Fikir7 Manset Haberler

30 Mart, 2007

2. BOGAZ


izmit depreminin deniz kuvvetleri ana karargahinda tesadüfen patlayan sismik bombasinin tetiklendigini defalarca yazmis, okuyucularimdan negatif tepkiler almistim.
Deprem sonrasi matrmara denizi yüzeyinde bulunarak toplanilan parcalar sismik bombasi parcalari idi ve bu parcalar genel kurmay baskanligi tarafindan toplanarak, piyasadan kaldirtildi.
Deprem sonrasi marmara denizinde hicbir ülkenin sismik arastirma gemilerinin arastirma yapmalarina da izin verilmemisti MGK tarafindan.
Karadeniz ile Marmara denizleri arasinda bilinen bir fay hatti yoktu ve bu depremle yeni bir fay hattinin burada olustugu artik ortada.
Bu bombayi Türkiye´ye Cevik Bir pasanin araciligi ile getirdiler ve bu bombanin Türkiye´de teslimati yapiliyordu deprem gecesi. Bu esnada Gölcük Üssünde 6 ya yakin general ve 6.000 e yakinda israil askeri bir tören icin buradaydilar.
Bomba tesadüfen mi yoksa bilincli olarak mi patlatildi, hususunda bir fikir yürütmem mümkün degildir.
Bu yapay depremin ardindan Karadeniz ve Marmara denizlerini birlestirecek bir cizgide yeni göller olustu. Mevcut göller büyüdü. Neredeyse Marmara ve Karadeniz arasinda bir baglanti olustuydu. Bu aradaki göllerin deniz seviyesinden asagida olmalari, denizlerle baglantida olmalari, bunlarin yavas yavas denizlerden su alarak, denizler seviyesine yükselmesi kacinilmaz olacakti.
Bildigim tek sey Karadeniz ile Marmara denizi arasinda yeni bir bogazin varligina ihtiyac duyuldugudur dis gücler tarafindan.
O zamanki bu iddialarimi teyid eden asagidaki bir haberi, oldugu gibi yayinliyorum.
****

İstanbul'un Anadolu Yakası ada olacak Türkiye’de bugünlerde kuraklık ve su kaynaklarının azalmasıyla hissedilen küresel ısınmaya karşı herkes değişik senaryolar üretirken, Kocaeli Sanayi Odası’nın yaptırdığı tesbit şaşırtıcı:
30 Mart 2007

Türkiye’de bugünlerde kuraklık ve su kaynaklarının azalmasıyla hissedilen küresel ısınmaya karşı herkes değişik senaryolar üretirken, Kocaeli Sanayi Odası’nın yaptırdığı tesbitlere göre de ısının 2.4 derece artması halinde, İstanbul’un Anadolu yakası ile Kocaeli’nin bulunduğu yarımada, adaya dönüşecek.
Hazırlanan senaryoya göre Sakarya Nehri Sapanca Gölü ile Sapanca Gölü de İzmit Körfezi ile birleşecek.
Kocaeli Sanayi Odası’nda yapılan bir toplantıda Oda Başkanı Yılmaz Kanbak, küresel ısınma ve su sorununu ele aldı. Kanbak’a göre, sadece 2 derecelik bir artışın bile dünya nüfusunun yarısının susuz kalması anlamına geliyor. Isının 2.4 derece artması halinde ise İstanbul’un Anadolu yakası ve Kocaeli’nin bulunduğu bölge yarımadadan adaya dönüşecek.
Bu durumda, denizlerdeki sular yükseleceğinden Sakarya Nehri Sapanca Gölü ile Sapanca Gölü ve İzmit Körfezi ile birleşecek. Kıyı şeritleri su altında kalacak. Sakarya Ovası da büyük ölçüde ortadan kalkacak.Milliyet

26 Mart, 2007

Atatürk ve Dikta - Cumhurbaskanligi ve Ordu

'Atatürk'ün taktiği kriz çıkarmaktı'

Çankaya için yapılan siyaset savaşlarıyla ilgili yazı dizisini hazırlayan Emre Aköz, Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasındaki taktiğini anlattı.
26 Mart 2007 10:51
Yazı boyutunu büyütmek için
'Atatürk'ün taktiği kriz çıkarmaktı'

Neşe Düzel'in röpotajı

NEDEN? Emre Aköz

Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken tedirginlik artıyor. İnsanlar sürekli olarak yeni krizlerin, gerginliklerin ve toplumu sarsacak suikastların ortaya çıkmasından endişe ediyorlar. Siyasetçilerin içinde de toplumdaki bu endişe ve gerginlikleri körükleyecek konuşmalar, açıklamalar yapanlar bulunuyor. Peki cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ülkede neden gerginlik yaratıyor? Cumhuriyet tarihi boyunca Çankaya seçimlerinde neler yaşandı? Bugün yaşadığımız gerginlik yeni bir olay mı? Yoksa Çankaya seçimi öncesindeki bu kriz, Cumhuriyet'in değişmeyen bir geleneği mi? Sabah gazetesinde, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin geçmişiyle ilgili çok ilgi çekici bir yazı dizisi hazırlayan yazar Emre Aköz'le Atatürk'ten bu yana cumhurbaşkanlığı seçimlerinin çok çarpıcı olan geçmişini konuştuk. 11'incisi yapılacak olan bu seçimlerin, Cumhuriyet'in başından beri hep çok sancılı ve olaylı geçtiğini, sürecin çok sert yaşandığını gördük.


Siz cumhurbaşkanlığı seçimleri için bir araştırma yaparak gazetenizde dizi olarak yayımladınız. Bu araştırmaya göre, Atatürk'ten bu yana yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortak noktası ne?
Cumhuriyet kurulduğundan beri sadece 10 kişi cumhurbaşkanı oldu. Şimdi 11'inciyi seçeceğiz. Bütün cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortak noktası ise en hafif kelimeyle 'kriz'dir. Bazı dönemlerde Çankaya savaşları öyle çığırından çıkar ki, Meclis'in askerler tarafından kuşatılmasına, adayın başına silah dayanmasına kadar varır iş. Yalnız şunu söylemek gerekir... Silahlı Kuvvetler, cumhurbaşkanlığı seçimini mutlaka çok önemsiyor ve kulisler mutlaka yapılıyordur ama... Son üç cumhurbaşkanlığı seçiminde, ordunun seçimlere müdahalesi geçmişteki gibi çok doğrudan olmadı.

