henüz üzerinde mutabakata varılamayan bir konu. Ancak İngiliz belgelerine göre söz konusu iradenin sahibi Sultan Vahdeddin’in ta kendisi. Belgelere göre Vahdeddin, Anadolu’ya göndermek üzere güvendiği kumandanlar arasında Mustafa Kemal’i tercih etti. Bu vesikalara göre Vahdeddin, Karadeniz bölgesinde bir Pontus devleti oluşumuna imkân vermemek ve görünürde kuzey bölgesini teftiş etmek, esasta ise ileriki zamanlarda Türk İstiklal Harbi diye adlandırılacak olan millî direnişi örgütlemek üzere, büyük yetkiler ve 40 bin liralık bir tahsisatla 1919 Mayısı’nda Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdi!

Tahttan çekilirim

İngiliz belgelerine göre Mustafa Kemal’i Anadolu’ya para vererek bizzat Vahdeddin gönderdi. Ancak Prof. Hülagü bu iki ismin daha sonra birbirleriyle ihtilafa düştüğünü hatta ihtilafın ötesinde birbirinin amansız can düşmanları haline geldiklerini belirtiyor: ” Vahdeddin ile Mustafa Kemal arasındaki ihtilafın en önemli nedenlerinden biri Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nazırı olma talebine Vahdeddin’in İngiltere’ye danıştıktan ve reddedilmesi gerektiği cevabını almasından sonra verdiği ret cevabı da etkili olmuştur. Vahdeddin ile başta Mustafa Kemal olmak üzere milliyetçiler arasındaki anlaşmazlık ilerleyen tarihlerde daha da arttı ve uzlaşmazlıktan çıkıp çatışmaya dönüştü. 4 Ekim 1920 tarihinde Amiral Sir J. de Robeck tarafından Earl Curzon’a gizli ve hususi kaydıyla gönderilen yazıda, Vahdeddin’in milliyetçi eğilimleri bulunan bir hükümet ile çalışmaktansa tahttan çekilmeyi tercih edeceğini, zira Sultan’ın artık tahammül edemez bir duruma geldiği belirtilmiştir. “
Samimi değildi

ÖDENEĞİN BELGESİ

Mustafa Kemal’e hükümet tarafından ödenek gönderildiğini gösteren belge.

Prof. Hülagü Vahdeddin’in milliyetçilerle sonraki dönemlerdeki, diyalog oluşturma arayışlarının kendisinin de ifade ettiği biçimiyle, samimi olmadığını ifade ediyor: ”Vahdeddin Eylül 1922 tarihinde İstanbul’da bulunan İngiliz temsilcisi ile yaptığı görüşmede, oyalamak ve vakit kazanmak üzere Milliyetçilere karşı hoşgörülü bir tavır sergilemesinin İngilizler açısından herhangi bir mahzur taşıyıp taşımadığını sormuş. Bu durum ise onun bu dönemdeki uzlaşı arayışlarındaki samimiyetinin derecesini açıkça ortaya koyan bir gelişme.”

‘Bunlar bir avuç çete’

Pekİ Vahdeddin Ankara Hükümeti’nin önde gelenleri hakkında ne düşünüyordu? Prof. Hülagü, tarihi vesikalada yer alan ifadelere göre Vahdeddin milli mücadeleyi yürütenler hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Bu ’bir avuç çete’savaşta üstünlük sağlamıştır. Bu ’çete’sayıları az olmakla birlikte, halkın itaatkârlıkları, çekingenlikleri ve fakirliklerinden istifade ederek onlar üzerinde büyük bir baskı oluşturmuşlardır. Ülkenin içinde bulunduğu durumun sorumluluğu nüfusun ancak yüzde onunu teşkil eden bu ’çete’nin üzerinedir . Söz konusu ’çete’nin güç ve kuvvetleri, istikbaldeki menfaatlerini düşünen, 16 bin subayın yardımına dayanmaktadır. Yine Sultan Vahdeddin’e göre Ankara liderlerini bu ülkeye bağlayan ne kan ne de başka bağ bulunmaktadır.”
Prof. Hülagü, Vahdeddin’in milli mücadele kahramanlarının Türk olmadığı iddiasıyla ilgili şunları söylüyor: “İngiliz istihbarat kaynaklarının yaptıkları araştırmaya göre ise Refet Paşa ile çocukluktan beri arkadaş olan Mustafa Kemal ne Yahudi’dir, ne de damarlarında Yahudi kanı bulunmaktadır. Mustafa Kemal aslen göçebe bir Türk’tür. Ankara’da açılmış bulunan Büyük Millet Meclisi’nde Maliye Bakanı Reşad Bey’den başka Yahudi de bulunmamaktadır. Yine İngiliz vesikalarının nitelemesiyle Mustafa Kemal her zaman için üstün meziyetlere sahip olmuş biridir. Dahası dürüsttür ve birçok önemli makam ve görevlerde bulunduğu halde zimmetine para geçirmemiştir.”
Vahdeddin İngilizlere Mustafa Kemal’i gayet iyi tanıdığını söylüyor ve ilginç bir tanımlama yapıyor: “Mustafa Kemal’i Londra’da yirmi yahut otuz yıl kalması sağlansa yahut bir dağın tepesinde 24 saat tutulsa bile o tekrar eski haline döner.”

Zafer karşısında sessiz

Hülagü'nün Yurtsuz İmparator Vahdeddin adlı kitabında Anadolu hareketeninin başarı kazanması karşısında son padişahın tepkisi konusunda da ilginç tespitler bulunuyor: “Mustafa Kemal önderliğindeki hareketin 1922 yılında Yunanlılara karşı elde etmiş olduğu başarı karşısında Sultan Vahdeddin, kutlamada bulunması yolunda kendisine yapılan baskıları inatla reddetmiş, Ankara’nın söz konusu başarılarını kutlamaktansa sessiz kalma yoluna gitmiştir. Sultan Vahdeddin Milliyetçi hareketin 1922 yılında Yunanlılara karşı Anadolu’da elde etmiş olduğu başarıyı Milliyetçi liderlerle kendisi arasındaki mevcut anlaşmazlıklar dolayısıyla kutlamaktan kaçınmışsa da, Anadolu’da kazanılan zaferleri kutlamak yahut şehit olanların ruhlarına dua ve niyazda bulunmak üzere İstanbul camilerinde tertip edilen törenlere katılmaktan da geri kalmamıştır. Bu anlamda Anadolu’da şehit düşenler hatırasına olmak üzere 15 Eylül 1922 tarihinde Süleymaniye Camii’nde ve Ayasofya Camii bahçesinde düzenlenen törenlere iştirak etmiş, tebasıyla birlikte saf tutmuş, şehitlerin ruhu için duada bulunmuştur.”
Zafer karşısında suskun kalan ve 15 Eylül’de şehitler için okunan dualara katılan son padişah bundan iki ay sonra bir İngiliz gemisiyle İstanbul’u terk etmişti.

‘Enver Paşa’ya karşı kozuydu’

PROF. Dr. Metin Hülagü Veliahd Vahdeddin ile Mustafa Kemal arasındaki ilişkinin Birinci Dünya Savaşı öncesine dayandığını belirtiyor: “Veliahd Vahdeddin I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ni temsilen 15 Aralık 1917-4 Ocak 1918 tarihleri arasında Almanya’ya resmî bir gezi yapmıştı. Bu seyahatte kendisine Mustafa Kemal refakat etmişti. İngiliz belgelerindeki yaklaşıma göre Mustafa Kemal’in Enver Paşa ve Liman von Sanders ile olan siyasî çekişmeleri Vahdeddin’in onu Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Komitesi’ne karşı bir denge unsuru olarak kullanmak istemesine neden olmuştu.

