Fikir7 Manset Haberler

02 Mayıs, 2006

Asker sivile karşı nerden güç alıyor ?

Asker sivile karşı nerden güç alıyor
Sivil iktidarların, Asker sivil dengesizliğini yenmeye yönelik çıkışlarında korkunç bir baskıylakarşılaştığı ortada diyen Prof. Ümit Cizre, askerin bu gücü nerden aldığını izah etti
01 Mayıs 2006 13:22
Yazı boyutunu büyütmek için


Bilkent Üniversitesi Siyasal Bilgiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Cizre, “Siyasî Partiler Kanunu, Anayasa, MGK yasası gibi düzenlemelerle siyasetçiler korkunç bir kuşatma altındalar” dedi.

Ordunun 28 Şubat’la millî güvenlik siyaseti üzerindeki iktidarını perçinlediğini belirten Cizre, Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin de TSK’nın bekçi rolünü pekiştirir yönde iç tehdit olarak lanse edilen irtica ve bölücülüğe yöneldiğini söyledi. Bunun sonucunda millî güvenligi sorgulayamaz hale geldiğimizi kaydeden Cizre, “İrtica en büyük tehditmiş gibi yansıtıldı. Halbuki güvenlik politikaları objektif araçlar değildir, son derece subjektiftirler. Kimin belirlediğine göre değişirler” diye konuştu.

Hasan Hüseyin Kemal'in röportajı

Terörle Mücadele Kanunu’nun hararetle tartışıldığı bu günlerde, Türkiye siyasetinin içine düştüğü çıkmazı irdelemek istedik. Çünkü demokrasiye bir adım daha yaklaştığımızı hissettiğimizde, “biz bunu daha önce yaşamıştık” dedirtircesine geriye dönüşlere şahit oluyoruz. Sivil iktidarın eliyle imzalanan AB müzakereleri ve uyum paketleri, yine iktidarın eliyle yavaş yavaş yok ediliyor. Bu bir sonuç, ama sorunun kendisi değil. Sonuçlarla uğraşmak yerine, sorunu tanımlamak ve insanlara bunları anlatmak Türkiye’deki demokratik süreci daha da hızlandıracaktır.

İşte, bu noktada, güvenlik sektörünün sivilleştirilmesi ve parlamenter gözetime tabi tutulması üzerine araştırmalar yapan Prof. Ümit Cizre’nin görüşlerine baş vurduk.

Acaba Türk demokrasisini kuşatan güç neydi? Neden, siviller geri adımlar atmak zorunda kalıyordu? Demokrasi önündeki engellerin aşılması için neler yapılmalıydı? Bu soruların cevabını gelin birlikte bulalım...


Demokratik ülkelerde Ordunun sistem içindeki rolü nasıldır? Türkiye ile mukayese eder misiniz?



Türkiye’den yola çıkarsak Türkiye’de ordu batıda pek eşine rastlanmayacak bir özgünlüktedir. Çünkü rejimin kurucu unsurlarını korumayı üslenen bir silâhlı kuvvet olarak siyasal ağırlığı olan bir ordudur. Batı ordusundan birinci farkımız bu. Bu ideoloji dönüştürücü, reformcu, radikal bir ideolojiyse elbetteki ulus devletin kurulma aşamasında ordunun siyasal rolü de dönüştürücü olabilir, olmuştur da. Ancak tersi de varit olabilir yani dönüştürücü potansiyel sona erdiği andan itibaren orduda statükonun bekçiliğini yapmaya başlar. Galiba bizdeki resim bir miktar buna benziyor.



Askerin dönüştürücü görevi bitti artık statükoyu koruyor, demokratik değişime ayak uyduramıyor mu? diyorsunuz.




Evet. Ancak, demokratik değişime direnen bir ordu tablosunu çizmeden önce daha analitik davranmakta yarar var. Çünkü direnen bir çok odak var Türkiye’de. Asker direniyor mu? Neden direniyor? Neye güvenerek direniyor? Bunların sorulması gerekiyor.




Öyleyse şunu soralım asker siyasî rolünü neye dayandırıyor ve nereden güç alıyor?