Peki... Atatürk'le başlayalım. Atatürk'ün cumhurbaşkanı seçilmesinde neler yaşandı? Zorlanıyor mu, sorun yaşıyor mu Atatürk cumhurbaşkanı olmakta?
Biraz zorlanıyor. Ama bu, seçim sırasında yaşanan bir zorlanma değil. Çünkü cumhurbaşkanlığı hikâyesi bir sene öncesinden başlıyor. Çok büyük siyasetçidir Atatürk. Önce Meclis'e seçim kararı aldırıyor. Sonra seçime katılacak adayları tek tek kendisi belirliyor. Ardından Vatana İhanet Kanunu'nu öyle değiştiriyor ki, kendisine karşı bir siyasi oluşum artık imkânsız oluyor. Çünkü Halk Fırkası'nın fikirlerine aykırı siyaset yapmak hainlik addediliyor ve tek parti sistemi böylece getirilmiş oluyor. Mustafa Kemal cumhuriyeti ilan etme ve dolayısıyla cumhurbaşkanı seçilme tarihi olarak da 29 Ekim'i seçiyor. Kısacası, cumhurbaşkanı seçilirken kendisine muhalefet etme olasılığı bulunan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar gibi isimlerin Ankara'da bulunmadıkları bir günü tercih ediyor. Çünkü o öyle bir dönem ki... Bunlar orduda prestijli olan, İttihatçı gelenekten gelen, savaşı ve siyaseti bilen, silahlı, sert adamlar.

Atatürk niye önce Meclis'i değiştiriyor?
Çünkü bir Meclis var ve ona müdahale edip duruyor. Mustafa Kemal birinin başbakan olmasını istiyor, Meclis 'Hayır, biz onu istemeyiz' diyor. Her konu, içişleri bakanının kim olacağı bile Meclis'te tartışılıp karara bağlanıyor. Mustafa Kemal'in bu meseleyi halletmesi gerekiyor. Güçler birliği ilkesiyle çalışan Meclis'i ekarte edip kendisi her şeye karar veren 'tek adam' olmak istiyor. Zaten bundan sonra da Mustafa Kemal'in çok sık uyguladığı bir taktik var. O da kriz çıkarmak. Nitekim hükümetle Meclis arasında bir kriz yaratıyor ve seçimlere gidiliyor. Çünkü Mustafa Kemal'in tek sorunu her şeye Meclis'in karar vermesi de değil. Ayrıca bu Meclis'te 'ikinci grup' diye bir muhalif grup var. Bunlar Mustafa Kemal'in diktatör olmasından çok korkuyorlar. Çünkü sonuçta bunlar Osmanlı. Bunlar, Osmanlı'nın her şeyi tartışan, yarı demokrasi tecrübesi sayılan Meclis-i Mebusanı'nı biliyorlar. Yeni kurulacak cumhuriyetin tek adam diktatörlüğü olmasını istemiyorlar ve milli hâkimiyet prensibini savunuyorlar.

Atatürk'ten sonra bir başka ulusal kahraman olan İsmet Paşa Çankaya'ya çıktı. İnönü'nün seçiminde neler yaşandı?
1937'de İnönü, Atatürk'le çatışıyor. O sırada Atatürk hasta. Halktan saklanıyor ama bütün yabancı elçiler merkezlerine 'Mustafa Kemal hasta, ölecek' diye bilgi notu geçiyor. İşte tam bu dönemde İnönü başbakanlıktan ayrılıyor. İngilizce öğrenmeye başlıyor ve siyasi tarih okuyor. Yani cumhurbaşkanlığına hazırlanıyor. Ama bazı gruplar, İnönü'yü kendileri için tehdit olarak görüyor. Bir kere, 'mutat zevat' denilen, sürekli Atatürk'ün sofrasında yer alan insanlar var. Bunların bir kısmı Atatürk'ün yardımcısı, vekilharcı, ahbabı, silah arkadaşı, bir kısmı da fedaisi. Mesela Köşk'te bir gürültü oluyor. Gürültü bittikten sonra sofradaki manzara şu. Bu insanların hepsi Atatürk'ün üstüne kapanmış ve silahlar çekilmiş. Bu grup İsmet Paşa'nın Atatürk'ten çok farklı olduğunu biliyor ve 'Bu adam bizi ekarte eder' diyor.

Başka kimler İnönü'ye karşı?
Bu grubun başını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'la İçişleri Bakanı Şükrü Kaya çekiyor. Bunlar Meclis'in İnönü'yü seçeceğini biliyor ve İnönü'yü seçtirmemek için iyice azıtıyorlar. Öyle ki İnönü'yü İstanbul'a getirip birine vurduracaklar Atatürk'ün ölmesine çok az kalmış. 1938'in kasım ayının başları... İnönü, Ankara'dan İstanbul'a gelip Atatürk'ü son bir defa görmek istiyor. Şükrü Kaya, 'Aman paşam ben sizi götüreyim' diyor ve seyahati organize ediyor. İnönü tam trene binecek, Sağlık Bakanı Refik Saydam, 'Paşam gitmeyin sizi öldürecekler. Beni ezip öyle gidebilirsiniz ancak' diye
İnönü'yü engelliyor. Unutmayın. Bunların hepsi belinde silah olan adamlar. İtiş kakış, bin bir numara, tezgâh, oyunlarla dolu müthiş bir süreç bu.

Ordu desteklemeseydi İsmet Paşa Çankaya'ya çıkabilir miydi?
İnönü gene seçilirdi. Ama Meclis İnönü'yü seçmeseydi, ordu darbe yapıp onu gene seçtirecekti. Çünkü İstanbul'da Birinci Ordu komutanı Fahrettin Altay ve bir grup subay, İnönü'nün cumhurbaşkanı olmasını istiyor. Bunlar Ankara'ya gelip, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'a 'Biz meclis falan tanımayız. İnönü seçilecek. Yoksa gereğini yaparız' diyorlar. Bu tehdit üzerine Çakmak da 'Evet ya, İsmet Paşa iyi olur' diyor.

Peki... İlk sivil cumhurbaşkanımız da Celal Bayar. Onun seçimi nasıl gerçekleşti?
Celal Bayar çok rahat cumhurbaşkanı olmuş gibi gözüküyor dışarıdan bakıldığında ama, aslında o da silahların gölgesinde seçiliyor. Bazı subaylar, Bayar cumhurbaşkanı seçildikten sonra durumu kabul edemiyorlar ve hükümeti devirmek için darbe planlıyorlar. Çünkü Bayar, ezici çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti'nin hem kurucusu ve hem de cumhurbaşkanı olmadan önceki başkanı. Yani cumhurbaşkanlığı, hükümet, başbakanlık tek bir partide toplanıyor. Ve, Ankara kaynıyor. Ordunun içinde de hükümetleri devirmeyi düşünen böyle subaylar, cuntalar 1940'lardan beri var zaten. Başbakan Adnan Menderes DP iktidarına karşı darbe yapılacağı istihbaratını alıyor, Bayar'a bildiriyor. Bayar, Menderes'le birlikte operasyon yapıp, darbe hazırlığındaki 15 general ve 150 albayı bir anda emekli ediyor.

Bayar'dan sonra 1960 darbesinin lideri Cemal Gürsel geldi Çankaya'ya. Onun Çankaya'ya çıkışında yaşanan maceralar neler?
1960 darbesinden sonra anayasa hazırlandı ve seçimler yapıldı. Demokrat Parti'nin devamı olan Adalet Partisi (AP) de Meclis'e girdi. CHP, Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanlığını destekliyordu ama, ya diğer partiler bir aday çıkarırsa ne olacaktı? Nitekim böyle bir aday Adalet Partisi'nin içinden kendiliğinden çıktı. Ordinaryüs profesör Ali Fuat Başgil aday oldu ve macera başladı. Milli Birlik Komitesi 'Eyvah bu adamı durduralım. Ankara'ya gelmesin' diye harekete geçti. Ama hoca, İstanbul'dan Ankara trenine bindi ve her durakta büyük bir tezahürat eşliğinde ancak rötarla Ankara'ya gelebildi. AP yönetimi değil ama ciddi bir partili grup hocayı destekliyordu. Milli Birlik Komitesi ise o sırada zor durumdaydı. Ordunun içinde 'Silahlı Kuvvetler Birliği' diye İstanbul ağırlıklı cunta kurulmuştu. Milli Birlik Komitesi'ne karşı olan bu cuntada tümgeneral ve subaylar vardı. AP ve Yeni Türkiye gibi partilerin toplamda CHP'den fazla oy almasına karşı çıkan bu subaylar, 'Biz bunun için mi darbe yaptık. Demokrat Parti'nin devamı hâlâ Meclis'te. Seçimleri tanımıyoruz, partileri kapatacağız. Milli Birlik Komitesi'ni feshedeceğiz. Yönetimi biz ele alacağız' diye bir bildiri hazırladılar.

Ordu parçalandı, öyle mi?
Evet. İnönü devreye girdi, pazarlıklar yapıldı ve şu karara varıldı: 'Meclis açık kalacak ama Cemal Gürsel cumhurbaşkanı olacak.' İşte böyle bir ortamda Prof. Başgil Ankara'ya geldiğinde, Milli Birlik Komitesi'nin iki generali Fahri Özyürek ile Sıtkı Ulay onu hemen Başbakanlığa çağırdılar, 'Hocam aday olma, çekil' dediler. Hoca da 'Bu dediğiniz milli hâkimiyete aykırı. Ben, Anayasa'ya göre aday olabilirim' dedi. Ve Başgil, 15 dakika sonra Başbakanlık'tan, gözleri fal taşı gibi açılmış, alt dudağı düşmüş, yüzünde dehşet ifadesiyle, kimyası bozulmuş bir halde çıktı. Nazik anlatıma göre, general Sıtkı Ulay, ağır gelen tabancasını belinden çıkarıp masanın üstüne koymuştu. Diğer anlatıma göre ise o silah kılıfından çıkmıştı ve ağza alınmayacak laflar eşliğinde Anayasa hukukçusu Başgil'in başına dayanmıştı. Başgil hemen oteldeki eşyasını topladı ve sabaha karşı senatörlükten de istifa ederek İstanbul'a döndü.

27 Mayıs darbesinin lideri Cemal Gürsel'den sonra bir başka asker görüyoruz Çankaya'da. Genelkurmay başkanlığından o makama gelen Cevdet Sunay. Sunay'ı hangi koşullar cumhurbaşkanı yaptı?
Artık o dönemde askerlerde, 'Cumhurbaşkanı bizden olsun' baskısı var. Gürsel hastalanıyor, yeni cumhurbaşkanı seçilecek. Ordu, 'Genelkurmay başkanı cumhurbaşkanı olsun' diye bastırıyor. O sırada cumhurbaşkanı seçilmek için parlamenter olmak gerekiyor. Bir senatör istifa ettiriliyor, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı'nın kontenjanından senatör yapılıyor. Tam burada iki siyasi uyarıyor. Biri, Millet Partisi'nin lideri Osman Bölükbaşı. Demokrasiye inanan sivil biri olarak Sunay'a karşı çıkıyor. Diğeri ise çok ilginç. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin asker kökenli lideri Alparslan Türkeş. Türkeş, 'Sunay'ı seçmek yanlış. Çünkü ileride öbür genelkurmay başkanları da şimdi sıra cumhurbaşkanı olmakta diye düşünecekler' diyor. Nitekim haklı oldukları ileriki yıllarda anlaşılıyor.

Sunay'dan sonra bu kez 'emekli' bir askeri, Fahri Korutürk'ü görüyoruz Çankaya'da. Cumhurbaşkanlığının 'muvazzaflardan', emekli bir askere geçmesi demokratik bir gelişim miydi?
Birazcık demokratikti, o kadar. Çünkü siyasetçilerde cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda tam bir serbestlik, rahatlık yoktu. Bu seçimlere de müdahale edildi. Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler, 1973'te seçim yaklaşırken cumhurbaşkanı olmak için kıpırdanmaya başladı. Ordudan bir grup açıkça TRT'ye Gürler'in propagandası için baskı yaptı. Radyoda Gürler için iki-üç saatte bir yayın yapıldı. Gürler Genelkurmay başkanlığından istifa etti ve Sunay onu kontenjan senatörü yaptı. CHP'den destek alan Gürler'in asıl desteği tabii Meclis dışındandı. Silahın desteğiydi bu. Askerler Meclis'i kuşattılar, parlamenterler üzerinde müthiş baskı kurdular. Onlardan imza bile topladılar. Ama Demirel bunun bir görüntü, şamata olduğunu, aslında ordunun tek vücut olmadığını anladı.

Ordu cumhurbaşkanlığı konusunda bölünmüş mü?
Evet, çok ciddi bölünmüş. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, Gürler'i istemiyordu. Ayrıca 1971'de 12 Mart darbesini yapan Faik Türün gibi bazı komutanlar da Gürler'e karşıydı. Nitekim seçim günü geldiğinde, Meclis, Gürler'i isteyen kara birliklerince kuşatıldı. İçeriye siviller alınmadı. Meclis'in koridorları subaylarlarla doldu. Kimi nazikçe, kimi Ecevit dahil herkesi 'Canınıza okuruz' diye tehdit ederek, 'Gürler'i seçeceksiniz' baskısı yaptılar. Ama seçim başladığında Meclis'in localarındaki manzara ilginçti. Deniz ve kara kuvvetleri komutanları, generalleri oradaydı. Hava Kuvvetleri Komutanı Batur ve havacı generaller ise localarda değildi. Sonuçta Gürler cumhurbaşkanı olamadı. Hem orduda çalışmış, hem büyükelçilik yapmış Fahri Korutürk Çankaya'ya çıkarıldı.

Sonra yeniden bir darbe oldu ve Çankaya'ya yeniden muvazzaf bir asker çıktı... Kenan Evren... Galiba, Çankaya'ya en rahat oturan da o oldu. Pek tartışma yaşanmadı hatırladığım kadarıyla?
Evet. Ülkede anarşi, sağ-sol kavgaları var. O ortamda 1980'de 12 Eylül darbesi oluyor. Her üyesini Milli Güvenlik Konseyi'nin seçtiği 160 kişilik bir Kurucu Meclis atanıyor. O Meclis, bugünkü Anayasa'nın temelini oluşturan 1982 Anayasası'nı yapıyor. Konsey bunu onaylıyor ve bu Anayasa halkoyuna sunuluyor. Yalnız çok basit ama çok zekice hazırlanmış bir geçici madde numarası var bu Anayasa'da. Geçici maddede, 'Anayasa'ya evet oyu çıktığı takdirde, devlet başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren de cumhurbaşkanlığına çıkacak' deniyor. Böylece anayasaya evet demek, Evren'in cumhurbaşkanlığına da evet demek oluyor. Sonuç, yüzde 91.3 evet oyu çıkıyor. Mavi renkteki hayır oyları incecik zarflardan görülse de ve her sandığın başında asker dursa da, öyle ya da böyle Evren bir şekilde halkın oyuyla cumhurbaşkanı seçiliyor.

Evren'den sonra cumhurbaşkanlığına, o güne kadarki en büyük Çankaya tartışmasına yol açan Turgut Özal geldi. Özal, ilk gerçek sivil cumhurbaşkanı oldu. Bir sivilin Çankaya'ya çıkmasını nasıl kabul ettirdi Özal?
Özal'dan önceki dört Çankaya seçimine de asker kâh Meclis'i basarak, kâh silahla tehdit ederek doğrudan müdahale etti. 1960-82 arasında bütün seçimler namluların ucunda yapıldı.
Özal'ınkine ise böyle somut bir müdahalede bulunulmadı. 31 Ekim 1989'da Özal sekizinci cumhurbaşkanı seçildi.

Özal'ın cumhurbaşkanlığını engellemeye uğraşan Demirel, Özal'ın ardından Çankaya'ya kendisi aday olduğunda neler söyledi?
Cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen önce yerel seçimler yapıldı. ANAP üçüncü, SHP birinci, DYP ikinci parti çıktı. Demirel, 'Özal yüzde 21.75 ile mi cumhurbaşkanı seçilecek. Oyların düşüyor, senin seçilmen vicdanen uygun değil' diyerek, Özal'ın meşruiyetini zayıflatmaya, toplumsal muhalefeti harekete geçirmeye çalıştı. Oysa Demirel'in kendisi cumhurbaşkanı seçilirken, DYP'nin oy oranı ANAP'tan daha iyi değildi. Zaten Demirel'in cebinde daima bir Anayasa kitapçığı vardır. Bir şey oldu mu, 'Bak kardeşim, bak kardeşim' der. Özal cumhurbaşkanı seçilirken Anayasa'ya bakmıyordu ama kendisi seçilirken, 'Dert etmeyin. Benim durumum Anayasa'ya uygun' diyordu.

Ahmet Necdet Sezer, parlamentoda partilerarası bir koalisyonla çıkarıldı. Bu desteği nasıl buldu?
2000'de Ecevit başbakandı ve üniversite mezunu olmadığı için Ecevit cumhurbaşkanı olamazdı. Aslında Demirel'in cumhurbaşkanlığının uzatılması Ecevit'in ve Mesut Yılmaz'ın işine geliyordu ama parlamento Demirel'i istemedi. Sezer'in adı ortaya çıktı.

Sizce Erdoğan Çankaya'ya çıkacak mı?
Erdoğan, Çankaya'ya çıkmak istiyor mu? İstiyor. Çıkar mı? Son dakikaya kadar bilemeyiz. Ama inşallah çıkar. Çünkü 1950'de Bayar'ın, 89'da Özal'ın çıkması gibi onunki de askeri vesayet sisteminin biraz daha kırılması ve Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından bir tür milat olacak. Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması, Türkiye açısından demokrasiyi ileriye götürecek bir aşamadır. İnşallah çıkar...

(Radikal)

07 Mart, 2007

Apoletli hirsizlar neden kacarlar ?

Askerler neden hep geri çekildiler?

TSK'lı darbeciler her ihtilal sonrasında belirli bir süre sonunda kışlasına döndüler. Askerlerin kışlaya dönmesinin ardında acaba hangi gerçekler yer alıyor?
07 Mart 2007 09:32

Eser Karakaş'ın yorumu
28 Şubat askerî müdahalesinin onuncu senesinde Türkiye'de askerlerin darbe yapma gelenekleri ve biçimleri, bu geleneğin nedenleri ve sonuçları tekrar teşrih masasına yatırıldı.
'Askerî darbe geleneği' kavramını yanlış kullandığım kanısında değilim; zira bir ülkede 1960'tan günümüze ortalama her on senede bir darbe olmuşsa, bu sürecin artık bir gelenek haline dönüşme tehlikesini barındırdığını söylemek fahiş bir hata olmaz herhalde. Üstelik bu ülke "birinci geleneksel bilmem ne şenliği" gibi afişlere de alışık bir ülke. 28 Şubat ve önceki müdahaleler tüm detayları ile tartışılırken dile getirilen görüşlerden biri de 1960'tan günümüze askerlerin iktidara hep sivillerin kirlettiklerini temizlemek için geldiği ve işlevlerini yani mıntıka temizliğini tamamladıktan sonra kışlalarına çekildiği yönünde. Bu görüşü dile getiren kişi ve kurumlar, Türkiye'deki askerî darbelerin asla Güney Amerika askerî darbeleri ile mukayese edilmemesi gerektiğini, demokrasiye ve daha da çok cumhuriyete âşık silahlı kuvvetlerin mıntıkadan demokrasi ve cumhuriyetin önüne siviller tarafından konulan engelleri temizledikten sonra mümkün olan en kısa sürede görevi, temizlenmiş mıntıkada sivillere terk ettiğini, bu anlamda silahlı kuvvetlerin demokrasi karşıtı bir kurum olarak gösterilmesinin çok anlamsız olduğunu ifade ediyorlar. 1960 darbesinde, darbeden yaklaşık bir buçuk sene, 1971 darbesinden iki buçuk sene, 1980 darbesinden üç sene sonra ve 1997'de de iki sene sonra "serbest" seçimlerin yapılmış olmasını da kanıt olarak gösteriyorlar. Acaba mesele bu kadar basit mi? TSK'nın her seferinde belirli bir süre sonra kışlasına dönmesi gerçeği altında acaba silahlı kuvvet mensuplarının ve darbeci ekiplerin demokrasi aşkından başka gerçekler yatıyor mu?
Türk darbelerinin diğerleri ile farkı
Askerî darbe geleneğinin ve düşünce ikliminin kısırlığının bir ürünü olarak bu tür sorulara daha kapsamlı cevap aramama, kolaycı ve kimse kusura bakmasın, ipe sapa gelmez açıklamaları ve izah tarzlarını benimseme ve kabullenme geleneği de bu topraklarda askerî müdahale geleneği ile at başı gidiyor. Doğrudur, bizim darbeci geleneğimiz Güney Amerika darbeci geleneğinden farklıdır; ama toplumların yapısı da burada ve Latin Amerika'da da farklıdırlar ve farklılıklar kanımca bizim darbeci ekiplerin demokrasiye olan aşkları ile izah edilemeyecek kadar kapsamlıdır. Her iki coğrafyada da yani Türkiye'de ve Latin Amerika'da askerî darbeler ve olağanüstü hal uygulamaları dışında kalan ender zaman dilimlerinde geçerli hale gelen ya da getirilen parlamenter rejimlerin ve bu rejimlerin demokrasi kavramı üzerinden kitlelerle kurdukları siyasal ve ekonomik bağların farklılığı kanımca bize ve bizim darbe severlere bizim darbecilerin demokrasi aşkı olarak görünmektedir.
Bir Latin Amerika uzmanı olmadığım için bu yazıda daha ağırlıklı olarak bizim ülkemiz üzerinde durmak istiyorum. Bizim ülkemizde Mezopotamya medeniyetlerinden, Bizans'tan, Selçuklu'dan, Osmanlı'dan gelen bir siyasal-ekonomik gelenek, siyaseti yani merkezi temel siyasi ve ekonomik değerlerin üretim ve dağıtım merkezi haline de getirmiş bulunmaktadır. Yaklaşık tüm siyasal ve daha da önemli olmak üzere ekonomik değerler ve rantlar merkezde üretilmekte, merkezde üretilen bu rant ağırlıklı değer sistemi de mevcut siyasal örgütlenme, siyasal partilerin taşra teşkilatları aracılığı ile yine halka dağıtılmaktadır. 90'ların başında bir siyasal hareketin düşünürleri ve sözcüleri ülkemizdeki rant dağıtım mekanizmasını Tofaş'ın Bursa'da üretim yapmasına; ama tüm arabaları Anadolu'daki bayiler eli ile dağıtmasına benzetmiş idi ve kanımca bu teşbih çok düzgün bir teşbih idi. Siyasi sistemimizde de Ankara (bakanlıklar, KİT'ler, kamu bankaları vs.) temel rantları üretiyor, üretilen bu rantlar ise iktidar partisinin il ve ilçe teşkilatları ile halka paylaştırılıyor. Bu sistemin adı da Türk usulü popülist demokrasi ve mal ve hizmet üretiminden çok rant üretmeye ve üleştirmeye dayalı bu sistem, bu topraklarda zenginlik ve özgürlük yaratamıyor; zira zenginliğin en büyük düşmanı rant, özgürlüğün en büyük düşmanı ise merkez ağırlıklı ekonomik sistemler. Ve askerî darbeler işte bu üleştirme (isterseniz dağıtım) sisteminin bayiliklerini yani siyasal partilerin il ve ilçe teşkilatlarını ortadan kaldırdığı ya da etkisizleştirdiği için popülist rant üretim ve dağıtım sistemi askerî müdahaleler döneminde aksamaya başlıyor ve şayet aksama süreci uzarsa bu bayilik sistemi dışında nemalanmayı bilmeyen geniş kitlelerin hoşnutsuzluğu artıyor. Askerî yönetim dönemlerinde bayilik sisteminin aksamasının daha etkin bir sistemin devreye girdiği anlamına doğal olarak alınmamalı, zaten bu imkânsız. Merkezin yarattığı rantların siyasi partilerin il ve ilçe teşkilatları yerine albay ya da emekli albay belediye başkanları tarafından dağıtımı halkımızın geleneksel talepleri doğrultusunda olmadığı için kriz, askeri ciddi biçimde tehdit edecek kriz kapıya dayanıyor. Darbeci paşalarımızın bu süreci zihinsel olarak algıladıkları kanısında değilim; ama yaklaşan hoşnutsuzluğu sezebileceklerini düşünüyorum ve bir süre sonra geleneksel bayilik sisteminin daha da askıya alınmasının kendi sonları anlamına da geleceğini seziyorlar ve mecburen kenara çekiliyorlar. Bu darbeci paşaların mevcut rant üretim merkezi ve bayilik sistemi dışında başka bir sistem ihdas edecek bir algılamaları da zaten mevcut değil. Bizim darbeci paşaların demokrasi aşkı denen şey kanımca sadece bu sezgi yani üzerilerine biraz sonra gelecek büyük toplumsal dalgayı algılama ya da sezme içgüdüleri. O yüzden de darbeciler sistemi biraz sonra "demokrasiye âşık Türk evlatlarına emanet edip" geri çekiliyorlar.
(Zaman)

01 Mart, 2007

Vatan satan apoletliler

Bülent Orakoğlu'nun 28 Şubat çıkışı Eski Emniyet istihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu'ndan şok iddia... Görevdeyken 'PKK ile asker arasında bir bağlantı'yı ortaya çıkardıklarını iddia eden Orakoğlu, isim verdi:
01 Mart 2007 11:10
Yazı boyutunu büyütmek için

Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, ''28 Şubat hareketi tamamen dış kaynaklıdır. Türkiye bu süreçte bir irtica paranoyasının içine çekilmiştir'' dedi.
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM) tarafından düzenlenen, ''10 Yıl Sonra 28 Şubat'' konulu panel Akar Otel'de yapıldı.
Orakoğlu, panelde yaptığı konuşmada, 28 Şubat'ın ''Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından biri olduğunu'' söyledi. Bülent Orakoğlu, Bir cunta grubu olan Batı Çalışma Grubu'nu deşifre ettiklerini savundu.
Yapmış oldukları bazı çalışmalar nedeniyle kendisinin ve arkadaşlarının 28 Şubat sonrasında görevden alınarak vatana ihanet suçlamasıyla Mamak Askeri Cezaevi'ne kapatıldıklarını hatırlatan Orakoğlu, dönemin etkin isimlerine de sert suçlamalarda bulundu.
Orakoğlu, başta dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere bu ülkede ihtilal havasını hep devam ettiren bazı isimlerin olduğunu ifade ederken, bugün dönemin aktörlerinin "Demirel olmasaydı 28 Şubat başarılı olamazdı" diyerek bunu açıkça ifade ettiklerini de sözlerine ekledi.
''28 Şubat hareketinin tamamen dış kaynaklı olduğunu'' ileri süren Orakoğlu, ''Bugün, 28 Şubat sürecini yapanların milli olmadıkları, bu sürece bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunanların dahi aldatıldıkları ortaya çıkmıştır'' iddiasında bulundu. Bu sürecin ''tamamen dışarıdan yürütüldüğünü'', 28 Şubat ile Türkiye'nin ''kapalı bir ülke haline getirildiğini'' öne süren Orakoğlu, şunları söyledi: ''Türkiye, 28 Şubat sürecinde ciddi anlamda bir irtica paranoyasının içine çekilmiştir. Bu tamamen dış kaynaklıdır. Türkiye'de irtica anlamında kesinlikle bir tehdit yoktu. Bu tehdit tamamen dışarıdan Türkiye'yi karıştırmak, toplumu katmanlara bölme amacıyla yapılmış sanal bir tehdittir.''
"Bu cunta gruplarıyla ilgili savcılarımız hâlâ niye bekliyor anlayabilmiş değilim" diyen Orakoğlu, "Ben Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı olarak buradayım. O dönem Türkiye'de yaşananlarla ilgili herşeyi açıklamaya hazırım" şeklinde konuştu.
Orakoğlu, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı olduğu dönemde devletin bazı tehditlere karşı korunması amaçlı yasal zeminde dünyanın her yerinde çok kritik dinleme çalışmaları yürüttüklerini de kaydetti.
Orakoğlu bu çalışmaları sırasında terör örgütü PKK'nın sözde cezaevleri sorumlusunu da dinlemeye aldıklarını, telefon dinlemesi sırasında bu kişi ile ordu içinde bir grubun da işbirliği içinde olduğunu tespit ettiklerini belirtti.
Orakoğlu, bu bilginin dinleme kayıtlarında mevcut olduğunu ve dönemin yetkililerine de bildirdiklerini söyledi.
Dinlemeye aldıkları kişilerden birinin isminin Selim Okçuoğlu olduğunu açıklayan Orakoğlu, "Eğer o gün görevden alınmamış olsaydım Okçuoğlu'nu alıp bir hafta içinde bu bağlantıları ortaya çıkaracaktım" dedi.
Orakoğlu, o gün ortaya çıkardıkları bu bağlantı ile terör örgütü lideri Abdullah Öcalan ile ilgili akla pek yatmayan bir bahanede öne sürüldüğünü de sözlerine ekledi.
ZEYBEK: -''28 ŞUBAT'TA BİR KARAR VERİLDİ; REFAHYOL HÜKÜMETİ YA GİDECEK, YA GİDECEK''
Eski bakanlardan Namık Kemal Zeybek ise 28 Şubat sürecinin yaşanmasında ''Refahyol Hükümeti''nin, rant sistemini ortadan kaldıran ''havuz sisteminin'' etkili olduğunu kaydetti.
28 Şubat'ın ''planlı bir süreç'' olduğunu savunan Zeybek, şunları söyledi: ''28 Şubat bir tiyatroydu. Bir karar verildi; Refahyol Hükümeti ya gidecek, ya gidecek. Peki bu hükümetin yumuşak karnı neydi? Oturuldu, düşünüldü ve planlandı. Bu irticaydı. Ve o irtica tehlikesi sahneye kondu. Sincan'da bir tiyatro bahane edildi. Köşede, bucakta kalmış, yıllar önce yapılan ne kadar konuşma varsa, hepsi birden televizyonlarda, gazetelerde... Bu ülkede korku havası doğdu.'' Birilerinin ''28 Şubat'ın bin yıl süreceğini'' söylediğini ifade eden Zeybek, ''Bin yıl falan sürmez de... İnşallah bu millet uyanacak'' dedi.
Eski MİT Görevlisi Mahir Kaynak ta 28 Şubat'ın uzun bir sürecin sonucu olduğunu ifade ederek, ''Refahyol 'ABD'nin ekonomik hakimiyetine son vereceğini' söylüyordu. 'Gücünün yetmeyeceğini' söyledik. 28 Şubat'ın temelinde işte bu vardır, irtica değil'' görüşünü dile getirdi.
SELİM OKÇUOĞLU KİMDİR?
Öcalan, Kenya'da yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinden sonra, avukatları arasında Selim Okçuoğlu'nun bulunmasını özellikle istemişti.
Selim Okçuoğlu da kardeşi Ahmet Zeki Okçuoğlu ve diğer avukatlarla bir kez İmralı'ya giderek Öcalan'la görüşmüştü. PKK örgütünün propagandasını yaptığı gerekçesiyle, Ankara DGM tarafından 1 yıl, 1 ay ağır hapis cezasına çarptırılan ve bu karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onanınca cezaevine girmesi kesinleşen Selim Okçuoğlu, hakkında yakalanma kararı çıkarıldığını öğrenince yurtdışına kaçtı.
Hakkında arama kararı varken yurtdışına nasıl çıktığı merak edilen Selim Okçuoğlu'nun daha sonra Brüksel'de olduğu tespit edildi.
İŞTE NAZLI ILICAK'IN DÖNEMİN KİRLİ İLİŞKİLERİ İLE İLGİLİ ÖNEMLİ İDDİALARA YER VERDİĞİ 10.09.2003'TE TERCÜMAN'DA YAYINLANAN YAZISI...
28 Şubat ve PKK ilişkisi
Acaba, Bursa Cezaevi dinlenirken, PKK sorumlusu Sabri Ok'un, bazı temasları ortaya çıkmasaydı, gene de Orakoğlu ve Hanefi Avcı hedef tahtası haline gelir miydi?
Genelkurmay'da bazı deliller Apo'ya tuzak kurmak için mi, onun adamlarıyla temasa geçti?
Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı, Bursa Cezaevi'nde bulunan PKK temsilcisi Sabri Ok'un telefonlarını dinlerken, bazı bilgilere ulaşmıştı. O tarihte Bülent Orakoğlu İstihbarat Daire Başkanı, Hanefi Avcı ise İstihbarat Dairesi Teknik İşlerden Sorumlu Başkan Yardımcısı idi.
Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra, İmralı'daki mahkemeye bir tutanak sundu. 2 Haziran 1999'da Star bu tutanaklara dayanarak, Öcalan'ın bir aracıyla ateşkes için ilişkiye girdiğini iddia etti. 3 Haziran 1999'da Hürriyet "Kim bu esrarengiz aracı" sorusunu ortaya attı. 4 Haziran 1999'da Enis Berberoğlu "İstihbarat oyunu Apo'yu kandırdı" başlığı ile yayınladığı makalesinde, askerlerin Apo ile yakın temasta bulunduğunu, ama bunun tuzak olduğunu ileri sürüyordu. Berberoğlu, Apo'nun nasıl aldatıldığını makalesinde şu satırlarla açıklıyordu:
"1997'de Nisan ayında, Hollanda'nın Arnheim kentinde, PKK'yı temsil eden (muhtemelen) Kâni Yılmaz ile, Genelkurmay'ın iki yetkilisi görüşmüştür. Bunun ardından 14 Mayıs 1997'de Kuzey Irak operasyonu gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, 30 Temmuz 1998'de, PKK'ya cezaevinden ateşkes isteniyor haberi gelmiş, hatta Türk tarafının iyi niyetini kanıtlamak için Süleyman Demirel'in Mehmet Ağar'ın düğününe gitmesine izin verilmediği mesajı PKK liderine ulaştırılmıştır. Apo da buna inanarak 1 Eylül 1998 günü ateşkes ilân etmiştir. Halbuki ateşkesin akabinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, ondan hemen sonra da, 1 Ekim'de, Süleyman Demirel, PKK'yı kovması için Suriye'yi tehdit etmiştir."
Berberoğlu, "Bu bir tuzaktır, çünkü, Apo'nun istediğinin tam aksine hareket edilmiştir" diyordu. Ama, ya, Apo ile temas kuran ve aracı gönderen ekiple, Kuzey Irak'a operasyon yapan veyahut Suriye'yi tehdit eden grup birbirinden farklıysa? O zaman, Berberoğlu'nun iddiası da çöküyordu. Pekalâ, bir kanat uzlaşma peşindeyken, farklı görüşte olanlar askerî operasyonları sürdürebilirlerdi. Eğer Apo'ya tuzak kurulmuşsa, bu temas sonunda hangi istihbarî bilgiler alınmış, Türkiye lehine ne gibi bir avantaj sağlanmıştı?
5 Temmuz 1998'de, 32'nci Gün haber programında Hanefi Avcı, Mehmet Ali Birand'a "Devlet içinde bir grubun PKK ile işbirliği yaptığını, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı'nın söz konusu o kişiyi tesbit ettiğini" söylemişti.
Öcalan yakalandıktan sonra, DGM savcılarına verdiği ifadelerde, Hanefi Avcı'yı teyit ederek ateşkes konusunu şu şekilde dile getirmişti: "Ateşkes önerisi bize Avrupa temsilcimiz Kâni Yılmaz ve Şahin kod adlı Ferhat Abdi isimli arkadaş tarafından getirildi. Abdi Şahin isimli arkadaşımıza da, Selim Okçuoğlu isimli ve avukatlık yapan HADEP'te de faaliyet gösteren kişi getirmiş.
Bana getirilen ateşkes önerisi çok kapsamlıydı. Olağanüstü halin ve geçici köy koruculuk sisteminin kaldırılacağı, Türkiye'nin üniter yapısına halel gelmemek kaydıyla bir takım düzeltmelere girişileceği belirtiliyordu. Bu belge sanırım şimdi Avrupa arşivimizdedir. Aynı konuda, cezaevleri temsilcimiz Sabri Ok'la bir görüşme yapılmış. Sabri Ok, kendisi ile de görüşüldüğünü ve aynı önerilerin kendisine de yapıldığını söyledi. Yine sanırım Genelkurmay'ın Toplumsal İlişkiler Başkanlığı'nda çalışan bir Albay, Brüksel'deki temsilciliğimize kadar gelmiş ve aynı önerileri getirmiş. Ben önerilerin ciddiyetine inandım."
Dikkat ederseniz Abdullah Öcalan, MGK gizli yönetmeliğin meydana çıkmasından sonra, gündeme giren Toplumsal İlişkiler Başkanlığı'ndan söz ediyor. Bu başkanlık, psikolojik harekâtı yürütüyor. Gerçekten Apo'ya tuzak mı kurulmuştu, yoksa, farklı ve tamamen bağımsız hareket eden bir kanat mı böyle bir işe soyunmuştu? Orasını anlamak zor.
Bülent Orakoğlu, Selim Okçuoğlu'nun Apo ile İmralı'da görüşme yaptığını, sonradan yurt dışına çıkıp kaybolmasına izin verildiğini hatırlatıyor. İster istemez insanın zihninde bazı soru işaretleri beliriyor. Bülent Orakoğlu'na yönelik tehditler... Orakoğlu'nun alelacele Türkiye'den uzaklaştırılması... Sonradan hem onun, hem de dinlemeleri yapan Hanefi Avcı'nın yargılanmaları... Muhtemelen siyasilerden de gizli tutulan Toplumsal İlişkiler Başkanlığı'nın Brüksel'deki temasları... Apo yakalanınca avukat olarak ortaya çıkan Selim Okçuoğlu'nun, birden bire yurt dışına gidip, ortadan kaybolması.
Eğer, 28 Şubat olayı olmasaydı ve Türkiye'de asker siyaset ilişkileri doğal dengesi içinde yürüseydi, kimse, "Ne dolaplar döndü?" diye şüphelenmezdi. Ama şimdi kuşku duyuyoruz: Acaba, 28 Şubat'ın temelinde sadece irtica değil de, PKK ile bazı ilişkileri gizleme çabaları da mı yatıyor?
Kupür altı 1: Kıyamet Koparan Belge: Batı Çalışma Grubu belgesi 10 Temmuz 1997'de Sabah gazetesinde yayınlandı. Belgeyi Deniz Kuvvetleri Komutanı adına Koramiral Aydan Erol imzalamıştı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, her alt birimden, kendi bölgelerindeki, dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları, konfederasyonlar, yüksek öğretim kurumları, yurtlar, üst düzey yöneticiler (vali, kaymakam, belediye başkanları ve daire başkanlarına ait biyografiler ve bu kişilerin siyasi görüşleri) il genel meclisi üyeleri, siyasi partiler, partilerin il ve ilçe teşkilâtı yönetim kadroları, yerel tv, radyo, gazete vs. hakkında bilgi toplanmasını, bilgilerin derlenmesinde gizliliğe azami dikkat gösterilmesini talep ediyordu.
Kupür altı 2: 28 Şubat'ta işbirliği: 3 Temmuz 1997'de, Hürriyet gazetesi, "Müthiş İtiraf" başlığıyla yayınlandı. "Casus onbaşı" Kadir Sarmusak'ın itirafları ele geçirilmişti! Sarmusak, "Emri İstihbarat Başkanı Orakoğlu'ndan aldım" diyordu. Bugünkü bilgiler ışığında olayları değerlendirirsek, medya-asker arasındaki dayanışmayı daha iyi anlayabiliriz. Sarmusak, Batı Çalışma Grubu belgesi Genelkurmay'a ulaşınca, tutuklanmış, işkence altında Orakoğlu'nu suçlamıştı.
Ama bu suçlamalar, ilk başta basına yansıtılmadı. Sarmusak'a sadece 35 günlük oda hapsi cezası verildi. Orakoğlu da, hayatı tehdit altında denilerek, Amerika'ya gönderildi. Hükûmet değiştikten sonra, Milli Savunma Bakanlığı konuyu ele aldı ve vatana ihanetten dolayı Kadir Sarmusak Mamak Askerî Cezaevi'ne konuldu. Hürriyet gazetesinin yukarıdaki haberi de, Orakoğlu'nun tutuklanmasının zeminini teşkil oluşturacaktı. Ordu+Medya= 28 Şubat.
Nazlı Ilıcak, Tercüman10.09.2003HABER7
Bu haber 7,950 defa okundu.
E-postala
Yazdır
Kaydet
Yorum ekle
Tavsiye et

-->

çok önemsiz
çok önemli
Yorumlar
Muhammed tarafından 01 Mart 2007 09:01 tarihindeNe Demek erbakan gibi konuştu Tabi ki dış kaynaklı Aynı AKP gibi. İşin Kaynağı dışarıda . İçeride milleti kutuplaşmaya götürüp solcuları CHP, İslamcıları AKP, Milliyetçileri BBP bayrağı altında toplamak isteyen de dış güçlerdir. Haber 7 de bu siyonist tezgaha çanak tutmaktadır. Dış güçler milletimizi Milli Görüş etrafında birleşip Yeni Bir Dünya kurmasına razı değil.
[bcf9f285fec1a3ce]
hasan hüseyin şafak tarafından 01 Mart 2007 08:25 tarihindeneden carpık haber vermeye kalkıyorsunuz ki? bu ülkede insanların %85 erbakan gibi yani'' 28 subat ın dıs gücler tarafından işlerine gelmedigi için yapılmıstır'' diye düsünüyor.sadece erbakan yada orakoglu degilki.neden haberi carpıtma gibi bir durum yaratmaya kalkısıyorsunuz anlamadım.mahir kaymak beyde aynı acıklamaları yapalardan.refah partisinin kapatılmasını ve 28 subat ın meydana gelmesini erbakan ın ABD ye kafa tutmasından meydana geldigini söylüyor.bunu herkes bilmeli artık.bazı söylevlerden 28 subat olmadı.birilerinin kuyruguna basıldıgı için oldu 28 subat.bütün engellemelere ragmen MİLLİ GÖRÜS geliyor insaallah.selam ve dua ile.
[80f417f5ba914183]
alperen cihan tarafından 01 Mart 2007 02:33 tarihindeBuyuk Birlik Partisi haberde adi gecen sahislarin siyasi kimlikleri neden yazilmamis? sonuc itibariyle sayin Bulent Orakoglu Buyuk Birlik Partisi MKYK uyesidir. Ve Namik Kemal Zeybek bey Buyuk Birlik Partisi Genel Baskani sayin Muhsin YAZICIOGLU nun Basdanismanidir...Yoksa Buyuk Birlik Partisinin reklami olur diyemi korkuluyor... Anlamis degilim...
[cd01a3617e675db1]
mesut taş tarafından 01 Mart 2007 01:35 tarihindeosmanli Osmanlı zamanını bügünki iranla kıyaslamak gafletin ta kendisi olur bunu söyleyen ya hiç bi şey bilmiyordur yada maksadı başkadır falancı filancı şucu bucu islam olmaz yalındır ve sadedir islam bizde asker çok şeymi biliyor feyzi çakmak 4 tane dil biliyordu osmanlı paşalarının bilgi ve tecrübesine kıyaslarsak bunlardan kendisine anca 10 başı bile seçmez biz ilimde irfanda geri kaldık meyvesiz dal gibi dik durup kendimizi bi şey sandık osmanlı bilimde sanatta teknikte ve ilimde dünyada bir numaraydı bizim teknokratlar kaçıncı?
[bc0a1b28f8dee8fe]
Selman GENÇ tarafından 01 Mart 2007 01:12 tarihindeGerçek bir vatan sever Sayın orakoğlunu tebrik ediyorum. Korkusuzca yaşadığı gerçekleri anlatan gerçek bir vatan severdir. Allah onun gibilerin sayılarını artırsın. Hortumları kesilen küresel sermayenin yerli taşeronlar eliyle gerçekleştirdiği bu demokrasi ve hukuk dışı uygulamanın failleri adalet önünde hesap versin inşaallah. Erbakan HOCA yada uzun ömürler versin mevlam. Bir tarihe yön verdi. Gelecek nesiller siyonizmi, emperyalizmi onun sayesinde daha iyi teşhis edecek ve onun fikirleri ile mücadele vereceklerdir. Sayın orakoğlunu tekrar tebrik ediyorum. Bu açıklamalarından rahatsızlık duyanların kötülükerinden koruması için mevlaya dua ediyorum. Sizin gibi vatan evlatları var oldukça emperyalizme geçit yok inşaallah.