Savaşa sokmazdım

Vahdeddin tahta çıkmasının üzerinden 4 ay bile geçmeden 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Bu dönemin önemli bir diğer gelişmesi ise mütarekeden hemen sonra Osmanlı Devleti’ni savaşa sokan Talat, Enver ve Cemal Paşaların 3 Kasım 1918’de yurt dışına kaçmaları olmuştu. 24 Kasım 1918’de Daily Mail gazetesi muhabirine beyanat veren Sultan Vahdeddin, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinin sorumluluğunu İttihat ve Terakki Fırkası’na yüklüyordu: ”Eğer siyasî vaziyetimizle coğrafî durumumuz ve millî menfaatlerimiz ciddi surette nazarı dikkate alınsaydı, vuku bulan teşebbüsün asla makul olmadığı açıkça anlaşılırdı. Maalesef o zamanki hükümetin basiretsizliği bizi bu badireye sürükledi ve felâketimize sebep oldu. Eğer ben makam-ı saltanatta bulunsaydım, bu elim vak’a katiyyen husule gelmezdi.

Daha 1919’da kaçmayı planladı

Vahdeddİn 17 Kasım 1922’de İngilizler’e ait Malaya adlı gemiyle İstanbul’dan kaçtı. Ancak İngiliz belgelerine göre son padişah Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından kısa bir süre sonra İngiltere’ye irtica etmek için girişimlerde bulunmuş: “Vahdeddin ilk olarak Damat Ferit Paşa’nın müracaatlarıyla İngiltere’ye irtica etmenin yollarını araştırmış. Tespit edebildiğimiz kadarı ile Damat Ferit Paşa’nın gelişmelerden endişe duyarak kendisini, çevresini ve Sultan Vahdeddin’i hayatî bakımdan güvence altına alma noktasında yapmış olduğu ilk girişimlerden birisi daha 30 Temmuz 1919 tarihinde gerçekleşmiş.”

Endişe ediyoruz

İngiliz belgelerine göre Damat Ferit ile İngiliz Yüksek Komiseri Mr. Hohler arasında 30 Temmuz 1919’da önemli bir görüşme yapıldı. Prof. Hülagü, bu görüşme sırasında Damat Ferit kendisinin iktidardan ayrılması, Sultan Vahdeddin’in ise tahttan çekilmesi halinde ’şahsi emniyetleri’nden duydukları endişeyi dile getirdiğini, İngiltere’nin ise bu hususta kendilerine yardımcı olup olamayacağını Mr. Hohler’a sorduğunu belirtiyor: “Vahdeddin 4 Ekim 1920 tarihinde de İstanbul’da bulunan Amiral Sir J. de Robeck’le gizli bir görüşme yapıyor. Amiral Sir J. de Robeck, Vahdeddin ile olan görüşmesini aynı tarihte İstanbul’dan Earl Curzon’a ’çok gizli ve şahsî’ kaydıyla göndermiş olduğu telgrafında dile getirmiş. Robeck telgrafında, Vahdeddin’i istifa etmekten vazgeçirmeye çalıştığını, tahttan çekilmesi durumunda ülkesi için kullanabileceği müstakbel hizmetlerin feda edilmiş olacağından ve ortamın biraz daha içinden çıkılmaz bir duruma dönüşeceğinden üstüne basarak bahsettiğini, dolayısıyla kendisini istifa kararı almaktan vazgeçirmeye iknaya çalıştığını ifade ediyor.”

Resmi iltica talebi


FO: 371/7962 163552
Mâbeyn-i Hümayun-i Mülûkâne Serkurenâlık Dairesi
Dersaadet İşgal Orduları Başkumandanı General Harington Cenablarına
İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i fahîmanesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahall-i ahara naklimi talep ederim efendim

16 Kasım 1922 - Halife-i Müslimîn Mehmed Vahdeddin










Vatan

18 Ocak, 2008

ASK FORMÜLÜ

[color=teal][glow=red,2,300][size=16pt]ASK FORMÜLÜ[/size][/glow][/color]


[quote author=sera link=topic=453.msg1580#msg1580 date=1200661161]
[quote author=mim link=topic=453.msg1577#msg1577 date=1200659410]
[quote author=sera link=topic=453.msg1569#msg1569 date=1200640708]
insanın insana söylediği en büyük yalan AŞK......
[/quote]
hissedilmeden söylenildiginde yalan olan kelimedir ask desen hak veririm.
[/quote]
biraz daha açıklayıcı yazarsan..... :((

[/quote]

insan ruh+vücud+akil denen 3 parcadan mütesekkildir.
Bu 3 alandan her birinde teker teker nefisten gelen istek ve arzularin begenilmesi(sempati), kabullenilmesi ve dengeye gelecek bir sekilde özümsenmesi sarttir.
Eger bu mümkün olmussa, ask mevcuttur. Bunlardan birisi eksik ise, eksikligin telafisine ugrasilirki, bu da aska göge düsüren yalandir.

aciklayayim derken, dahada komplike yaptim. :)

Acalim biraz.


Nefsinizin bu istegi ruhunuza ;
1. hitap ediyormu ?
2. Kabul ediyormu ruhunuz bu istegi ?
3. Bu isteginizin kul hakki ile ruhunuzun kul hakki dengede mi ? Diger bir deyimle bu isteginiz ruhunuza zarar veriyormu ? Veyahutta ruhunuz bu isteginizin kul haklarina zarar veriyor mu ?

Nefsinizin bu istegi vücudunuza ;
1. hitap ediyormu ?
2. Kabul ediyormu vücudunuz bu istegi ?
3. Bu isteginizin kul hakki ile vücudunuzun kul hakki dengede mi ? Diger bir deyimle bu isteginiz, vücudunuza zarar veriyormu ? Veyahutta vücudunuz bu isteginizin kul haklarina zarar veriyor mu ?

Nefsinizin bu istegi akliniza ;
1. hitap ediyormu ?
2. Kabul ediyormu akliniz bu istegi ?
3. Bu isteginizin kul hakki ile aklinizin kul hakki dengede mi ? Diger bir deyimle bu isteginiz, akliniza zarar veriyormu ? Veyahutta akliniz bu isteginizin kul haklarina zarar veriyor mu ?

Tüm bu islemleri ayri ayri yaptiktan sonra gelelim ruh, vucud ve akil arasinda bu nefis istegi hususundaki capraz iliskilere:

Nefsinizin bu istegini ruhunuzun, vücudunuz ve akliniz teker teker(yukarda oldugu gibi) ve kendi aralarindada kabul ediyorlar mi ?

nefsiniz size bir icli köfte yemenizi söylüyor.
Bu isteginizi sirasi ile;
ruhunuzda,
bedeninizde ve
aklinizda sira sira canlandirirsiniz.
Eger bu organlarinizin hepsinin kararlari teker teker ; bu icli köftenin yenilmesinin DOGRU(helal) oldugunu kabul ediyorlarsa, birde bu organlariniz biribirine sorsunlar;
- benim icli köfteyi ymemi istermisin ? kabul edermisin ? Hakkina tecavüz olarak addetmezmisin ?

tüm bunlara aldiginiz yanit, olumlu ise, bu icli köfteyi ask ile yiyebilirsiniz, helaldir..afiyet olsun.
Hemen gülmeyin..Bu formülü(formüllestirdim yine..huyum ba(ma)tsin..:) herseye vurun..Göreceksiniz ki, netice daima kesin...
Bu arada bu formülde Kur´an dandir...

Beni annem seviyor...
Vur formüle..gör..seviyor mu ?