TSK’ nın siyaset üzerindeki iktidarını bir kaç yolla kurduğu düşüncesindeyim. Bunun ilk temeli toplum üzerine. Bu TSK için önemli bir meşrûluk unsuru. Bu ordu Finlandiya, İsviçre, Fransa, Almanya orduları gibi yalnızca dış tehdide karşı konumlanmış bir ordu değil. TSK sıradan vatandaşın günlük yaşantısının bir köşesine seremoniler, ritüeller, şehit cenazeleri, bayrak törenleri, eğitim sistemi, basın medya yoluyla görsel bir biçimde sızmayı beceren bir ordu. Siyasetin kurallarına ve aktörlerine ilişkin kitlesel algılamaları değiştirme gücüne sahip bir ordu.



Sanki farklı bir siyasî parti gibi ülke geleceğine ilişkin yönlendirmeleri oluyor öyle mi?




Benim de teşhisim bu zaten. Toplumsal kontrolü zora dayanarak değil rızaya dayanarak yapıyormuşçasına faaliyet gösteren bir teşkilâtlanmayla karşı karşıyayız. Bunu yaparken sivil müttefikler edinebilir ama edinmeyebilir de. İşte bu noktada parti kimliği önplana çıkıyor. TSK’nın kendi seçmenleri var bazen doğrudan onlara seslendiği oluyor. 28 Şubattan sonra bunu yaşadık. Bu dönemde sivil toplum örgütleriyle kurduğu yatay bağlantılar da bu yönde.




Türkiye demokratikleşme sürecini tamamlayamamış ki toplum, siyasî parti gibi davranan orduya fikren oy veriyor diyebilir miyiz?




Toplumun bu tutumunu tarihsel, geleneksel ve ruhsal bağlantılarla açıklamak mümkün. Bunun yanında rejimin bekçiliğini üslenmiş bir ordunun kendi nüfuzunu, kendi çıkarlarını, varlığını, kudretini devam ettirecek şekilde korunaklı bir demokrasiyi de kültürü ile ürettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla demokrasi eksikliği fazlasıyla mevcut.




Siyasî partilerin ordunun bu konumuna karşı yeterli karşı politika geliştirme cesaretinde olmadıklarını söyleyenler var. Ne dersiniz?




Asıl mesele bunun niçin böyle olduğunu anlayabilmektir. Türkiyedeki asker sivil ilişkilerindeki temel problem bir dengesizliğin olmasıdır. Bir taraf ağır basıyor diğer tarafın damarı zayıf. İşaret ettiğiniz olgu sonuç olarak doğru bir olgu. Ancak, bunu yenmeye yönelik çıkışlar da oldu. Millî Güvenlik Kurulu’nun yetkilerini ve işleyiş biçimini biraz daha demokratize eden 7. uyum paketi bunun en güzel örneğidir.


Tek suçlu siviller değil diyorsunuz galiba...






Sivil iktidarların, Asker sivil dengesizliğini yenmeye yönelik çıkışlarında korkunç bir baskıyla, tepkiyle karşılaştığı ortada. Sivil siyaset kuşatılmış ve Murat Belge’nin deyimiyle tek tipleştirilmiş durumda. Siyasî partiler kanunu, anayasa, millî güvenlik kurulu yasası gibi hukuki düzenlemelerle de siyasetçiler korkunç bir kuşatma altındalar. Oynadıkları alan çok dar. Dolayısıyla da devletin gölgesinden bir adım çıkabilecek, onu üzerlerinden atabilecek muhayyileyi ve yasaları geliştiremezler. Bu sivillere Kürt meselesini çözme fırsatı verilmez. Bülent Arınç’ın dediği gibi Millî Güvenlik Siyaset Belgesindeki kararlar sivil güçlerle karşılıklı müzakere edilerek hazırlanmış kararlar değildir. Bazı medya organları hükümetlerin bu belgeyi onaylamama yetkilerinin olduğunu söylüyorlar. Böyle bir durum söz konusu değil.




Bu sınırları aşmak mümkün değil mi?