Eeeeee...sevmeyen ne yapar, sever görünür iste yalanlarla...
Bu arada bu formülü kullanarak gördümkü, ben hem kendime ve hemde baskalarina cok yalanlar söylemisim.

15 Ocak, 2008

Küçük kız üç yaşında buluğa erdi!

Gıda ve içme suyundaki kadin hormonlar(östrogen), çocukların çok erken yaşta büluğa ermesine neden oluyor. İngiltere’deki bir kız çocuğu daha 3 yaşındayken ergenlik belirtileri gösterdi.
15 Ocak 2008 11:25



Mesude Erşan'ın haberi
İngiliz uzmanlar, gıda maddeleri ve içme suyundaki hormonlar yüzünden, bazı kız çocuklarında çok erken yaşta ergenlik belirtileri görüldüğü konusunda uyardı.
İngiliz Daily Mail ve The Sun gazetelerinin haberine göre hekimler, daha okul öncesi çağda adet görme ve göğüslerde büyüme vakaları tespit ettiler. Hormon uzmanı Peter Clayton, abur cubur gıdaların da erken ádet görmeye yol açabileceğini ileri sürdü.
Hormonlu gıda ve su yüzünden 1990’lardan bu yana artan bu vakalar nedeniyle hekimler, buluğ çağını geciktirmek üzere hormon tedavisi uyguluyorlar. Şu anda sekiz yaşında olan Ellie-Mae’in annesi Hayley Holden şöyle anlattı: "Kızım henüz üç yaşındayken sorunlu ergenler gibi davranmaya başladı, kapıları çarpıyor, bana vurmaya çalışıyordu. Göğüsleri gelişmeye başladı, sanki regl olacak gibi görünüyordu. Hayal gördüğümü düşünüp kızımı doktora götürdüm. Doktor, adet görmesine altı aylık bir zaman kaldığını söyledi. Daha üç yaşındaydı. Kemik yaşının dokuz olduğu tespit edildi. Hekimler, buluğ çağını geciktirmek için hormon iğnesi yapılması gerektiğini söyleyince şok geçirdim." Tedavi sonucu Ellie Mae’in göğüsleri küçülmüş, kemik yaşı ise şu andaki yaşından sadece bir yaş daha büyük. Böylece Ellie-Mae normal bir çocukluk yaşayabilmiş. Bugün 10 yaşında olan Harley Tedds’e de daha beş yaşındayken hormon enjeksiyonları yapılmaya başlanmış. Annesi Bernie, kızının o yaşta koltuk altı ve bacaklarını tıraş etmek zorunda kaldığını, göğüsleri büyümeye başladığı için de okulda kendisiyle alay edildiğini anlatıyor. Hem erken, hem de hızlı ergenleşme Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji ve Adelosan Bilim Dalları Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Ercan, bu konuyla ilgili olarak şunları söyledi:


"Ergenliğin alt yaş sınırı, kızlarda 8, erkeklerde ise 9 yaşın bitirilmesi. 10 yıl kadar önce kız çocuklarının daha erken ergenliğe girmeye başladığını gördük. Nedeni henüz tam olarak anlaşılamasa da dış faktörlerin kız çocuklarda ergenlik sürecini daha erken uyardığını biliyoruz. Erken ergenlikten çevresel etkenler muhakkak ki sorumlu. Ancak besinlere karışmış hormonlar erken ergenliği izah etmek için yetmiyor. Tarım ilaçlarından kozmetik ürünlere kadar hayatımızın her alanına giren kimyasalların da etkisi var. Biliyoruz ki birçok kimyasal, östrojen gibi davranıyor. Dolasıyla bu süreci de başlatıyor.
Örneğin ABD’de 1990’da yapılan bir araştırma, Michigan Gölü’nden çıkan balıkları yiyen annelerin kızlarının erken adet görmeye başladığını ortaya koydu." (Hürriyet)

Kalp krizi

kolunuza ve çenenize doğru yayılmaya başlayan
korkunç bir ağrı mi hissediyorsunuz.
***

NE YAPACAKSINIZ???

YALNIZ BAŞINIZAYKEN KALP KRİZİ GEÇİRİRSENİZ NASIL HAYATTA KALIRSINIZ?
KALP ATIŞLARI DÜZENSİZLEŞEN VE KENDİSİNİ BAYILACAKMIŞ GİBİ HİSSEDEN BİRİNİN, BİLİNCİNİ YİTİRMEDEN ÖNCE
YALNIZCA 10 SANİYE KADAR ZAMANI VARDIR.

BU DURUMDA NE YAPMANIZ GEREKİR?

CEVAP:
PANİĞE KAPILMADAN
ÜST ÜSTE KUVVETLİCE ÖKSÜRMEYE BAŞLAYIN.
ÖKSÜRMEDEN ÖNCE HER SEFERİNDE DERİN BİR NEFES ALIN;
ÖKSÜRÜKLERİNİZ GÜÇLÜ OLSUN,
DERİNDEN GELSİN VE UZUN SÜRSÜN, TIPKI GÖĞSÜNÜZDE BİRİKMİŞ BALGAMI ATMAYA ÇALIŞIR GİBİ ÖKSÜRÜN.

HER İKİ SANİYEDE BİR DERİN NEFES ALIP ÖKSÜRÜN VE BUNU YA YARDIM GELENE DEK YA DA KALP ATIŞLARINIZ TEKRAR NORMALE DÖNENE DEK SÜREKLİ YAPIN.

BUNUN YARARI:
DERİN NEFES ALMAK CİĞERLERİ OKSİJENLE DOLDURUR.
ÖKSÜRMEK KALBE TAZYİK YAPAR VE KAN DOLAŞIMINI RAHATLATIR.
KALBE UYGULANAN BU TAZYİK, KALBİN NORMAL RİTMİNE DÖNMESİNİ KOLAYLAŞTIRIR.
BÜTÜN BUNLAR SİZE, BİLİNCİNİZİ KAYBETMEDEN ÖNCE HASTANEYE YETİŞECEK ZAMANI TANIR.

Alinti:
ARTICLE PUBLISHED ON N.º 240 OF JOURNAL OF GENERAL HOSPITAL ROCHESTER

11 Ocak, 2008

Reform degil iSLAM

Etrafımızda İslam adına sergilenen tüm ilkelliklerden, çirkinliklerden ve çelişkilerden görülenler, kitlelere acilen gerçek dinin anlatılmasının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu manzaradan rahatsız olan Muhammed İkbal 1920'lerde şöyle diyordu: "Eğer biz İslam'ın bir üstün değerler sistemi olduğunu Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemek borcundayız.” İkbal'den daha önceki yıllarda yaşayan Muhammed Abduh aynı gerçeği kendi kelimeleriyle şöyle anlatıyordu: "İslam denince akla problemler, çıkmazlar ve çelişmeler geliyorsa, bunun sebebi İslam değil Müslümanlardır. Müslümanların bu asırda Kuran'dan başka imamları yoktur. Ezher'de okutulan ve benzeri kitaplar varolduğu müddetçe, bu ümmet ayağa kalkamaz. ümmeti kaldıracak ruh, ilk dönemde hakim olan Kuran ruhudur. Kuran dışında her şey; Kuran'ı bilmek ve yaşamak arasına konmuş engellerdir.” Mehmet Akif Ersoy ise Kuran'a rağmen dini yozlaştıranların oluşturduğu manzarayı bakın nasıl tarif ediyor: "Eğer İslam’dan maksat Kuran’sa, ortada İslam diye bir şey olmadığını söylemek durumundayız. çünkü Kuran bugün göklere çekilmiş ve yeryüzündeki İslam’ın onunla ilgisi kalmamıştır.” Arap asıllı Amerikalı Profesör İsmail Faruki de aynı manaya gelen kendi tespitlerini şöyle aktarmaktadır: "İslam, ne bugünkü Müslümanların tavır ve yaşayışları, ne İslam tarihinin şu veya bu dönemi, ne de İslam adına kaleme alınan şu veya bu kitabın anlattıklarıdır. İslam Kuran'dır.”

BU HAREKET POPÜLİST BİR HAREKET DEĞİLDİR

Geniş halk kitlelerinden çoğu İslam düşünürüne kadar pek çok kişi, bugün İslam adına sergilenenlerin düzeltilmesini ve İslam'ın bunlar olmadığının anlatılmasını istemektedir. Bu hareket popülist bir hareket değildir. Yani bu hareket salt geniş kitleler Müslüman olsun, insanlar İslam’ı daha çok sevsin diye yapılan bir hareket değildir. Bu hareket, bugün sergilenen manzaranın ALLAH'ın diniyle, ALLAH'ın dininin tek kaynağı Kuran'la çelişmesi yüzünden oluşmuştur. Amaç insanların beğeneceği dinin değil, ALLAH'ın istediği dinin oluşturulmasıdır. Sonuç olarak Kuran'ın anlattığı din, insanların daha rahat yaşayabileceği, daha rahat ettiği, daha çok sevgi ve tolerans dolu bir yapıdadır. Bu yüzden de insanlar tarafından daha çok beğenilmektedir. Ana gaye insanların beğenisi değildir, bu, ana gaye gerçekleşirken ortaya çıkan sonuçlardan biridir.

Amacı insanların beğenisi olan hareket, dini ALLAH'ın istediği gibi değil; şahsi, kültürel görüşler ve siyasal amaçlar çerçevesinde şekillendirir. Fransız devrimi sonucunda oluşan rönesans ve reform da böyledir. ALLAH'a ait olmayıp sübjektif olan, yani insani olan hiçbir şey din olamaz.

HERKES MEZHEPSİZDİ

Peygamberimiz ve 4 halife döneminde Kuran dışında dini bir kaynak yoktu (11. Bölüme bakınız). İnsanlar mezheplere bağlı olmadan doğrudan Kuran'a bağlıydılar. Kuran'ın belirttiği şekilde dini yaşar, Kuran'ın serbest bıraktığı konularda kendi beğeni, örf ve alışkanlıklarına göre hareket ederlerdi. Kimse ben Sunniyim, Hanefiyim, Şafiyim veya ben Şiiyim, Aleviyim, Caferiyim şeklinde görüş belirtmiyordu. Onlar Müslümanım diyor, rehberlerini Kuran görüp, bununla yetiniyorlardı. Peygamberimiz'in dönemindeki en cahil bedeviler bile Kuran ayetlerinden anlayışlarına göre faydalanıyor ve Müslüman oluyorlardı. Bizim arzumuz da aynı o günlerde olduğu gibi Hanefi, Şii, Caferi, Sunni gibi etiketler kullanmadan, mezheplere bağlanmadan sadece Müslüman olmamız; değişmeyen, çelişkisiz, akla, mantığa uygun ve ALLAH'ın uymamızı istediği Kuran'a diğer kaynaklara itibar etmeden tâbi olmamızdır. Böylece tek ALLAH, tek din ve tek kitabın oluşması ve Müslümanların dine fatura edilen uydurmalardan ve bu paramparça tablodan kurtulmalarıdır. O dönemdeki gibi olmamız gerekir derken o dönemdeki gibi Kuran'a uymalı, başka dini kaynak tanımamalı, takısız Müslüman olmalıyız diyoruz. Yoksa Kuran'ın verdiği serbestlikleri o döneme göre düzenlemek Kuran'ın dinine ilave yapmaktır. Kuran'ın hüküm getirmediği konuların ALLAH'ın bizi özgür bıraktığı konular olduğunu anlarsak, din diye bildiğimiz yanlışları düzeltebiliriz. çünkü dinimizdeki bozulmalar en çok Kuran'ın bizi özgür bıraktığı konularda kısıtlamalar getirilmesi ile oluşmuştur (39. Bölümü okuyun).

Tüm bunları gerçekleştirirken ilk önce ALLAH’ın bizden bunu istediğini anlamamız lazımdır. Bunun için kitabın ikinci bölümünde Kuran'ın tek kaynak olduğunu açıklayan görüşlerin yeterli bir delil teşkil edeceğini zannediyoruz. Kuran'ın yeterliliğine dair bu bölümde bahsetmediğimiz bir çok ayeti kitabın diğer bölümlerinde göstermemiz zaten yeterli olan bu ayetleri daha da pekiştirecektir. Bu bölümden sonra kutsala fatura edilen, doğru ile yalanın birbirine karıştığı hadislerin geri dönüşü mümkün olmayan, yani doğru ile yalanın bir daha ayırt edilemeyecekleri bir şekle girdiklerini anlayacağız. Eğer ki hadisler Kuran gibi dinin kaynağı olsalardı bu, İslam'ın geriye dönüşü mümkün olmayan tarzda bozulduğu manasına gelecekti. Bu yüzden hadislerin dinin kaynağı olamayacağını göstermek hem dinimizi, hem de Peygamberimiz'i iftiralardan kurtarmak olmaktadır. İleride hadislerin hem Kuran’la, hem kendi aralarında, hem mantıkla çeliştiklerini, hem de Kuran’a ilaveler yaptıklarını göreceğiz. Üstelik Peygamber’in ve 4 Halifenin hadisleri yazdırmama ve yaktırma konusundaki tavrını görünce (4., 10. ve 11. Bölümleri okuyun) Kuran dışında dini kaynak olabilecek hiç bir şey bırakmamanın ve Kuran'a gidip dini oluşturmanın haklılığını daha da iyi anlayacaksınız. Uydurulan din ile indirilen dini ayırt etmedeki yöntemimiz, indirilen dini (Kuran'ı) ve uydurulan dini (hadisleri, mezhepleri, şeyhleri) inceleyerek gerekli delilleri çıkartmaktır. ALLAH'ın istediği gibi aklı işleterek ve beyyine yani açık delil üzere olarak mevcut yapı değiştirilmelidir. Bunun aksi körü körüne taklit olur ki o da bizi karşı olduğumuz yapıyla aynı noktaya götürür.

PUTLAŞTIRILMIŞ KİŞİLERDEN DİNİ KURTARALIM

Uydurmaları açıklayıp dini Kuran’ın denetimine teslim ederken, adeta putlaştırılmış, tartışılmaz sanılan kişilerin hegemonyasından dini kurtarmak gerekir. Bu sağlanmadan Sunni ile Alevi, Şii ile Hanefi, Şafi ile Caferi kucaklaşamaz. Daha doğrusu herkes putlaştırdığı, tartışılmaz gördüğü insanlardan dinini kurtarıp, tek tartışılmaz olarak Kuran'ı ilan edecektir ki herkes Sunniliğinden, Aleviliğinden, Şiiliğinden, Hanefiliğinden kurtulup bir tek Müslüman olabilsin. (Bu arada biz de kelime manası olan gerçek sünnete tabi olma konusunda Sunni, Hz. Ali'yi sevme manasında Şii ve Alevi'yiz. Fakat bizim karşı olduğumuz bu kavramların sözlük anlamı değil, sosyolojik olarak kazandıkları anlam ve İslam'ın içinde oluşturdukları Kuran'a ilavelerle dolu olan mezhepsel yapılardır.)

Ve derler ki "Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.”

33 Ahzab Suresi67

Yani Sunni olanlar Ebu Hanife'yi, Şafi'yi, Malik'i, Hanbel'i kutsallaştırıp, din kurucusu haline getirmekten kaçınmalılar, "Ebu Hanife 99 defa ALLAH'ı rüyasında görecek kadar büyük insandı” şeklinde hezeyanlardan kurtulmalılar. (Bu inanılmaz iddiayı çağrı Yayınları'nın Fıkhı Ekber kitabı 321. sayfada ve Ebu Hanife'yi öven birçok yazıda görebilirsiniz.) Bu arada bu mezhep imamlarıyla beraber Buhari, Muslim, Tirmizi, Ebu Davud ve diğer hadisçiler de eserleriyle Kuran'ın önünde oluşturdukları kalabalığa son vermeliler. Şiiler de bizim imamlarımız masumdur, onlar hiç hata yapmazlar deyip adeta imamlarına Peygamber'in ve Kuran'ın vasıflarını veren hareketlerinden vazgeçmeliler; Kuran dışında kaynak, Peygamber dışında din önderi tanımamalılar. Aleviler de kutsallaştırdıkları dedelerini değil, Kuran’ı dini kaynak olarak önlerine almalılar, Peygamber'in soyundan olmanın kimseye bir üstünlük getirmediğini bilmeliler. Kuran'da Hz. İbrahim'in babasının, Hz. Lut'un karısının nasıl sapıttıkları anlatılmaktadır. Peygamber'ler hayattayken bile yakınları kimi zaman kurtulamazken, Peygamber'in bilmem kaç göbek öteden torununun torunlarının torunlarında üstünlük aramak ve bunu yaparken Kuran'ı, ALLAH'ın bize rehber, rahmet ve herşeyin açıklayıcısı olarak gönderdiği kitabı (16 Nahl Suresi 89) unutmak olacak şey değildir. Her mezhebin güzel yaptığı bir şeyi de unutmayalım. Her mezhep diğerinin hatalarını, diğerinin eksiklerini çok iyi anlamaktadır. Sunniler, Şiilerin mezhep imamlarını masum ilan edip onlara körü körüne tabi olmalarını çok mantıklı eleştirirler. Fakat sonra kendi imamlarını; Hanefi'yi, Şafi'yi, Malik'i, Hanbel'i tartışılmaz kıldıklarını, din diye Kuran yerine onlara tabi olduklarını unuturlar. Bir mezhebe göre bir farzı yerine getirenin, diğer mezheplere göre haram işlediği birçok husus ortaya çıkar ve sen Hanefi isen bu doğru, Şafi isen şu, Hanbeliysen öbürü doğru derler ve ALLAH'ın indirdiği din bir iken bir sürü din oluştururlar.

(14. Bölümdeki Mezhepler kısmını okuyun.) Şiiler'in mezhepimamlarını yüceltmelerini çok iyi algılayan göz ne yazık ki kendisi de aynen bir imam bulup ona tabi olmuştur, ama aynı göz onu farkeder, kendini farketmez. Ona sapık der, kendisine ise yegane kurtulacak olan fırka, mezhep diye bakar. Evet belli kişilere tabi oluyorsanız, nedir sizin farkınız? çoğunuza göre kendi tabi olduğunuz kişi en üstün kişi, diğerleri ise sapıktır. Peki hangi kritere ve neye göre? Kriteri Kuran alsaydınız, zaten Kuran dışında dini otorite, dini hüküm koyucu aramamanız gerekirdi. Sorun da zaten burada, Kuran'ı dinin tek kaynağı yapmıyorlar. Birbirlerini kınayıp, aynı hataları kendileri yapıyorlar.

DİNCİ VE DİNSİZ YOBAZLIK

Kuran okunan vahiy olarak, Yaratıcımız'ın din adına bizden istediklerinin, ulaştırdığı mesajların toplamıdır. Kuran zamanın değişimiyle oluşacak yeni durumlara da uygun olacak ALLAH'ın vahyidir. Değişim kaçınılmazdır, ama yeni oluşan şartlara cevap vermek ALLAH'ın kitabının mucizesidir. Bu mucizevi durum İslam'ın reforma ihtiyaç hissetmemesini sağlar. Fakat iki zümre, dine karşı çıkan dinsizlik yobazı ve uydurulmuş dini bir türlü bırakmak istemeyen dinci yobazın güçleri bu uydurulmuş dine bağlıdır. Dinci yobaz sıkı sıkıya uydurmalarına sarılırken, diğeri işte dininiz budur diyerek prim yapmaya, içinden çıkılmaz sistemi gösterip, insanları dinden kaçırmaya çalışır. Dinci yobaz da kendi dışındakileri cehennemlik ilan ederek uydurmalarına daha çok sarılır. Görüldüğü gibi bu iki zümrenin de sermayesi aynı, ama kullanımları farklıdır. Bu yüzden Kuran'a giderek dinin düzenlenmesinden en çok bu iki grup rahatsız olur. Din düşmanı yobaz, dine saldıracak materyalleri elinden alındığı için bozulacaktır. Dinci yobaz ise geleneğe dönüştürülmüş yapısı elinden alındığı için kızacak ve aforozlama, cehennemlik ilan etme mekanizmalarına sarılacaktır. Gelenekçi din adına bu aforozları yapanların üniversitede kürsüsü olan profesörler; tarikatların, hiziplerin başları olması; geleneksel yapının sözde aydın yazarları olması bizi şaşırtmamalıdır. Kuran bize sosyolojik bir vaka olarak bir fikir ileri sürüldüğü zaman o fikre ilk önce mevcut yapının sivrilmişlerinin, elitlerinin karşı çıkacağını ders vermektedir. Bu yüzden kürsüsünde yıllarca geleneksel dini savunanlar, tarikatını geleneksel yapı üzerine oluşturan şeyhler, kendi otoriteleri sarsılacak, yıllarca emek verdikleri karizmaları depreme uğrayacak korkusuyla Kuran'ın İslam'ına ilk saldıranlar olacaklardır. Hz. İsa'yı öldürmeye kalkanların Yahudi din adamlarının önde gelenleri olduğu şeklindeki tarihsel dersi hatırlamamız, Kuran'ın İslamı'na karşı savaşanların din adamı vasfıyla ortaya çıkışlarına şaşırmamızı engelleyecektir. Dine, din istismarcısının verdiği zararı hiçbir şey vermemektedir. Bunu Müslümanların çoğu, Hıristiyan engizisyonlarının insanları din dışı ilan etmelerinde, papazların günah çıkarmalarında çok iyi görür. Fakat aynı göz ne yazık ki kendi istismarcısının insanları cehennemlik ilan etmesinde, Kuran’a ilave yeni din oluşturmasında aynı hassasiyeti göstermez. Evet Hıristiyan papazlar nasıl dini kendilerinin tekeline almak için insanlara zulmettilerse, aynı zulüm bizim dinimizde de olmuştur. Falanca papazın kerametleri, üstünlükleri, o yüzden dinlenmeleri gerektiğinin hikayeleri nasıl Hıristiyanlıkta anlatılmışsa; bizde de falanca şeyhlerin, imamların, evliyaların kerametleri, üstünlükleri, rüyalarında ALLAH'ı bile gördükleri, bu yüzden onlara uyulması gerektiği anlatılmıştır.