Gönül tabiî ki bundan yana, ancak, ben bilim insanı olarak meseleyi önce anlamak gerektiğini söylüyorum. Anlamadan “cesaret” örneklerini beklemek biraz aşırıya kaçar diye düşünüyorum. Bu hükümet 7. uyum paketiyle bunu yaptı. Ama geri adım atmak zorunda bırakıldı.



Bütün siyasî partiler bu kadere mahkûm mu?




Geçmişteki hükümetlerin statükoyla çok büyük dertleri yoktu. Çiller’in Ecevit’in, Yılmaz'ın, Bahçeli’nin mi derdi vardı? Önce meselenin zorluklarını keşfedelim: Türkiye’ye, statükoya karşı koyabilecek kapasitede ve etkinlikte sivil bir güç gelmedi. AKP olabilirdi ama onun da düzenle özel dertleri var. Buna karşılık, AKP iktidarda kalmak istiyor, bir sonraki seçimleri kazanmak istiyor, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde söz sahibi olmak istiyor. AKP’den bütün bunları bir kenara atarak kahramanlık yapmasını mı bekliyorsunuz.



Başbakan grup toplantısında Türkiye’nin on, yirmi, otuz sene sonra gerçek bir demokrasi yaşayacağını söylüyor sizin söylemlerinizle örtüşüyor sanki...




Aynı şeyi dinlendiriyoruz ama zaman sınırlaması getirmek yanlış diyebilirim. Türkiye’de eninde sonunda bişeyler olacak. Hayatın zorlamasıyla. Öncelikle Arınç gibi bir kaç sivil sesin ortaya çıkmasını sağlayacak adımları tartışmamız lâzım.



28 Şubatta ordu istediğini elde etti mi sizce? Çünkü insanların demokrasiyi uzak bir tarihte yaşanılacak bir sistem olarak görmeleri bunu söylüyor.




Başarılı olduğu ve olamadığı alanlar olmuştur. 28 Şubatla ordu Millî güvenlik siyaseti üzerindeki iktidarını perçinledi. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi de TSK’nın bekçi rolünü pekiştirir yönde iç tehdit olarak lanse edilen irtica ve bölücülüğe yöneldi. Siyaset üzerindeki iktidarını Millî güvenlik üzerinden kurmaya başladı. Çok büyük başarı elde etti çünkü biz Millî güvenliğin doğasını sorgulayamaz hale geldik. Tehditlerin ve güvenlik politikalarının adeta bilimsel, teknik, objektif, pozitivist bir biçimde oturulup tesbit edilebileceği inancı pekişti.



Öyle değil midir?





İrtica en büyük bir tehditmiş ki yansıtıldı. Halbuki güvenlik politikaları objektif araçlar değillerdir. Son derece subjektifler. Tehditleri ve politikayı kimin belirlediğine bağlı olarak değişir.




Bu tehdit algılamalarında sivil inisiyatifin etkisinin az olduğunu ima ediyorsunuz...




Toplumun temsilcilerinin bu politikaların oluşturulmasında çok önemli rolleri olması gerekirken biz bu noktayı atladık ve atlamaya da devam ediyoruz. Batıda güvenlik anlayışı bireyin refahı, huzuru lehine değişirken ordular da büyük değişim geçirdiler. Soğuk savaştan sonra Batıda ordular bu anlayışa paralel olarak dış tehditlerin de azalmasının verdiği bir ivme ile oturup şapkalarını önlerine alıp misyonlarını yeniden düşündüler. Gerek güvenlik politkalarının oluşturulmasıda gerek orduların yapısında çok önemli reformlar yapıldı. Birçok kişi işini kaybetti tabi bu serbest piyasa ekonomisinin getirdiği bir zorunluluktu. Ordular savaşmak yerine barışı korumak ve tesis etmek misyonunu edindi. Bizde tam tersi oldu. 28 Şubattan sonraki başarısı derken bundan bahsediyorum . TSK’nın hayatımızdaki anlam ve önemi arttı.



Batıda yeni güvenlik anlayışına göre birey ön planda dediniz ama bizdeki anlayışta vatandaş olabilmeniz için “Türk ve laik” olmanız gerekiyor. Devlet diğer vatandaşlarına güvenmiyor. Bu bir açmaz değil mi?