Bize düşen, ArapEmevi saltanatının kendi şahsi görüşlerini dine fatura ederek başlattıkları yozlaştırmaya, Kuran'a giderek son vermektir. Böylelikle insanla çelişik hale getirilen din insanla barıştırılacaktır. çözüm yolu reform değil; Kuran'a uygunluğu ve dönüşü hayata geçirmek, uydurulan sahte kutsalları reddetmektir. Bu hareket mezhepleri birleştirme hareketi de değildir. Zaten uydurmanın birleşmesi de olmaz. Din tektir ve uydurma olanlar atılacaktır. Mezhepler üstü, uydurmalara dayanmayan Kuran, temel ve tek dini kaynak olarak ortaya çıkmalıdır. Emeviler ve Abbasiler ALLAH'ın dini olan İslam'da reform yapmışlardır ve sırf İslam olan dini Hanefi İslamı, Şafi İslamı gibi isimlere dönüştürerek ALLAH'tan olanı insansal olana çevirmişlerdir. Bugün yapılması gereken, ALLAH'ın dininde reform değil, olsa olsa uydurulan dinde reformdur; yani yeniden yapılanmadır. Bu da aslında bir reformdan ziyade öze dönüştür.

AH DİYANET, VAH DİYANET

Türkiye açısından olaya bakarsak Sunni ağırlıkta olan Diyanet kurumunun düzenlenmesi en önemli şart olarak gözükmektedir. Ne yazıktır ki sorulara Kuran'a dayanarak değil; Sunni fıkhına, mezheplerin İslamına dayanarak cevap veren Diyanet'e göre hurafe deyince akla türbelere bez bağlamak, türbelerde mum yakmak gibi şeyler geliyor. Kendisi gırtlağa kadar hurafelere boğulmuş kaynaklara gönderme yapan Diyanet'in, hurafe deyince sırf bu tarz şeyleri anlaması ne acı! Ayrıca imam hatip liselerinde ve ilahiyat fakültelerinde Sunniliğin Hanefi kolunun hegemonyası ağırlıktadır. Bu mezhepçi anlayış ise kitlelerin Kuran'la arasına mezhep duvarı örmektedir. (Yazının ilerleyen bölümlerinde Kuran'ın İslamı ile mezheplerin İslamı arasındaki uçurumu daha iyi göreceğiz.) İmam hatip liselerinde yetişen SunniHanefi din görevlileriyle bu mezhepsel anlayışın devamı sağlanmakta ve Hanefi imamlarla en ücra köylere kadar Kuran'ın dini yerine; ilmihal kitaplarından, mezheplerden öğrenilen din yayılmaktadır. Diyanet kurumundan, ilahiyata, imam hatiplere kadar her yer tek yanlı Hanefi mezhebinin öğretileriyle doludur. Bu yüzden başta bu kurum ve kuruluşların değişikliğe uğraması zorunludur. Yoksa daha uzun yıllar hurafe deyince bez bağlanan, mum yakılan türbelerden başkasını anlamayacağız. ülkemizin ikinci büyük mezhebi ise Aleviliktir. Cami ile aynı manaya gelen ve aynı kökten türeyen "Cem evi” terimiyle bu mezhebin ibadet yeri bile değiştirilmiştir. Sunniler ile Aleviler arasında evlilikler yasaklanmakta, bu iki mezhebin taassubuyla bir çok kişi birbirinin cenazesine bile gitmemektedir. Mezhep taassuplarının dini getirdiği nokta apaçık ortadadır. Irkçı ayrılıktan daha tehlikeli bir fitneyi bağrında taşıyan bu ayrılığın kanaatimize göre tek ilacı herkesin mezheplerini bırakıp, yalnız Kuran'ın etrafında toplanması, Kuran'ın helalini helal, haramını haram bilip, diğer her türlü otoriteyi reddetmesidir. Yoksa ne Hanefi Alevi olur, ne de Alevi Hanefi. Hele geleneksel İslam'ın yanlış izahlarından dolayı geçmişte yapılan katliamlar düşünülürse, bu tamamen imkansızdır. Tek çıkar yol, ALLAH'ın değişmemiş kaynağı olan ve ortak saygınlığa sahip tek kaynağı olan Kuran'ın etrafında birleşmek; dedeler,şeyhler, imamlar yerine Kuran'ı otorite yapmaktır.

HANEFİ MEZHEBİNE GÖRE ÖLDÜRÜLMESİ GEREKENLER

Diyanet'e gelince, Diyanet İşleri dini konulardaki açıklamalarında yöntemini belirlemelidir. Eğer ki Diyanet İşleri'ne göre Hanefi mezhebi dinen geçerli bir mezhepse her konuda bu açıkça ortaya konmalıdır. örneğin kadınlarla ilgili konularda: Erkeğin tüm vücudu cerahat olsa kadının bu cerahatı yalayarak temizlese de erkeğin hakkını ödeyemeyeceğini, kadının tek başına 90 km'den fazla seyahatinin haram olduğunu, kadının boşanma hakkının olmadığını, kadınla erkeğin el sıkışmasının haram olduğunu, kadının sesinin bile erkekler tarafından duyulamayacağını, kadının kalktığı yere sıcaklığı geçmeden oturulamayacağını da Diyanet İşleri açıklamak zorundadır.(21. ve 22. bölümde kadınlar hakkındaki uydurmaları okuyacaksınız.) Yine Hanefi mezhebine göre İslam dinini değiştiren öldürülür. "Mürtedin katli vaciptir.” ifadesi ile belirtilen bu hüküm her Müslüman ailede doğup, sonradan kafir olan için geçerlidir. Yani Türkiye'deki herhangi bir kişi dinsiz olursa Hanefi mezhebine göre öldürülür. Hanefi mezhebine göre namaz zorla kıldırılır, oruç zorla tutturulur. Namaz kılmayan dövülür ve kılmaya başlayana kadar hapsedilir. (Diğer 3 Sunni mezhepte öldürülür.) Ayrıca Hanefi mezhebinde kişinin kafir olması çok kolaydır. örneğin "Kadın ile erkek el sıkışamaz.”, "Kadın tek başına 90 km'den uzağa gidemez.”, "Kadın erkeğin cerahat kaplı vücudunu yalayarak temizlese de erkeğin hakkını ödeyemez.” gibi hükümlerin veya bunlarla ilgili hadislerin herhangi birinin saçma olduğunu söyleyen de Hanefi mezhebine göre kafir olur. Eğer bir Müslüman, bir alimi beğenmeyip ona alimcik derse kendini Müslüman sansa da Ehli Sünnet din bilginlerine göre kafirdir (Bakınız Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Ehli Sünnet İtikadı). Bu kişi "Ben Müslümanım” diyorsa da Hanefi mezhebine göre kafirdir ve öldürülmesi gerekir.(çünkü Müslüman aileden doğup sonradan kafir olduğu için mürteddir.) Yani Hanefi mezhebinin dinen geçerli bir kurum olduğunu düşünen bir kişi, Türkiye'nin çok büyük bir kısmının dinen öldürülebileceğini de savunmak zorundadır. Dini anlamada yöntem çok önemlidir. Siz eğer Hanefi mezhebini savunuyorsanız, Hizbullah gibi terör örgütlerine nasıl kızarsınız? Bu örgütler kendi terörlerini meşrulaştıracak birçok izahı Hanefi mezhebinden, diğer Sunni veya Şii kaynaklardan, hadis kitaplarından bulacaklardır. Hanefi mezhebinde kişinin ne kadar kolay kafir ilan edilebildiğini ve sonra öldürülmesine karar verilebildiğini şu olaydan anlayabiliriz:

KABAK SEVMİYORUM DİYENİN KELLESİ GİDER

Ebu Yusuf, Hanefi mezhebinin 3 kurucusundan biridir ve Ebu Hanife'den sonra ikinci en önemli adamıdır. Bir gün Ebu Yusuf "Peygamber'imiz kabak severdi.” der. Bu lafı söylediği ortamda bulunan bir kişi bu lafın üstüne "Ben kabak sevmiyorum.” der. Ebu Yusuf "Peygamber'in sünneti olan bir şeyi sevmeyen Peygamber'e karşı gelmiş olur, Peygamber'e karşı gelen ALLAH'a karşı gelmiş olur.” der. ALLAH'a karşı gelen kafirliğe dönmüş olacağı için Ebu Yusuf bu şahsın kellesinin kesilmesi için muşamba ve kılıç ister. Kabak sevmem izahına tövbe eden adam kellesini zor kurtarır. Bu olay Hanefi mezhebini savunan kitaplarda Ebu Yusuf'un dini konularda ne kadar titiz olduğuna delil olarak anlatılır (Bakınız Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Ehli Sünnet İtikadı, Sayfa 80).

Ey Diyanet İşleri'nde çalışanlar! Siz eğer bir kurucusunun "Kabak sevmem.” diyen kişinin öldürülmesini dinen gerekli gördüğü bir mezhebi doğru buluyorsanız, Hizbullah gibi terör örgütlerini neden hatalı buluyorsunuz? Eğer ki dini anlamada yönteminiz Hanefi mezhebinin çıkarımlarını savunmaksa o zaman tüm bu izahları savunmak zorundasınız. Bizim yöntemimiz belli: Biz din Kuran'a eşittir, Kuran dinin tek kaynağıdır diyoruz. O yüzden bu yöntemimize dayanarak Kuran'da geçmeyen ve Kuran’a aykırı olan Hanefiliğin, Sunniliğin tüm bu izahlarına karşı çıkıyoruz. Sizin yönteminiz ne? örneğin Kurban bayramında "Hanefi mezhebine göre kurban kesmek vaciptir.” diyorsunuz. Bu izahınızla Hanefi mezhebine göre bir hususu açıklamayı dinle özdeşleştiriyorsunuz. O zaman Hanefi mezhebine göre insanları dövmenin, hapsetmenin, kesmenin de ne zaman vacip olduğunu açıklayın. Sizin yönteminiz ne? Yöntemsiz din anlaşılır mı? Yöntemsiz dini açıklamaya kalkmak kendi görüşünü dinselleştirmekten başka nedir? Biz uyarıyoruz. Eğer ülkemizde Sunniliğe ve Hanefiliğe göre dinin anlaşılmaya çalışılması durdurulmazsa, ülkemiz sürekli din adına ortaya çıkan terör ile uğraşmak zorunda kalır. Hanefilik ve Sunniliğin ne olduğu açıkça ortaya konmalıdır ve başta Diyanet İşleri Kurumu bu mezhebin hegemonyasından kurtarılmalıdır.

OSMANLI’DAN MİRAS KALAN MEZHEPÇİ ZİHNİYET

Diyanet İşleri'ndeki çalışanlar tahminimizce teröre karşıdır. Fakat Hanefi mezhebinin izahlarının (tüm Sunni ve Şii İslam'ın da) teröre olanak tanıdığı da gerçektir. Tüm dünyadaki İslam adına yapılan terör de işte bu mezhep çıkarımlarına, uydurma hadislere dayanmaktadır. Siz ne kadar iyi niyetli olursanız olun savunduğunuz sistemi objektif olarak değerlendirmek ve ortaya koymak zorundasınız.

Ne yazık ki ülkemiz Osmanlı döneminden beri mezhepçi İslamcı görüşle yönetildi. Osmanlı padişahları Sunniliğin halifesiydiler ve Sunniliğin dört mezhebinden biri olan Hanefi mezhebindendiler. Bu tarihsel süreçte dinimiz bu topraklarda Hanefi mezhebi ile eşitlendi. Bugün din adına ortaya konan kadına bakış açısından, ibadetlere kadar her husus bu mezhebin izahlarının etkisi altındadır. (Mezheplerin kökleri de Emevi, Abbasi dönemlerine kadar gider.

13. Bölümü okuyunuz.) İşte yapılması gereken reform bu uydurma sistemdedir (Mevcut tüm mezheplerdedir). Fakat yapılan bu reforma dinde reform denmez. çünkü bu hareket dinin özüne, kaynağına (Kuran'a) döndürülüşüdür. ALLAH'ın sisteminde reform (değiştirerek yeniden yapılandırma) düşünülemez. çünkü ALLAH'ın sözlerini, ALLAH'ın hükmünü insanlar değiştiremez. Sunni mezheplerin, Hanefiliğin dinimizde yaptığı değişiklik (reform) ve bunun sonucu ortadadır. Yapmamız gereken; Hanefi mezhebinin izahlarını reddetmek ve Kuran'a gidip kadına bakış açısından namaza, din adına her konuyu Kuran'dan çıkarmak, böylece dinimizi Kuran'a göre yapılandırmaktır. Eğer biri bize dini bir konuda bir çıkarım, bir hüküm söylerse; "Bu izahını neye göre yapıyorsun?” diye sormalıyız. İzah eğer Kuran'a dayandırılmıyorsa din adına bir şey ifade etmez. İster şeyh olsun, ister müftü olsun, dini izahlar, ağzından çıktıkları kişinin makamına göre değil, ALLAH'ın kitabı Kuran'da dayanakları olması sebebiyle geçerlilik kazanırlar.

KURTULUŞ FORMÜLÜ

Tüm bu felaketlerden kurtuluşun formülü çok basittir: ALLAH'ın kitabı Kuran'ı ele alıp, geri kalan her şeyi bir kenara bırakmak. Tüm ibadetleri, dini ahlakı, insanlar arası ilişkilerdeki dini gerekleri; yani hem teoriyi, hem hayatın pratiğini Kuran'a giderek öğrenmek. Kuran'da geçmeyen hususların dinle alakası olmadığını, Kuran'ın açıklamadığı konularda ALLAH'ın kendi tercihimizi belirleme hakkını bize verdiğini bilmek. Hiçbir mezhebe yüz vermemek, Müslüman ismi dışında hiçbir isme gerek duymamak. Böylece tek ALLAH, tek din, tek kitap etrafında birleşmek.



alıntıdır

03 Ocak, 2008

Kürt isyanlari


Bugüne dek kaç Kürt isyanı yaşandı


Emekli bir asker, Genelkurmay arşivinden yararlanarak tarih boyu yaşanan Kürt isyanlarıyla ilgili son derece çarpıcı bir liste çıkartmış. İşte yaşanan Kürt isyanlarının listesi:
03 Ocak 2008 10:26

Bugüne dek kaç Kürt isyanı yaşandı

Mehmet Ali Birand'ın köşe yazısı
Bugüne kadar kaç kürt isyanı oldu?

Kendisi istemediğinden dolayı ismini açıklamayacağım, ancak emekli bir asker olduğunu söylemekle yetineyim. Anlayabildiğim kadarıyla, Genelkurmay arşivinden yararlanmış ve son derece çarpıcı bir liste çıkartmış. Osmanlı döneminden bugünlere tüm önemli Kürt isyanlarını bulmuş. Herhalde, daha onlarca küçük ayaklanmalar yaşanmış, ancak listelere alınacak kadar önemsenmemiştir.
Okuduğumda inanamadım.
Tarihimizin böylesine sürekli bir kürt isyanları ve onların bastırılmasıyla dolu olduğunu bilmezdik. Zira, Kürt kökenli vatandaşlarımızla ilişkiler hep tabu muamelesi gördü. Kürtlerin memnuniyetsizlikleri hep saklandı.
Aşağıda bulacağınız bilgileri kesip saklayın. Zira başka bir yerde bulamayabilirsiniz.


A. OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR:

1. Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul)
2. Babanzade Ahmet Paşa isyanı (1812 – Musul)
3. Zaza'ların isyanı (1820)
4. Yezidilerin isyanı (1830- Hakkari)
5. Şerefhan isyanı (1831- Bitlis)
6. Bedirhan isyanı (1835- Botan)
7. Garzan isyanı (1839- Diyarbakır)
8. Ubeydullah İsyanı (1881- Hakkari)
9. Bedirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa isyanı (1872-Mardin-Cizre)
10. Bedirhan Emin Ali isyanı (1889- Erzincan)
11. Bedirhaniler ve Halil Rema isyanı (1912-Mardin)
12. Şeyh Selim Şehabettin ve Ali isyanı (1912- Bitlis)
13. Koşgari isyanı (1920- Koşgiri)

B. CUMHURİYET DÖNEMİ AYAKLANMALARI:

1. Nasturi isyanı (1924- Hakkari)
2. Jilyan isyanı (1926- Siirt)
3. Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl-Muş-Diyarbakır)
4. Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli)
5. Reşkotan ve Reman isyanı (1925- Diyarbakır)
6. Eruh'lu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani)
7. Güyan isyanı (1926-Siirt)
8. Haco isyanı (1926- Nusaybin)
9. I. Ağrı isyanı (1926)
10. Koçuşağı isyanı (1926- Silvan)
11. Hakkari- Beytüşşebab isyanı (1926)
12. Mutki isyanı (1927- Bitlis)
13. II. Ağrı isyanı
14. Biçar harekatı (1927- Silvan)
15. Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh)
16. Zeylan isyanı (1930- Van)
17. Tutaklı Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulanık-Hınıs)
18. Oramar isyanı (1930- Van)
19. III. Ağrı harekatı (1930)
20. Buban aşireti isyanı (1934- Bitlis)
21. Abdurrahman isyanı (1935-Siirt)
22. Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt)
23. Sason isyanı (1935-Siirt)
24. Dersim isyanı (1937-Tunceli)
25. PKK terörü (1984-1999)

C. KURULUP DOĞILMIŞ KÜRT ÖRGÜTLER :

MARKSİST VE LENİNİST ÖRGÜTLER:

- Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)
- Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri (DDKD)
- Devrimci Halk Kültür Dernekleri (DHKD)
- Anti Sömürgeci Demokratik Kültür Derneği (ASDK-DER)

BÖLÜCÜ ÖRGÜTLER :

- Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi (TKDP)
- Kürdistan Öncü İşçi Partisi (KÖİP-PPKK)
- Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi ( TKSP)
- Rizgari Örgütü
- Ala Rizgari Örgütü
- Kawa Örgütü
- Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları Örgütü (KUK)
- Kürdistan Sosyalist Harekatı (TSK)
- Kürdistan Sosyalist Birliği (Yekitiya Sosyalista Kürdistan – YSK)
- Tekoşin örgütü
- Kürdistan Kurtuluş Harekatı (TEVGER)
- Kürdistan İşçi Partisi (Partiye Karkaren (işçi) Kürdistan /PKK)

ÖĞRENCİ CEMİYETLERİ:

- Kürt Teali Cemiyeti
- Kürt İstiklal Cemiyeti
- İstanbul Kürt Talebe Cemiyeti

D. BÖLGEDEKİ DİĞER KÜRT HAREKETLERİ :

IRAK:

- Irak Kürdistan Demokratik Partisi ( IKDP)
- Kürdistan Yurtseverler Birliğö ( PUK- YNK-KYB)
- Kürdistan Özgürlük Partisi (PÜK)

İRAN:

- İran Kürdistan Demokratik Partisi ( İKDP)
- Kürt İşçileri Devrimci Örgütü ( KOMALA)

SURİYE:

- Kürt Sosyalist Partisi
- Suriye Kominist Partisi

mabirand@e-kolay.net

(Posta)

Not: Eger Abdulhamid ´in bu bölgedeki yeralti zenginlikleri haritasina bakilirsa, isyanlarla kolayca bir baglanti kurulabilecektir.

01 Ocak, 2008

ERMENİ İSYANLARI

« : Aralık 27, 2007, 09:32:44 ÖÖ »
Bu mesajı alıntı ile cevaplaAlıntı

ERMENİ İSYANLARI
ERZURUM İSYANLARI

Ermeniler tarafından Erzurum'un Garin bölgesi, komitacılar tarafından çok önemli görülüyordu. Rus Ermenileri, Kafkasya'dan Osmanlı ülkesine buradan geçmişler ve önemli merkezlerini de burada kurmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce yapılan Taşnak Komitesi son kongresi de burada toplanmıştı. Erzurum, Trabzon-Van yolunun üzerinde bulunduğu için hem karayoluyla Kafkasya'dan ve hem Trabzon yoluyla Batum, Köstence ve diğer yerlerden düzenli bilgi alınır ve buradan içeriye silah ve cephane sokulabilir.

Seferberliğin ilanından sonra yıllarca Ermeni isyanlarına, kıyım ve kırımlara sahne olan Erzurum bölgesinde savaş başladığı zaman, il merkezi ve sancaklarda Ermenilerden silah altında bulunanlar, kendi silahlarıyla birlikte Ruslara sığınmışlardır. Rus Hükümeti bunları silahlandırarak çeteler kurmuş ve Anadolu içerisine salmıştır. Ermeni gençlerini askerlikten kurtarmak için kilise adamları büyük çaba göstermişlerdir.

Ermeniler, bir yandan Türk ordusunun lojistik yollarını tıkamaya çalışırken, bir yandan da halkın moralini bozmak için Osmanlı'nın ve müttefiklerinin başarısız olduğunu propaganda ettiler ve düşmanların zaferi için kiliselerde dua ettiler. Ermeniler Erzincan'da kendilerine uzun süre yetecek yiyecek ve eşyaları daha seferberlik başında hazırlamışlar ve saklamışlardır. Bunlar daha sonraki aramalarda meydana çıkmıştır.

Kasım 1914'de Kemah'ın Karni Köyü civarındaki Çanlıvank Manastırı'nda toplanan komitacılar isyan planlarını hazırladılarsa da uygulama alanına konmadan meydana çıkarıldı. Erzurum ve sancaklarında Ermeniler silahlı olarak evlere saldırmaya, Müslüman kadın ve çocukları öldürmeye başladılar. Bu sayede bölgeden cepheye gönderilen askerlerin morallerini bozacak ve onların ailelerinin yanına dönmelerini sağlayarak Türk kuvvetlerinin gücünü azaltacaklardı. Erzincan bölgesinde pek çok silahlı asker kaçağı, silah, cephane, bomba ile ele geçirildi. Azgın bir komiteci olan ve yalnız bu nedenle Patrikhane tarafından Kemah'a atanmış bulunan Kemah Murahhasası çevresinde topladığı gönüllüleriyle Türklere pek çok zulümler yapmıştır.

Osmanlı güvenlik kuvvetleri tarafından tutuklanan Erzincanlı Dikran Papazyan adındaki bir şahıs "üç beş gün daha gecikme olsaydı, komitelerin aldıkları tertibat ile Erzincan'ı tüm ateşler içinde bırakacaklarını, yakıp yıkacaklarını; bütün Türkleri, askerleri öldüreceklerini, ancak hükümet uyanık bulunduğu için bu girişimin başarılı olamadığını" açıkça söylemiştir.

KAYNAK:
SAKARYA, İhsan-, Belgelerle Ermeni Sorunu, 2. Baskı, Genelkurmay ATASE Yayınları, Ankara 1984, s. 192-193