Bir ülkede güvenlik politikaları sivilleştirilemezse, toplumun temsilcileri bu konuda söz sahibi değilse, resmî bir kamu felsefesi de varsa güvenlik politikaları bunu kristalize eder. Resmî ideolojinin bekçiliğini yapan Askeriyenin tehdit algılaması irticada, laiklik dışı akımlarda aranmıştır. Sorun şu laikliğin ve irticanın tanımını kimin yaptığıdır. Demin söylediğim gibi güvenlikle ilgili tanımlar subjektif tanımlar. Batı demokrasilerinde sivil iktidarlarla güvenlik arasında kurulan işbirliğine, bilgi ve görüş alış verişine dayanan ilişkinin bizde de kurulması gerekir.



Peki bu tanımları kimin yapması gerekiyor veya yapılmalı mı?




Laiklik veya mülteci tanımı yapılacaksa burada askerî bürokrasi baskın olmamalı. Burada toplumun temsilcileri, güvenlik bürokrasisi, askerler, dışişleri gibi kurumlar tabiki bir araya gelip fikir alış verişinde bulunabilirler. Ancak bunun ötesine gidilemez. Son söz sivillerin olmalı. Ama bizde yasamayı, yürütmeyi, sivil iktidarları sınırlayan tanımlar ortaya çıkıyor. Ben güvenlik meselesine global bakıyorum.




Peki 28 Şubat sürüyor mu?





Çesaretsiz dediğimiz siyasetlerin etkisiyle de 28 Şubat süreceğe benziyor. Meclis başkanının tavrı kayda değer bir tavırdır. Keşke şuanda birden fazla Bülent Arınç çıksa.





Bülent Arınç’ın tutumu karşısında solun ne yaptığı da önemli...






Türkiye’de solun aslî görevi TSK’dan çok farklı olmadı. Türk solunun kaynak bulduğu damar cumhuriyeti koruyan ve kollayan bir damar. Bürokratik, otoriter, devleti koruyan bir damar. Tarihsel olarak bunu görmezden gelemeyiz. Bu da CHP nezdinde süregeliyor. Konjonktürde başka sol varyansların ortaya çıkmasına müsaid değil. Ortalık ulusalcı sola ve CHP’ye kaldı. İkiside cumhuriyetle demokrasi arasında dengeyi kurabilecek güçte değiller. Çünkü aşırı taraflar. Cumhuriyete taraftar olmazsınlar mı? Olsunlar ama cumhuriyetle demokrasinin evliliğini kurabilmiş bir sol yok Türkiye’de. Maalesef... Bülent Arınç’ın konuşması hem isabetli hem eksik. Arınç seçilmiş ve seçilmemiş (düzenin) iktidarların kurumları arasındaki dengenin eşit olmadığını söylüyor. TSK’nın, MGK’nın, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay, Yargıtay’ın, Cumhurbaşkanı’nın mutabakatı olmadan bu ülkede yaprak kıpırdayamaz sonucuna varmış ki haklı. Ben de Arınç gibi düşünüyorum görüş alış verişi olur. Ancak mutabakata gerek yok. Milletin dediği olmalı. Arınç daha ilerisini söyleyemiyor eksik konuşuyor...




Eksik olan ne ?





Cumhuriyetle demokrasinin Türkiye’de evlililk kuramamış olmasına değinmemesi. Gerçi bunu söylemesi onu çok fazla risk altına atardı, bu sefer cumhuriyet düşmanı damgası vurulurdu.

Ümit Cizre kimdir?



Üniversite lisans eğitimini Londra Üniversitesi’nde tamamladı. Master çalışmasını ODTÜ’de, doktorasını Ankara Üniversitesi’nde yaptı.

Bilkent Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi, Profesör. Princeton Üniversitesi’nde ve Floransa

Avrupa Üniversitesi Enstitüsü Robert Schuman Merkezi’nde araştırmacı olarak çalıştı. Cizre’nin ordu ile ilgili yayınlanmış çeşitli makaleleri bulunmakta.

(Yeni Asya)

Hiç yorum yok: