Fikir7 Manset Haberler

22 Kasım, 2007

TSK nin DOSTU PKK (MI?)

Hedef dağın İran tarafında bir çukurlukta yer alan Jerma Bektar kampındaki 358 PKK'lıyı imha etmektir. 800 asker Şehidan'ın zirvesine çıktığında, PKK kampına yaklaşık 20 kilometrelik bir mesafe kalmıştır....
22 Kasım 2007 08:56
Yazı boyutunu büyütmek için


350 PKK’lı yok edilmek üzere iken durdurulan harekât!

Nuh Gönültaş'ın röportajı

Osman Pamukoğlu Paşa anlatıyor: 20 Mayıs 1995 günü, 400'er komandodan oluşan iki Türk askeri birliği, Hakkâri'de Türkiye-İran sınırını oluşturan 3 bin 500 rakımlı Şehidan Dağı'nı tırmanmaya başlar.

Hedef dağın İran tarafında bir çukurlukta yer alan Jerma Bektar kampındaki 358 PKK'lıyı imha etmektir. 800 asker Şehidan'ın zirvesine çıktığında, PKK kampına yaklaşık 20 kilometrelik bir mesafe kalmıştır.

Ankara'dan bir telefon gelir. Arayan dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aydın İlter'dir. İlter, Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanı Tümgeneral Osman Pamukoğlu'na, "Sana Millî Güvenlik Kurulu'nun kararını bildiriyorum. Harekât durduruldu. Askerleri geri çek!" emrini verir. Orgeneral İlter'in bu telefonu olmasa; Türk askerleri PKK kampına sızmış olacak ve bu 358 PKK'lıyı imha edecektir.

-Operasyonu durdurun emri Genelkurmay'dan mı geldi?

Beni arayan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aydın İlter Paşa'ydı. MGK kararını beklemeden bir harekât yapılmaması için daha önce de aramıştı ve kararı da o tebliğ etti. İki gün sonra ziyarete gelince kendisini helikopterle Şehidan Dağı'na getirdim ve kampı gösterdim. Büyük bir hayretle "Bu iş yapılabilirmiş." dedi. Ama kuşlar çoktan kafesten uçmuştu.

-Operasyon İran'la bir savaşa neden olabileceği endişesiyle mi durduruldu?

Dağ nedir, içi nedir, hudut meseleleri nedir, bunlar bilinmeyince işte böyle oluyor. Biz İran'a filan taarruz etmiyoruz kardeşim. 120 kilometrelik İran sınırımızdan bize 28 saldırı olmuş. İran'da 3 tane PKK kampı olduğunu biliyoruz. Zagros, Jerma kampları burnumuzun dibinde ve buradan bizim birliklerimize sürekli saldırı düzenleniyor. Biz göreve başlayıncaya kadar kimse müdahale etmemiş, etmeyi de düşünmemiş.

-10 Haziran 1995 tarihli Hürriyet'te İran'ı vurmak üzere yola çıkan jetlerin geri döndüğü yazılıyor. Bilmeyen uyduruyor kardeşim...

-Anılarınızda dikkat çeken hususlardan biri de Kuzey Irak'ta 1994 kasım ayında başlayan ve 1995'in ilk aylarına kadar süren PKK'nın 5. kongresi ile ilgili. Millî İstihbarat Teşkilatı( MİT) Van Bölge Müdürü bir gün sizi ziyarete geliyor, bu konuyu anlatıyor.

MİT devletin hangi adres gruplarına bilgi gönderiyorsa PKK'nın nerede kongre yapacağını 22 kere bu adres gruplarına bildirmiş. Biz Hâkkari Dağ ve Komando Tugayı'yız.

-Ama bu bilgi size gelmiyor?

Bana gelemez... Benim işim değil; bu olay Türkiye Cumhuriyeti'nin işidir. Bakın biz de takip ediyoruz ama mahallî kaynaklardan yararlanarak takip ediyoruz. Yani kendi sınırlı kaynaklarımızla gelişmeleri takip ediyoruz ama MİT ilgili adres gruplarına bunu bildiriyorsa onlar bu işin gereğini yapmıyorlarsa ortada bir sorun var demektir.

-O gün MİT Van Bölge Müdürü neden size geldi?

Ben bununla çok ilgileniyor ve önemsiyordum. Türkiye sınırından 8-10 km ötede örgütün tüm beyin takımı, ideologları, askerî planlamacıları, Avrupa sorumluları 600-650 kişi toplanmışlar ve MİT size bu durumu bildiriyor. Bu dört yılda bir gerçekleştirilen ve örgütün tüm lider kadrolarının toplanıp örgütün gelecek stratejilerini masaya yatırdığı çok önemli bir toplantıdır. Bunu kaçırmayacaksın ve hepsini imha edeceksin. Benimki bölgedeki bir tugay komutanı olarak özel merak. Neden? Çünkü ben bu kavganın bir parçasıyım. Sen böyle bir kongre yapılacağını haber alıyorsun, merak etmez misin bu herifler nerede toplanıyor diye? Ben bunu tesadüfen öğreniyorum, Ocak ayının (1995) son haftasında Ankara'da düzenlenen general-amiral seminerinde MİT'in bir daire başkanından öğreniyorum. Bu toplantı yapıldı, bitti diyor. Bunun üzerine ben de olamaz diye karşılık veriyorum.

-Ankara'daki MİT yetkilisiyle bu konuşmanızdan sonra mı MİT Van bölge başkanı size geldi?

Ben olamaz böyle bir şey diyorum, benim hafsalam almaz böyle bir şeyi diyorum. Dağdaki adamlarla uğraşacağına örgütün tüm lider kadrosunu topla, bitir olayı diyorum. Sen nasıl bir yönetimsin ki bunu göz ardı ediyorsun?

-MİT bu işte bir kusurları olmadığını göstermek için size bölge başkanını gönderiyor. "Müsteşarımızın size selamı var." diyor ve size bir zarf veriyor.
Ne vardı o zarfın içinde?

Bu zarfta içinde olan 1994 Kasım ayında başlayıp 1995 Şubat'ında biten PKK'nın 5. kongresinin 22 ayrı tarihte 22 kez (devletin ilgili kurumlarına) rapor edildiğini gösteren bir bilgi notuydu...

ngonultas@bugun.com.tr

(Bugün)

31 Mart Vak´asinin ic yüzü



31 Mart Hadisesi’nin Içyüzü



Prof. Dr. Ahmet Akgündüz - Arastirama



31 Mart Vak’asi diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rastlamaktadir. Tarihçiler bu olayin, kendi zulümlerini örtmek isteyen Ittihadcilarin, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için, Ingiliz Gizli Servisi’nin yardimi ile ve Ingilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise oldugunda ittifak etmislerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yikilsin diye, bir kisim dini sloganlar kullanilmis ve “seri’at elden gidiyor” diye dine ve dindarlara hücum planlari hazirlanmistir. Ittihadcilar, kendilerinin tertipledikleri bu olayi dindarlari mürteciler diye suçlayarak dindara yikmislar ve maalesef kendileri gibi düsünen tarihçileri de kullanarak, bu olayi en büyük irtica olayi diye takdim etmislerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardir ve hem de memleketin bazi halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arzediyordu. Þöyle ki:

Evvela, 31 Mart Vak’asinin sebepleri nelerdi?

A) Bu olayin asil sebebi, Ittihadcilarin yaptiklari zulüm ve istibdaddi. Ittihadcilar, tam bir zorba kesilmislerdi ve muhaliflerini sokoklarda öldürecek kadar azitmislardi. Mesela, Ismail Mahir Pasa, muhalif gazetecilerden Ahmed Samimi ve Hasan Fehmi Bey Istanbul caddelerinde açikça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya basladi. Sultan Abdülhamid, Mesrutiyen geregi icraya karismiyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hakim olmayi isteyen Ittahadcilar, yabanci devletler tarafindan Abddülhamid’e karsi bir seyler yapmaya zorlaniyorlardi. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktuklari Sultan Abdülhamid idi.

B) Osmanli Devleti’ni yikma planlarinin yapildigi Meclis’teki vekillerin degismesi için, millet tam manasiyla kayniyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartismalariyla ugrasan Meclis’teki vekillerden halk rahatsizdi.

C) Icradan uzak tutularak kösesine çekilmeye mecbur edilen Sultan Abdülhamid’in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardi. Çünkü Itihadcilar, Ingilizlerin masasi gibi, onu tahttan indirmek için mesgullerdi.

D) Asker siyasete karismisti. Aldigi askeri ve dini terbiyeye aykiri isler yapmaya baslamisti. Mesela Selanik ve Manastir’dan Istanbul’a getirilen III. Orduya ait subaylari fiyakasindan halk ve diger ordu mensuplari yaka silkmeye baslamislardi. Bununla kalmayip Ittihadcilar, Istanbul’u korumakla görevli I. Orduyu tahkir ederek, III.Ordunun Selanik’teki tümeninden nigahbân-i hürriyet ve muhâfiz-i mesrutiyet adiyla avci taburlarini Istanbul’a sevk ettiler.

E) Hasan Fehmi Bey basta olmak üzere, faili meçhul olaylarin artmasi milleti tedirgin ediyordu.

F) Ittihadçilar kendilerine muhalif gördükleri subaylari ve hatta askerleri kadro disi ediyorlardi; açikça bir tasfiye hareketi baslamisti. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi.

G) Hürriyet adi altinda her türlü ahlaksizlik serbest hale gelmisti. Açikça Þer-i serife aykiri isleri yapan Ittihadcilara karsi, halkta ve özellikle de sagini solundan ayiramayan Dervis Vahdet gibi bazi dindarlarda, idareye karsi bir nefret olusmaya baslamisti.

Bütün bu sebeplerin bulundugu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasinda, her iki tarafa ait gazeteler, gerginligi artirici yayinlar yapiyorlardi. Partiler, sanki bir iç savas olacak gibi fedai yazmaya baslayan cemiyetler kurmaya basladilar. Ittihadcilar, zafer sarhosluguyla baski ve zorbaliklarini daha da artirmaya basladilar. Sinirsiz hürriyet anlayisi, askerlere kadar asilandi ve erler subaylara itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykiri bazi seyler, askerlere telkin edilmeye baslandi. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya baslayinca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazi nâdânlar, iyilik yapiyorum zanniyla bazi fitne tohumlarini ekmeye basladilar. Hürriyetin yanlis anlasilmasi ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldi ve herkes kendi basina hareket eder hale geldi. Istanbul serseri mayinlarla dolu bir hale gelmisti.

Iste Ingiliz Gizli Servisi’nin tahrikleriyle hareket eden Ittihad ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihinde, gergin durumu firsat bilerek tertiplerini fiiliyata dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avci taburlarina mensup neferlerin fisegini patlattilar. Baslarinda tek bir subayin dahi bulunmadigi ve sadece basçavus ve çavuslarin komuta ettigi bu erler, “Þeri’at isterüz” deyü isyan ettiler. Ayasofya ve Sultanahmed Camii önlerinden toplanan kalabalik, Sadrazam Hüseyin Hilmi Pasa ile Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmet Riza Bey’in azlini ve bütün Ittihadcilarin sürgün edilmelerini istiyorlardi. Yukarida zikredilen sebeplerden dolayi, isyan eden askerlere, basta hamallar olmak üzere her çesit insan karismisti.

Görünürde Ittihadcilara karsi, seriati ve onun teminati olan Abdülhamid’i kurtarmak için yapilmis bir isyandi. Ancak tamamen Ittihadcilarin ve Ingiliz Gizli Servisi’nin, Abdülhamid’i tahttan indirmek ve bu arada dindar halki da ezerek gözdagi verilmek için yapilmis bir tertipti. Bu serseri mayin gibi isyan eden askerler, Ittihadcilarin ileri gelenlerinden Ahmet Riza Bey zannederek Adliye Nâziri Nâzim Pasa’yi ve Gazeteci Hüseyin Cahid zanniyla da Milletvekili Emir Þekib Arslan Bey’i öldürdüler. Sultan Hamid, II. Tümen kumandanini çagirarak âsileri dagitmasini istedi; ancak Padisah’in talimatini dinlemeyen komutan Ordu Komutanindan emir almadigini söyleyecek kadar alçalmisti. Maalesef Ittihadci olan ve sonradan bu haline çok pisman olan Mahmud Muhtar Pasa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sagini solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazi dindarlar da katildi. Zaten Ittihadcilarin muhalifleri de böyle bir firsat bekliyordu. Onlar da akilli hareket edemediler. Is, çigirindan çikmisti. Bediüzzaman basta olmak üzere, bir kisim akilli Islam alimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun oldugunu ve oyuna gelmemeleri gerektigini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaata getirmisti.

Ittihadcilar, Ingilizlerin aleti olmuslar ve bütün Müslümanlarin ümidi haline gelen Abdülhamid’i indirmekten baska gaye gütmemislerdir. Bu olayi kendileri tertip etmelerine ragmen, israrla bir irtica olayi oldugunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasini açmak adetinin kötü bir baslangici oldu.

Firsati ganimet bilen Ittihadcilar, olaylar büyüyünce, Selanik’ten Hareket Ordusu adini verdikleri kuvvetleri, Padisah’i kurtarmak gibi yalanci bir sloganla Istanbul’a sevk etmeye basladilar. Bu hareket ordusunun sadece kumandani olan Mahmut Þevket Pasa Müslüman ve Türk’tü. Askerlerin çogu, yagmaci ve Müslüman katili olan Makedonyalilardi. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayin vahametini anlayan Istanbul’daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutani Nazim Pasa, Sultan Abdülhamid’e müdahele etmeleri gerektigini anlattilarsa da, Müslümani Müslümana kirdirmayacagini söyleyen Padisah, onlara gerekli talimati vermedi. I. Ordu Kumandani Nazim Pasa’ya, Hareket Ordusu’na silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan’da Hareket Ordusu, Yunan ordusu gibi davrandi ve Yildiz Sarayi’ni yagmaladi. Kütüphane disinda Padisah’in altin arabasini bile parçalayip götürdüler. Daha sonra da 27 Nisan 1909’da Meclis-i Umumi’yi toplayarak Abdülhamid’i hal’ kararini silah zoruyla çikardilar. En önemli ithamlari, 31 Mart Vak’asi’ni tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandi. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padisah, Müslümani Müslümana kirdirmakla itham ediliyordu.

Kisaca 31 Mart Olayi, Ittihadcilarin tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalifleri olan Kâmil Pasa-zâde Said Pasa, Ismail Kemal Bey, muhalif gazetecilerden Mizanci Murad ve Volkan Gazetesi bas yazari Dervis Vahdeti gibi bazi safdiller de durumdan pasta çikarmak ugruna atese körükle gittiler ve fitne atesini söndürmek yerine daha da alevlendirdiler. Neticede düsmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-i Harb-i Örfî çok masumlari idam sehpalarinda sallandirdi. Din düsmani kesimlerin eline de tam bir irtica sermayesi verilmis oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayi ile suçlandilar; ama beraat ettiler.1



*****

Dipnot:

1- Kur’an, Ahmed Bedevi, Inkilap Tarihi ve Jön Türkler, sh. 276 vd.; Osman Nuri, Abdülhamid-i Sâni ve Devr-i Saltanat, c. I, sh. 111; Danismand, Osmanli Tarihi Kronolojisi, c. II; Öztuna, Osmanli Devleti Tarihi, c.I, sh. 616-619; Bediüzzaman Said Nursi, Âsâr-i Bedî’iyye, sh. 309, 316-317, 324, 395-396, 441; Mektûbât, sh. 429; Badilli, Tarihçe-i Hayat I, sh. 235-260
“Tarihçiler bu olayin, kendi zulümlerini örtmek isteyen Ittihadcilarin, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için, Ingiliz Gizli Servisi’nin yardimi ile ve Ingilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise oldugunda ittifak etmislerdir.”

Kaynak: Yeni Dünya Dergisi

@ Ekrem Yolcu

Sultan Resad ve ittihadcilar


Sultan Mehmed Reşad

Babası : Sultan Abdülmecid

Annesi : Gülcemal Kadın Efendi

Doğumu : 2 Kasım 1844

Vefatı : 3 Temmuz 1918

Saltanatı : 1909 - 1918 (9) sene

Halk arasında Sultân Reşâd olarak meşhur olan V. Mehmed Reşâd hân, Sultân Abdülmecid’in Çırağan Sarayında 1844 yılında Gül-cemâl Kadınefendi’den dünyaya gelen 3. Oğludur. 27 Nisan 1909 tarihinde 65 yaşında Osmanlı tahtına oturmuştur. Dehası itibariyle Abdülhamid ile kıyaslamak mümkün değilse de, İslâm kültürüne vâkıf, Arapça ve Farsça’yı iyi bilen hattât, Mevlevî ve şâir bir padişahdır. Maalesef, İttihâd ve Terakkinin meşru ve gayr-i meşru her isteklerine boyun eğerek padişahlığını doldurmuştur. İttihâdcılar, herkesi 31 Mart mürettibliği ve irtica ile suçlamaya başlamışlar, tehdid ile Tal’at Bey’i Dâhiliye nâzırı yapmışlardır. Roma Büyükelçisi olan ve tam bir ahlaksız diye vasıflandırılan İbrahim Hakkı Bey, zorla sadrazamlığa getirilmiştir. Tabii ki, Trablusgarb’ın elden çıkmasına da sebep olmuştur. Hareket Ordusu Kumandanı Mahmûd Şevket Paşa ise, harbiye nâzırı olarak kabinede yerini almıştır. Sonradan, İttihâdcılar için “beyinsiz mahluklar” diyerek can verecektir. Kısaca Sultân Reşâd döneminde iktidar, tamamen Tal’at, Enver ve Cemal Paşa üçlüsünün elindedir. İttihâdcıların zorbalığı ile, Kavalalı Hânedanından Mehmed Said Hâlim Paşa sonradan sadrazamlığa getirilmiştir. Hiç bir vasfı olmadığı halde, kurallar çiğnenerek Tal’at Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi de bu döneme rastlamaktadır. Son olarak, I. Cihan Harbine Osmanlı Devleti’nin girmesini dahi, Padişaha haber vermeden bu üçlünün yaptığını ifade edersek, Osmanlı Devleti’nin bu dönemde içine düştüğü çukuru daha iyi anlayabiliriz. Kısaca Osmanlı Devleti’nin bu kadar kötü eller tarafından idare edildiği başka bir dönemi mevcut değildir. Maalesef, İttihâdcıların Şeyhülislâmlarından Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin de farmason olduğu açıkça ifade edilmektedir.

Bu kadro iş başına gelince, dış güçler Osmanlı Devleti vatandaşlarını tahrike başladılar. Suriye’de Dürziler, Yemen’de Zeydîler ve Balkanlarda Arnavudlar isyan ettiler. İttihâdcı politikanın iflas ettiğini gören Sultân Reşâd, yanına sadrazam ve diğer devlet erkânı ile Bediüzzaman gibi âlimleri de alarak, Rumeli Seyâhatine çıktı. Mahmûd Şevket Paşa’nın büyük kuvvetlerle ve silahla susturamadığı isyanı, 100.000 Arnavud ile Kosova Meydanında namaz kılarak teskin ettirdi (Haziran 1911).

İttihâdcılar kendilerine yakın olan Trablusgarb Valisi Recep Paşa’yı İstanbul’a davet ederek Harbiye Nâzırı yaptılar ve Abdülhamid’in Libya’yı korumak üzere bulundurduğu tümeni, hatalı bir kararla Yemen’e sevk ettiler. Bunu fırsat bilen İtalya, İttihâdcıların adamı ve kendisinin de ajanı olan Emanuel Karaso’yu kullanarak Libya’yı işgal etmek üzere harb ilan etti. Ekim 1911’de İtalyanlar Trablus ve Bingazi’yi işgal ettiler. Ancak Abdülhamid’in burada kurduğu milis teşkilâtı olan Senûsîler ve Kuloğulları sayesinde, Mussolini zamanına kadar Libya’yı tam olarak teslim alamadı. İtalyanlar daha sonra Mayıs 1912’de Akdeniz Adalarının merkezi olan Rodos’u işgal etti. Bu mağlubiyetlerin faturasının İttihâdcı Hakkı Paşa’ya kesilmemesi için İttihâd ve Terakki Partisi, Padişah’a Meclis’i fesh ettirdi ve Hakkı Paşa’yı Londra’ya gönderdi. İttihâdcıların tahriki ile Osmanlı ordusundaki subaylar, ittihâdcı ve halâskâr diye ikiye ayrıldılar; çeteler kurarak birbiriyle boğuşmaya başladılar. Bu rezâletin neticesinde Ekim 1912 Lozan Muâhedesi ile İtalya Harbine son verildi ve Libya İtalya’ya bırakıldı. 12 Ada ve Rodos Osmanlıya iade edildi.

II. Abdülhamid’in ittihâd-ı İslâm siyâsetini anlamayan İttihâdcıların Hakkı Paşa Hükümeti, ittihâd-ı anâsır diyerek, meşhur Temmuz 1910 tarihli Kiliseler ve Mektepler Kanununu çıkardı. Böylece asırlardır, aralarındaki rekabetle birbirlerine düşen Bulgar, Sırp ve Yunan azınlıklar arasında hakemlik yapılmış ve düşman birleştirilmiş oldu. Bununla da kalınmayarak Rumeli’deki yetişmiş 120 tabur terhis edildi ve yerine acemiler gönderildi. İttihâdcılar bunu yaparken, azınlıklar Rusya ve diğer devletlerin yardımıyla ağır silahlar satın alıyordu; bundan Selanik’te oturan II. Abdülhamid haberdar oluyor; ama ittihâdcıların kulakları kapalı kalıyordu. Rusya ile anlaşan Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan Ekim 1912’de arka arkaya Osmanlı Devleti’ne karşı harb ilan ettiler ve Osmanlı Devleti’ni perişan eden Balkan Harbi başladı. Böyle nazik bir dönemde Osmanlı Hâriciye Nâzırı Ermeni Gabriel Noradungiyan Efendi idi. Sonradan Osmanlı Devleti’ne hıyânet etti. Osmanlı Devleti’nin elinde Şark Ordusu denilen 5 kolordu dışında askeri olmadığı gibi, Arnavudlar da, Büyük Arnavutluk hayaliye gayr-i müslim çetelerle birlikte hareket ediyorlardı. Aralarında ittihâdcı ve halâskâr diye ikiye bölünen Şark Ordusu, Bulgaristan kuvvetleri karşısında mağlup olarak Kasım 1912’de Çatalca’ya kadar geriledi. Garb Ordusu da Sırplara karşı mağlup olmuştu. Yunanlılar meşhur Preveze’yi aldılar ve 6 Kasım 1912’de Selanik Yunanlılara Tahsin Paşa tarafından teslim edildi. İttihâd ve Terakki’ye göre mehd-i hürriyet olan Selanik, kendi siyâsetleri neticesinde Yunanlılara teslim edilmiş ve orada ikamet eden II. Abdülhamid, göz yaşları içinde İstanbul Beylerbeyi Sarayı’na nakledilmişti. Mart 1913’de Edirne açlıktan dolayı Bulgarlara ve Yanya da Yunanlılara teslim edildi. Abdülhamid’in hal’ meselesindeki heyette bulunan Arnavud Es’ad Toptanî Paşa, devlete hıyânet ederek komutan Hasan Rıza Paşa’yı öldürüp İşkodra’ya el koydu. Osmanlı Devleti aleyhinde Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar ve Arnavudlar ittifak etmişlerdi. Arnavudları bu isyana iten sebeplerin başında İttihâdcıların dine aykırı hareketleri geliyordu.

Bütün bu olan bitenlere karşı, adı büyük ama kendisi küçük olan Ahmed Muhtâr Paşa’nın kabinesinde sadece Kıbrıslı Kâmil Paşa ve Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi ittihâdcılara muhâlif idiler. İttihâd ve Terakki, sert tutumlarından dolayı Dâhiliye Nâzırı Ahmed Reşîd Bey’den de bunalmışlardı. Harbiye Nâzırı ise, İttihâdcılara muhâlif olan Halâskâr Zâbitân Cuntasının lideriydi. Bu ittifakdan rahatsız olan İttihâd ve Terakki’nin liderlerinden Yarbay Enver Bey ve Albay Cemal Bey, İttihâdcı Prens Said Hâlim Paşa’nın yalısında bir araya geldiler ve siyâsetle uğraşmayacaklarına dair yemin ettiler. Kâmil Paşa bu yeminlere inanmadı ve nitekim onun aleyhinde Edirne’yi Bulgarlara verecek diye propagandaya başladılar. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey, komitecilerini alarak Bâb-ı Âli’yi bastı. 8 eri ve iki subayı şehid eden çeteler, kendilerine karşı çıkan Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa’yı şehid ettiler. Tal’at ve Enver Beyler, Kâmil Paşa’yı zorla istifa ettirdiler ve Mahmûd Şevket Paşa’yı sadrazam yaptılar. Tal’at kendini Dâhiliye Nâzırı tayin ettirdi. Başta Kâmil Paşa, Şeyhülislâm ve Reşid Bey olmak üzere yüzlerce muhâlif tevkif ve sürgün edildi. Tarihe Bâb-ı Âli Baskını diye geçen bu olay, askerin siyâsete karıştığı en çirkin olaylardan biridir.

Böyle bir iç karmaşada Balkan Harbine son vermek üzere Mayıs 1913 tarihli Londra Muâhedesine imza koyan Osmanlı Devleti, Balkanları hemen hemen terk ediyordu. Edirne’yi bile Bulgaristan’a bırakan bu andlaşma, devlet için bir intihar gibiydi. Osmanlı Devleti’ne ihânet eden Arnavudlar da umduklarını bulamadılar. Arnavudluğa verecekleri toprakların yarısını (Kosova ve Manastır) Sırbistan’a verdiler ve bugüne kadar bu ihanetin cezasını masum Arnavudlar çektiler.

Bu durumdan iyice kuduran İttihâdcılar, tatbik ettikleri örfî idare ile Kanun-ı Esâsî’yi rafa kaldırdılar. Padişahla arası iyi olmayan ve tarafsız sadrazam adıyla İttihâdcılar tarafından bu makama getirilen Mahmûd Şevket Paşa da, İttihâdcılardan bıkmıştı. İttihâdcılar, Mahmûd Şevket Paşa’yı hedef aldılar. İstanbul muhâfızı Cemal Bey, Paşa ile ilgili suikasd istihbârâtını haber bile vermedi. Hedef, hem Paşa’yı ve hem de muhâlefeti sindirmekti. Balkanlardaki mağlubiyet ve hele Edirne’yi Bulgarlara veren andlaşmadan dolayı, herkes İttihâdcılardan nefret ediyordu. İngiltere’nin arkasında olduğu söylenen Mahmûd Paşa suikasdı 11 Haziran 1913’de meydana geldi. Makam otomobiliyle Bâb-ı Âliye giden Paşa kurşunlanarak şehid edildi. İttihâdcılar, kendileri tertip ettikleri suikasdı muhâliflere ve özellikle de Halâskâr Zâbitân’a yüklediler. 29 kişiyi idam ederek muhâlefeti tasfiye ettiler. Tunuslu Hayreddin Paşa’nın hânedândan olan oğlu Dâmad Sâlih Paşa’yı bile idam ettirdiler. Sultân Reşad kukla gibiydi. Sıra Prens Said Hâlim Paşa’nın hem Hâriciye Nâzırı ve hem de Sadrazam olarak tayinine gelmişti; onu da yaptırdılar. Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey’di; Enver Bey’e de ordunun bütün yetkileri verildi. 3. adam olan Cemal Bey’e ise, önce donanma ve sonra da Devletin Arab Eyâletlerinin idaresi verildi. İttihâdcılar diktatörlüğü denilen bu çetede Ziya Gökalp de İttihâd ve Terakki Partisi Genel Sekreteri vazifesini ifa ediyordu. Kelimenin tam anlamıyla bir diktatörlük söz konusuydu.

Mahmûd Paşa’nın katlinden 18 gün sonra 2. Balkan Harbi çıktı. Osmanlı Devleti Edirne ve Batı Trakya’yı geri aldı. Enver Bey, Temmuz 1913’de Edirne’ye girdi. 10.08.1913 tarihli Bükreş Muâhedesi ile harb sona erdi. Artık Edirne fethi sarhoşluğunun da tesiriyle Osmanlı Devleti, İttihâd ve Terakki Partisi Genel Başkanı ve Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey, ordudan tek sorumlu olan Yarbay Enver Bey (Ocak 1914’de Harbiye Nazırı olmuş ve sonra Nâciye Sultân ile evlenerek Saray’a Dâmâd olmuştur), Bahriye Nâzırı ve Suriye’deki 4. Ordu Kumandanı Cemal Bey’in elindedir. Cemal Paşa, Fransız âşığı ve diğerleri ise Alman hayranıdırlar. Said Hâlim Paşa ise, tam bir kukladır.

Orduyu kısa zamanda kısmen de olsa düzene sokan Enver Paşa, I. Cihan Harbinin patlak vermesinden de istifade ederek Eylül 1914’de Kapitülasyon denilen imtiyazları iptal etti. I. Cihan Harbi, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve sonra da Osmanlı Devleti’nin katıldığı İttifak Devletleri ile Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Sırbistan, Romanya, Belçika, Yunanistan, Portekiz ve Karadağ’dan oluşan İtilaf Devletleri arasında cereyan ediyordu. İngiliz ve Fransız kuvvetler, Eylül 1914’de Marne Muhârebesinde müttefik kuvvetleri mağlup ettikten sonra, Osmanlı Devleti muhakemesiz bir şekilde harbe sokuldu. Tek sebep Enver-Tal’at ve Cemal Paşalar üçlüsü idi. Savaşa Almanlarla birlikte girmek üzere yayınladıkları tâlimatnameler bugün elimizdedir. Dolayısıyla bir asra yakındır, harbin resmi sebebi olarak gösterdikleri Osmanlı’ya sığınan iki Alman Harb gemisinin, Osmanlı’dan habersiz Karadeniz’e açılarak Rus limanlarını bombalaması ve bunun üzerine İtilaf devletlere ait kuvvetlerin de Osmanlı Devleti’ne harb açtıkları şeklindeki iddia, tamamen yalandır. Maalesef, Almanya ile yapılan gizli ittifaklar ve I. Cihan Harbine girmek kararı, Padişah, Sadrazam, Meclis ve Hükümetin haberi olmadan alınmıştır. 28 Temmuz 1914’de başlayan harbe Osmanlı Devleti 29 Ekim 1914’de katılmıştır. Neticesi herkesçe malumdur. Sadece Enver Paşa, liyakatsiz idaresi yüzünden Rus cephesinde 90.000 askeri Sarıkamış’ta şehid etmiştir. Ocak 1918 tarihli Amerika Başkanı Wilson’un 14 maddelik prensipleri, İttifak devletlerini mağlubiyete mahkûm etmiştir.

Ruslar işgal ettikleri (3.8.1915) Van Vilâyetini Ermenilere bırakıp çekilince, Ermeniler, asırlardır beraberce yaşadıkları Müslümanları kırmaya başladılar. Bunun üzerine 1915 Ermeni Tehciri diye bilinen ve ancak sonradan Ermeniler tarafından soykırım olarak gösterilen olay başladı. Osmanlı Devleti, kendi vatandaşı oldukları halde düşmanla birlikte hareket eden Doğu’daki 500.000 Ermeniyi, Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey’in emri ve sadrazam Said Hâlim Paşa’nın tasdikiyle tehcîre yani Kuzey Suriye ve Irak’a mecburi göçe zorladı. Yolda telef olanlar oldu. Ancak asla katliam yapılmadı.

Bunu İttihâdcıların zayıf siyâsetleri ve en önemlisi de dindeki zaafları sebebiyle, Arabistan’da Şerif Hüseyin Paşa’nın başlattığı Arab İsyanı takip etti (Haziran 1916). 1913’de İttihâdcıların takip ettiği Türkçülük siyâseti, Suriye’de Azım-zâdelerin başını çektiği Fransızlarla ittifak hareketini doğurdu. Neticede Osmanlı Devleti bütün cephelerde mağlup oldu. Bu acıya dayanamayan II. Abdülhamid, Şubat 1918’de vefat etti. Cihan Harbinin son günleriydi. Onu kardeşi ve padişah olan Sultân Reşâd takip etti ve 4.7.1918 tarihinde o da 74 yaşında dünyaya gözlerini yumdu.

ZEVCELERİ: 1- Kâm-res Baş Kadın Efendi. 2- Dürr-i Adn İkinci Kadın Efendi. 3- Mihr-engîz İkinci Kadın Efendi. 4- Nâz-perver Üçüncü Kadın Efendi. 5- Dil-firîb 4. Kadın Efendi. ÇOCUKLARI: 1- Mahmûd Necmeddin Efendi. 2- Ömer Hilmi Efendi. 3- Mehmed Zıyâaddin Efendi. 4- Refî‘a Sultân .

Sözde Ermeni Soykirimi ve Osmanli

Ermeni diyasporasinin Ermeni Soykirim iddiasini savunulari

Ermeni meselesinin hayatımızın artık ayrılmaz parçası haline gelmesinden sonra, Türkiye'deki bazı çevreler, tuhaf bir savunma stratejisi geliştirmeye çalışıyor ve 1915 olaylarının Türkiye Cumhuriyeti ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylüyorlar.
Bu düşünceye göre, soykırım iddialarına konu olan olaylar İttihad ve Terakki'nin iktidarı sırasında meydana gelmişti. O tarihte Türkiye Cumhuriyeti henüz urulmamıştı, dolayısıyla 1915 olaylarının Türkiye ile bir alâkası yoktu, herşeyin sorumlusu Osmanlı Devleti ve devletin o dönemdeki İttihadçı yöneticileriydi. Biz yepyeni ve bambaşka bir devlet olduğumuz için, Osmanlı zamanındaki hadiseler bizi alâkadar etmezdi.

'Halefiyet esası'

Böylesine tuhaf ve âciz bir savunmanın uluslararası alanda dile getirilmesi halinde tefe konacağımızın acaba farkında mıyız?
Unutmayalım: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun hukuki devamıdır. Lozan Andlaşması genç cumhuriyetin meşruiyet belgesi olduğu kadar, yıkılmış imparatorluğun da tasfiye vesikasıdır. Türkiye, Lozan'da Osmanlı'nın mali borçlarının yanısıra siyasi verâsetini de üstlenmiş ve bu husus, delegelerin anlaşmaya ek olarak teati ettikleri mektuplarda açıkça vurgulanmıştır.
Konunun bir başka yönü daha var: Devletler hukukunun çok önemli bir kuralı, halefiyet esası...
Her devlet, üzerinde bulunduğu toprakta kendisinden önce vârolmuş bir önceki devletin halefidir, yani onun yerine geçmiştir ve devamıdır. Bu kural çerçevesinde, Osmanlı İmparatorluğu Selçuklu Devleti'nin, Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı İmparatorluğu'nun halefi olur.
Halef devletler seleflerinin, yani kendilerinden önceki devletlerin toprağının yanısıra borçlarının, alacaklarının ve siyasi yükümlülüklerinin de vârisidirler. Birinci Dünya savaşı sonrasına kadar Habsburg Hanedanı'nın hükmettiği Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yerini bugünkü Avusturya Cumhuriyeti almış, Kayzer Wilhelm'in Alman İmparatorluğu küçülen Almanya olarak devam etmiş, Osmanlı Devleti de Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
Dünya, aynı devamlılığı, İkinci Dünya savaşı sonrasında da yaşadı. Bölünmüş Almanya, Hitler'in Nazi Almanyası'nın devamı kabul edildi; Mussolini'nin aslında krallık olan Faşist İtalyası'nın yerini İtalya Cumhuriyeti aldı. Her iki yeni devlet de, seleflerinin hukuki sorumluluklarını üstlendiler. Modern Almanya'nın artık resmen kabul edilmiş bulunan Yahudi soykırımı suçlamasından kaynaklanan özür ve tazminat taleplerinin muhatabı olması, işte devletler ile ilgili bu halefiyet esasının neticesidir.
Dolayısıyla, yapmadığımız bir soykırımla suçlanmaktan ürkerek "1915 olayları Osmanlı'nın sorunudur ve bizi ilgilendirmez" şeklindeki ucuz kaçışların ve seviyesiz bir reddi miras hevesinin bize hiçbir faydası yoktur ve böyle bir davranış utançtan başka birşey getirmeyecektir.


Bir baska ermeni Yazar diyor ki:

Osmanlı günahları ve sevaplarıyla bizim geçmişimizdir.

İttihad ve Terakki günahları ile bizim geçmişimizde ki bir olgudur.

Türkiye Cumhuriyeti bu coğrafya ya gökten düşmedi.

Geçmişinde ki bu kalıntılar üzerine yeniden tesis edildi.

Maddi ve manevi kalan her türlü miras TC Devletine aittir.

Böyle saçma sapan reddi miras mantığı olamaz.

ABD Hegemonyasina girmemiz.

1980 Darbesini ABD yaptirtti.

1980'e girdiğimizde Ortadoğu'da ve uluslararası ilişkilerde önemli gelişmeler yaşanıyordu. İran'da gerçekleşen İslami devrim emperyalizmin en temel bölgesel karakollarından birini yerle bir etmiş ve böylece emperyalist statükoda büyük bir gedik açmıştı. CENTO dağılmıştı. İslami radikalizm, bölge halklarını büyük ölçüde etkiliyordu. Devrim, bölge halklarında anti-emperyalist düşünce ve duyguları geliştiriyordu. İran İslam Devrimi, bölge halk devrimleri için yeni olanaklar anlamına geliyordu. O güne dek bölge halkları üzerinde katı bir denetim kuran emperyalizm, kurduğu statükoyla devrimlerin gelişmesi önünde büyük bentler oluşturmuştu. İran Devrimi'yle birlikte, bu bentlerde gedikler açıldı. Bu gediklerden yeni halk devrimleri uç verebilirdi. ABD bundan korkuyordu. İran'da oluşan yeni yönetim, ABD karşıtlığını, ABD büyükelçiliğini basarak doruk noktasına çıkardı. Bu durum, ABD için büyük bir siyasal ve moral darbeydi, dünya jandarmalığı için ciddi bir şamar niteliğindeydi. ABD, elçilikteki rehineleri kurtarmak için birçok yol denedi, en son askeri bir girişimde bulundu. Ancak başarılı olamadı. Bu askeri müdahale büyük bir fiyasko oldu. Kısacası İran üzerinde geliştirdiği hiçbir planı tutmadı. Tersine bölgedeki gelişmeler kendisinin aleyhine bir seyir izledi.

ABD emperyalizmi, henüz İran Devrimi'nin şaşkınlığını üstünden atmadan bu kez, Afganistan'daki Sovyet müdahalesi bölgede bozulan dengeleri daha da karmaşıklaştırdı. Afganistan olayları salt bölgeye değil, uluslararası dengelere ve çelişkilere yeni boyutlar getirdi, Ortadoğu'nun önemini daha da arttırdı. Dolayısıyla ABD, bölgede bozulan statükoyu yeniden güçlü bir tarzda kurmak için çok yönlü bir stratejik çaba içine girdi.

Öte yandan Filistin Devrimi'ni boğmak, Arap devletleri arasındaki çelişkileri daha da derinleştirmek, İsrail'in konumunu güçlendirmek için Mısır ile İsrail arasında Camp David anlaşması yapıldı. Ancak bu anlaşma, Mısır'ın Arap aleminden tecritini getirmekten başka bir sonuç doğurmadı.

Ortadoğu'daki gelişmeler, emperyalist sistem için kaygı verici boyutlardaydı. İran gibi güçlü bir bölgesel dayanağı kaybetmişlerdi. Bu yetmiyormuş gibi, Türkiye de büyük bunalımlar, çalkantılar içindeydi. Tam anlamıyla olgunlaşan bir devrimci durum vardı. Mevcut yönetim biçimi ve yöntemleriyle, bu gidişi tersine çevirmek mümkün değildi. ABD, bölgedeki devrimci gelişmelere müdahale edebilmek için güçlü, iç sorunlarını halletmiş, istikrar kazanmış, karşı-devrimci bir üs haline gelmiş bir Türkiye istiyordu. Bölge stratejisinde, böyle bir Türkiye rolünü oynayabilirdi. Ayrıca ABD bölgeye askeri olarak da müdahale etme düşüncesindeydi. Bunun için Çevik Kuvvet adında bir askeri gücü bölgede sürekli konumlandırmayı planlıyordu. Böyle bir askeri güç için en uygun ülke yine Türkiye idi. Ama 12 Eylül öncesi Türkiye böyle bir stratejiye cevap verecek durumda değildi.

Öte yandan, Sovyetlerle yaşanan derin çelişkiler ortamında NATO'nun Güneydoğu kanadı zaaflıydı. Yunanistan NATO'nun askeri kanadından çekilmiş, geri dönebilmesi ise Türkiye'nin onayına bağlıydı. Ama mevcut yönetim, Yunanistan ile yaşanan çelişkilerden dolayı buna kolay kolay onay vermiyordu. Büyük bir kriz içinde debelenen Türkiye, NATO stratejisinde de kendi üstüne düşen rolü oynayamıyordu.

Bütün bu gelişmeler karşısında ABD'nin, NATO'nun eli kolu bağlı oturmasını beklemek tam anlamıyla ham hayalcilik olurdu. Daha sonra ortaya çıkan belgeler ve yapılan açıklamalar da çok net bir biçimde kanıtladı ki, ABD ta başından beri 12 Eylül faşist darbesinin içindedir, bu hareketin etkin planlayıcılarındandır. Maraş Katliamı'nın tezgâhlanmasında da CIA'nın parmağı vardır. 12 Eylül generallerinin, ABD yönetim katında bir CIA ajanı olan “Paul Henze'nin çocukları” olarak nitelendirilmesi, 12 Eylül'le ABD arasındaki doğrudan ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Zaten 12 Eylül darbesini, ABD yönetimi Türkiye halkından saatlerden önce duymuştur. M. Ali Birand “12 Eylül 04.00” adlı kitabında bu durumu çok açık yazıyor. ABD ile 12 Eylül arasındaki ilişkiyi çok çarpıcı ortaya koyduğu için bu bölümü aktarmak istiyoruz.

“03.30-WASHINGTON (Yerel saatle 20.00)

Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası sorumlusu Paul Henze, evine yeni gelmişti. Beyaz Sarayın ‘Situation Room' diye adlandırdıkları bölümünü aradı. Dünyada ABD açısından çok önemli diye nitelendirilebilecek gelişmeler bu bölüme yollanırdı. Pentagon olsun, Dışişleri, CIA olsun, Başkan'ın duyması gereken önemdeki konuları buraya yöneltirlerdi. Situation Room'da alt düzeyden başlayarak ve onay alarak haberi, gerektiğinde Başkan'a kadar iletirdi.

- Paul, seninkiler nihayet yaptı, (... your boys have done it)

- Kim benimkiler, neden bahsediyorsun?

- Senin generaller Türkiye'de darbe yaptılar.

- O, öyle mi? Çok memnun oldum.

Henze, gerçekten de memnun olmuştu. Derin bir iç çekti. Sekiz aydır bekliyordu bu anı. Türkiye gibi, NATO'nun önemli bir halkası kopmaktan kurtulmuştu.

- Haber nereden geldi.

- Jusmatt' dan geliyor

- Biraz önce Türk Genelkurmayından Jusmatt'a resmi bilgi vermişler. Biz, Zbig'e (ABD Milli Güvenlik Konseyi Sorumlusu, Başkan Carter' in Güvenlik danışmanı Brezinski) haber verdik.

- Muskie'ye de vermişler mi?

- Evet, Dışişleri de Bakan'a bildirmiş. Acil durum grubunu da kurmuşlar.

- O zaman Başkan'a da haber verilebilir. Herhangi bir şey yapılmasına gerek yok. Bu müdahale bizim için iyidir. Bunu da söyleyin.

Başkan Carter, Kennedy Center'da Damdaki Kemancı müzikalini seyrediyordu. Locasının dışındaki telefonu sinyal verdi. Beyaz Saray Santrali, Dışişleri Bakanı Muskie'nin görüşmek istediğini söyledi. Başkan telefona geldi.

- Türk Ordusu'nun komuta heyeti Ankara'da yönetime el koydu. Herhangi bir kuşku ve kaygıya gerek yok. Müdahale etmesi gerekenler etti.” (M. Ali Birand'dan aktaran, Devrimci Yol Savunması, s. 410-411)

ABD ile 12 Eylül arasındaki organik ilişki bu kadar açık ve net. ABD yönetimi, darbeden Türkiye halkından saatler önce haberdar olmuştur. Daha derin ayrıntılara girmenin gerekli olduğunu sanmıyoruz. Konumuz açısından bu kadarı yeterlidir. Bir-iki ek daha yapılabilir.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, bütün emperyalist ülkeler, 12 Eylül faşizmini coşkuyla karşılamış ve kendisine çok yönlü siyasal, askeri, ekonomik ve moral destek sunmuşlardır.

12 Eylül faşizmi de emperyalizme karşı görevlerini eksiksiz yapmaya, bütün isteklerine yanıt vermeye çalışmıştır. Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşünü itirazsız onaylamış, böylece ABD ve NATO devletlerine rahat bir soluk aldırmıştır. 12 Eylül Cuntası, Türkiye'ye yeni ABD üsleri açtırmış, Sovyetlere ve Ortadoğu'ya müdahale edebilecek Çevik Kuvvet'in konumlandırmasını sağlamış, bu amaçla Kürdistan'da birçok hava üssünün inşaasına izin vermiştir. Ayrıca IMF ve Dünya Bankası'nın ekonomik reçetelerinin büyük bir talan ve soygun biçiminde, zorla uygulatıldığını da bir kez daha hatırlatalım. Bunlarla birlikte 12 Eylül'ün Türkiye ve Kürdistan'da geliştirdiği özden boşaltma ve yozlaştırma politikasının ABD yapımı olduğunu, sanat, kültür ve yaşam tarzı alanında geliştirilen politikaların halkın ve gençliğin kişiliğinde, düşünce ve davranışlarında çok derin tahribatlar yarattığını da vurgulamalıyız. Özellikle toplumun düşünce, duygu ve yaşam tarzı üzerinde geliştirilen politikalar, toplumun depolitizasyonunda, duyarsızlaşmasında, düzenin uysal bir eklentisi haline gelmesinde büyük bir rol oynadı. Bugün bile bu yozlaştırma ve “bireyselleştirme” politikalarının kapsamlı etkileri derinleşerek devam ediyor. Zaten 12 Eylül'ü bu kadar güçlendiren en önemli etkenlerden biri de budur.

Özetle emperyalizm, 12 Eylül'den önce hızla devrime kayan, çok ciddi bir devrim durumunu yaşayan Türkiye'yi, dünya çapında yürüttüğü soğuk savaşın, Ortadoğu stratejisinin etkin bir unsuru haline getirmek için karşı-devrimci 12 Eylül hareketinin örgütlenmesinde etkin bir rol oynadı, bu faşizmi her açıdan destekledi. 12 Eylül'den sonra ise, Türkiye'nin her açıdan bir karşı-devrim üssü haline gelebilmesi için her türlü desteği sundu, kendi yaşam tarzını en karikatür bir biçimde taşıdı. Kabul etmeliyiz ki bunda önemli ölçüde de başarılı oldu.

VI.

12 Mart faşizmi, Türkiye devrimci hareketinin önderlerinin hemen hemen tümünü katletti, devrimci örgütleri dağıttı. Geride sadece “kılıç artıkları” kaldı. Ancak büyük tırpanlama ve tasfiye hareketi, gençlikte ve halkta pasifikasyona yol açmadı. Tersine devrimci gençlik hareketinde, halkta devrimci heyecan ve coşku kabına sığmaz bir biçimde yükseldi; bu dalga gün geçtikçe gelişti, yayıldı. Elbette yorulanlar, dökülenler, sessizce köşesine çekilenler, pasifize olanlar oldu. Ancak bu, genel eğilim içinde küçük bir ayrıntı gibi kaldı, ilk planda çok fazla hissedilmedi. Devrimci önderler ve örgütler yok ediliyor ve dağıtılıyor, ama buna karşılık devrimci gençlik ve halkta devrimci duygular ve düşünceler yükseliyor, devrimcilik en prestijli dönemini yakalıyordu. Bu, ilk planda bir paradoksu anlatıyor. Ancak bunun çok temelli nedenleri var. Türkiye devrimci hareketi 12 Mart'ta güçlü bir çıkış yaptı. Faşizme karşı destansı bir direniş sergiledi. Bu direniş parmak ısırtacak cinstendir. Devlete ve faşizme karşı olduğu gibi, reformizme ve oportünizme karşı da güçlü bir çıkıştı. Bu çıkış tarihseldi, devrimci hareketin tarihi açısından bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu nedenle ideolojik, politik ve psikolojik etkileri daha derin ve sürekli olacaktı. Bu anılan çıkışın etkileri bugün bile sürüyor. Temelinde güçlü, radikal bir isyan ve direniş var.

Evet, ortada bir yenilgi var. Önderlerin hunharca katledilmesi söz konusu. Ancak direnilerek, her mevzisi kan ve can pahasına savunularak yaşanan bir yenilgidir. Dolayısıyla gençliğin ve halkın belleğine, bilincine ve ruhuna yenilginin değil, görkemli, soylu direnişlerin etkileri yerleşmiş ve hemen yeşermiştir. Yenilgiye, neredeyse toptan biçilmeye rağmen kitlelerde devrimci heyecan ve coşku artarak sürmüştür. 1970'li yıllarda gelişen Türkiye devrimci örgütleri, '71 Devrimci çıkışının mirasını yemiş ve yeni bir şeyler üretemeden siyaset sahnesinde boy göstermişlerdir.

Bu bir-iki hatırlatmayı, 12 Eylül'den sonra solun yaşadığı durumu daha iyi kavramak için yaptık. 12 Eylül şeflerinin anılarında da yazdıkları gibi, başta sol ve toplumsal muhalefetten belli ölçüde çekiniyorlar. Karşılarına belli bir direniş gücü olarak dikileceklerini hesaplıyor, önlemlerini buna göre alıyorlar. Ancak öyle olmadı. Bireysel ya da küçük çaplı bazı direnişlerin dışında, solun 12 Eylül faşizmine karşı ciddi bir direnişi olmadı. Zindan cephesini bunun dışında tutuyoruz. Ancak bu cephede gelişen direnişler, sonradan güçlü siyasal çıkışlara dönüştürülemediği için etkileri sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla solun, 12 Eylül karşısındaki duruşu, genel anlamda direnişsiz bir yenilgi niteliğindedir, hatta bunu bir bozgun biçiminde değerlendirmek bile mümkün. Gerçi kimi küçük gruplar kendilerinin çok direndiğini söylemekte, yazıp çizmektedirler. Doğru, içlerinde parça parça direnenler olmuştur, şehitler verilmiştir, polis sorgularında önemli direnişler sergilenmiştir. Bunları yadsımıyoruz. Evet, bunlar var, ancak, genel eğilimi, genel bozgun havasını değiştirecek nitelik ve düzeyde değildir. Bir kez daha vurguluyoruz: Cuntaya karşı dışarıda, poliste ve zindanlarda parça düzeyinde önemli direnişler sergilenmiş, bu uğurda onlarca şehit verilmiştir. Bunlar inkâr edilemez. Hatta bu direnişler ve onun yürütücüleri, şehitleri daha sonraki devrimci gelişmelerin dayanağıdır. Çapı ne kadar küçük olursa olsun, bunları değerlendirmek ve anlamını tamı tamına vermek gerekiyor. Yoksa daha güçlü çıkışlar yapmak mümkün değildir. Bu noktanın altını önemle ve özenle çiziyoruz. PKK, bu direnişleri ve şehitlerini her zaman sahiplenmiş ve kendisi için bir mücadele gerekçesi yapmıştır. Bu, olayın bir boyutu. Ancak bir de genel gelişmeler, 12 Eylül'ün buldozer ve silindir hareketi, özden boşaltma planları karşısında bu direnişler; gelecek açısından önemli olmakla birlikte, güncel bakımdan bir barikat işlevini görememişlerdir. Dolayısıyla yaşanan yenilgi, genel anlamda direnmesiz bir yenilgidir. Öyle olduğu içindir ki çözülüş ve pasifikasyonun, depolitizasyonun, genel sağa kayışın önü alınamamış, meydan tümden cuntaya ve on yılları etkileyecek ideolojik, siyasal ve kültürel politikalarına kalmıştır. 12 Eylül faşizmi, böyle dikensiz gül bahçesinde istediği gibi at oynatmıştır.

Türkiye solu, bağıra bağıra gelen 12 Eylül'e karşı hazırlıklı değildi. Düşünsel, ruhsal ve örgütsel olarak çok kapsamlı bir faşist dalgayı karşılamaya hazır değildi. Dahası, MHP terörü ve buna karşı iktidar ufkundan yoksun, iktidar mücadelesine bağlanmayan bir mücadele, silahlı solu güçten düşürmüş, yormuştu. Kendini toparlaması, politik, örgütsel ve ruhsal açıdan kendini yenilemesi, faşizme karşı kendini doğru konumlandırması, geniş bir ittifak politikasına yönelmesi gerekirdi. Bunların hiçbirini yapmadı. Solun içinde en büyük grubu oluşturan Dev-Yol; milyonları bulan kitle ilişkisine ve gücüne rağmen örgütsüzdü, iktidar perspektifinden yoksundu, şekilsiz bir yığın hareketinden öte bir şey ifade etmiyordu. Oysa bu kadar ilişki ve olanaklar doğru örgütlendirilse, iktidar perspektifi net bir öncü güce dönüştürülse, diğer anti-faşist güçlerle sağlıklı bir ittifak politikası izlense Türkiye'nin tarihi başka türlü yol alabilirdi. Ancak öyle olmadı. Başta Dev-Yol olmak üzere Türkiye Solu'nun önemli grupları, 12 Eylül karşısında ciddi bir varlık ve direniş göstermeden tasfiye olup gittiler. Dev-Yol zindanlarda, özellikle Mamak'ta teslimiyetçi bir çizgi izledi ve sonuçta pasifikasyonu ve depolitizasyonun yerleşmesinde hatırı sayılır bir rol oynadı.

Sol gruplar, askeri bir darbeye karşı nasıl bir tutum alacakları, neler yapacakları konusunda da net bir düşünce ve politikaya sahip değillerdi. Çoğu “gelecekleri varsa görecekleri de vardır” havasındaydı. Dolayısıyla darbeyi karşılarında bulduklarında şaşırdılar, ne yapacaklarını bilemez duruma düştüler. Bu noktada ne yapmalı sorusu, kendisini çok yakıcı bir tarzda dayattı. Önlerinde birkaç seçenek vardı. Birincisi, askeri faşist darbeye karşı aktif direnişi seçmek, var olan güçlerini buna göre konumlandırmaktı. İkincisi, Lenin'in tanımladığı ve pratikte uyguladığı “düzenli geri çekilme taktiğini” benimsemekti. Üçüncüsü, devrimci mücadeleyi bilinmez bir tarihe ertelemekti. Söz düzeyinde hiçbir grup bu üçüncü seçeneği telaffuz etmezdi, etmedi.

Bazı küçük gruplar, askeri darbeye karşı aktif direniş çizgisini benimsediklerini, mevzilerini terk etmediklerini, geri çekilme taktiğini doğru bulmadıklarını söylemekte ve bununla övünmektedir. Doğru, söz ve eylemleriyle bu tutumlarını pratiğe geçirmeye çalışan gruplar olmuştur. Ancak bu pratikleri, kendileri için örgütsel tasfiyeyi getirmekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Birkaç eylemden sonra, bir daha kolay kolay kendini toparlamayacak kadar ağır darbe yemişlerdir. Zaten güçleri zayıf, kitle ilişkileri çok sınırlı olan grupların bu tutumu, kendi prestijlerini bile kurtarmaya yetmemiştir.

Lenin'in tanımladığı biçimiyle geri çekilme taktiğini uygulayan gruplar olmuş mudur? Teorik olarak evet. Böyle bir taktiği uygulamak isteyen, bu doğrultuda karar alan gruplar var. Ancak pratikte bu kararlarını uygulayamadıklarını, geri çekilme sürecinde mültecileşme dalgasına kendilerini kaptırdıklarını biliyoruz. Özellikle Avrupa'yı kendine mesken tutan grup ve kişiler, süreç içinde etkisizleşmiş, mültecileşmiş, kimileri de bunun öncülüğüne soyunmuştur. Türkiye'de geliştirilen genel tasfiyeciliğe, bu cepheden güçlü ideolojik ve politik destek gelmiştir. Mültecileşmenin çok kapsamlı ve boyutlu nedenleri var. Bunu incelemek, konumuz değildir.

Özet olarak sol için şu denilebilir: Türkiye solu 12 Eylül'e karşı direnemediği gibi, büyük bir çoğunluk bozgun biçiminde bir kaçışı yaşadı. Kaçış, kötü bir mültecileşme ve tasfiyecilik biçiminde somutlaştı. Ve bu olgu, Türkiye sol hareketine sürekli hastalık taşıdı. Hastalık kapan bünye ise sürekli kan kaybetti, bir türlü kendini toparlayamadı. Daha sonra Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi, silahlı mücadele ile 12 Eylül'e karşı bir direniş cephesini açmasına rağmen sol kendini toparlayamadı. Bugün bile bu konuda önemli sancılar çekiyor, toplumsal muhalefet ciddi düzeyde bir önderlik krizini yaşıyor. Yani, henüz 12 Eylül vurgununu aşamadılar...

Aslında yapılacaklar belliydi. Cuntaya karşı tek başına ve cepheden aktif bir direniş, uzun soluklu olmazdı. Düzenli bir geri çekilme, güçlerin uygun bir yeniden düzenlenişi ve geliştirilecek birleşik bir direniş cephesiyle faşizme karşı etkili, uzun soluklu ve sonuç alıcı bir direniş hareketi örgütlenebilseydi, Türkiye tarihi başka türlü şekillenebilirdi. Ama bu yapılmadı. Yenilgi, bozgun, mültecileşme ve tasfiyecilik, solun 12 Eylül sonrası çizgisine damgasını vuran ana öğeler oldu. Tasfiyecilik salt örgütsel ve politik düzlemde olmadı. Bu var. Ancak en önemlisi, ideolojik, felsefik ve yaşam tarzında yaşanan tasfiyecilik ve özden boşalmadır. Bu bozgun düzeyindeki yenilginin, tasfiyeciliğin kurumlaşması, bütün bünyeyi egemenliği altına alması anlamına geliyor.

Aslında bozgun türündeki kaçış, yenilgi salt solla sınırlı değildir. Toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri için de aynı durum geçerlidir. 12 Eylül'den sonra sendikacılar, teslim olmak için uzun kuyruklar oluşturmuşlardır. Faşizme bu kadar kolaylığın sağlanması, elbette, genelde sol ve toplumsal muhalefet üzerinde derin izler bırakacaktır. İdeolojik ve psikolojik tasfiyeciliğin derinleşmesinde, bu olgu önemli bir rol oynayacaktır.

Özetle; Türkiye solu ve toplumsal muhalefeti, 12 Eylül'e karşı iyi bir sınav vermedi. Öyle olduğu içindir ki 12 Eylül'ün kamburunu, tasfiyeciliğini ve bunun derinlerdeki etkilerini bunca zamana rağmen atamıyor. Solun; güçlü bir çıkış yapabilmek için, öncelikle 12 Eylül sürecindeki pratiği ile doğru ve radikal bir hesaplaşmasını yapmak durumundadır. Yoksa atılan adımların kalıcı sonuçlar doğurması mümkün değildir.

VII.

Özet olarak 12 Eylül askeri darbesinin Türkiye ve Kürdistan tarihinde, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel yaşamı üzerinde derin etkileri, tahribatları oldu. Bu darbe, TC'nin emperyalizm ile neo-liberal politikalarla bütünleşme ve onunla uyum içinde yeniden yapılanma, Kemalizm'i restore etme, TC'yi devlet olarak yeniden yapılandırma, karşı-devrimi süreklileştirme hareketi oldu. Bugün de devletin hukuksal-siyasal yapısına damgasını vuran bu askeri darbe ve onun getirdiği kurumlardır.

Birçok ülkede askeri faşist cuntalarla dar anlamda da olsa belli bir hesaplaşma olmasına rağmen 12 Eylül ile en geri düzeyde bile hesaplaşılmadı. Bunun en temel nedenlerinden biri sol, demokrat ve sosyalist muhalefetin güçsüzlüğü iken, diğer bir temel nedeni de 12 Eylül'ün özünde Cumhuriyetin temel niteliklerini günün koşullarına göre yeniden kurmasıdır. Dolayısıyla 12 Eylül ile hesaplaşma hareketi, kaçınılmaz olarak sitemin ve düzenin kendisiyle, emperyalizmle hesaplaşma hareketi olarak gelişmek durumundaydı. Bu ise düzeni ve devleti cepheden hedefleyen tutarlı devrimci hareketten başkası olmayacaktı. Bir kez daha görüldü ve doğrulandı ki;

Türkiye'de demokrasi sorunu, 12 Eylül ve onun şefleriyle hesaplaşma sorunu, gerçekten bir devrim ve iktidar sorunudur!

12 Eylül ile hesaplaşma sorunu, hatta en sıradan demokratikleşme sorunu anılan perspektifle ele alındığında bir anlam kazanabilir; yoksa bütün iyi niyetli yaklaşımlar bir iyi niyet olarak kalmaya mahkûmdur!

12 Eylül ve onun bütün sonuçlarıyla hesaplaşmak mı?

Evet, bunun için devrimi ve iktidar perspektifini esas almak gerekir!

İşte, doğru, tutarlı ve samimi, sonuç alıcı duruş bundan başkası değildir!

ABD Hegemonyasi Anlasmasi

ABD’ne Ait Destek Hamulesinin İthal/İhraç ve Ülke İçi Nakil ve Tevziine Dair Tebliğ
Tarih: 15:51, 14/7/2007

Belge: Resmi Gazete

Abdullah Gül | Avrupa Birliği



Madde 1 -

Amerika Birleşik Devletleri Makamları tarafından Türkiye’ye ithal ve buradan ihraç olunacak askeri malzeme, teçhizat, ikmal maddeleri ve eşyalarının (bundan sonra “Destek Hamulesi” diye anılacaktır) giriş/çıkış ve ülke içi nakil işlemlerinin yürütülmesinde aşağıdaki usuller uygulanacaktır.

a) Deniz Limanları:
1) İstanbul
2) İzmir
3) İskenderun
4) Yumurtalık
5) Antalya
6) Aksaz/Karaağaç
7) Ağalar (sadece mühimmat için)
b) Hava Limanları:
1) Esenboğa (Ankara)
2) Atatürk (İstanbul)
3) Çiğli (İzmir)
4) İncirlik (Adana)
5) Antalya
6) Aksaz/Dalaman (Muğla)

Dışişleri Bakanlığından:

ABD’ne Ait Destek Hamulesinin İthal/İhraç ve Ülke İçi Nakil ve Tevziine Dair Tebliğ

Amaç

Madde 1 - Amerika Birleşik Devletleri Makamları tarafından Türkiye’ye ithal ve buradan ihraç olunacak askeri malzeme, teçhizat, ikmal maddeleri ve eşyalarının (bundan sonra “Destek Hamulesi” diye anılacaktır) giriş/çıkış ve ülke içi nakil işlemlerinin yürütülmesinde aşağıdaki usuller uygulanacaktır.

Kapsam

Madde 2 - ABD destek hamulesinin giriş ve çıkış işlemlerinde Türk mevzuatına ve 6375 sayılı Kanunla tasdik olunan 19 Haziran 1951 tarihli “Kuzey Atlantik Antlaşmasına Taraf Devletler Arasında Kuvvetlerin Statüsüne Dair Sözleşme”ye (NATO-SOFA) uyulacaktır.

Genel Hususlar

Madde 3 - ABD gemi ve uçakları ile Türkiye’ye getirilecek ve buradan götürülecek destek hamulesinin giriş ve çıkışı aşağıdaki deniz ve hava limanlarından yapılacaktır.

a) Deniz Limanları:

1) İstanbul

2) İzmir

3) İskenderun

4) Yumurtalık

5) Antalya

6) Aksaz/Karaağaç

7) Ağalar (sadece mühimmat için)

b) Hava Limanları:

1) Esenboğa (Ankara)

2) Atatürk (İstanbul)

3) Çiğli (İzmir)

4) İncirlik (Adana)

5) Antalya

6) Aksaz/Dalaman (Muğla)

c) Antalya ve Aksaz/Dalaman havaalanlarını, ABD Deniz Kuvvetlerine mensup gemilerin Antalya ve Aksaz /Karaağaç Limanlarını ziyaretleri ile irtibatlı olarak, sadece bu gemilerin destek uçaklarınca kullanılmasına izin verilebilir.

Madde 4 - İthal/İhraç ve ülke içi nakil ile tevzie ait usuller aşağıda açıklanmıştır.

a) Ön müsaadeyi gerektirenler:

1) Silah, mühimmat ve Ana teçhizat kalemlerinin ithali ve Türkiye dahilinde daimi olarak nakil ve tevzii ile hizmet araçları ve jeneratörlerin ithali.

2) Gizli mahiyetteki silah, mühimmat, teçhizat ve malzemenin ithal, ihraç ve bunların ülke içi nakil ve tevzii.

b) Ön bildirim gerektirenler:

1) Silah, mühimmat ve ana teçhizat kalemlerinin Türkiye’den ihracı, Genelkurmay Başkanlığına/Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü’ne (KRDAE),

2) Ana teçhizat kalemlerinin bakım ve onarım maksadıyla tesisler/istasyonlar arası nakli ise, Tesis Komutanına /İstasyon Müdürüne,

bilgi verilmek suretiyle gerçekleştirilecektir.

c) Manifesto ibrazını gerektirenler :

ABD Hükümetine ait teçhizat ile kuvvet, sivil unsur ve yakınlarının istimaline mahsus makul miktarda yiyecek maddeleri, ikmal maddeleri ve diğer eşyanın (ev eşyası ve şahsi oto dahil) ithal ve ihracı ile hizmet araçları ve jeneratörlerin ihracı. (Genelkurmay Başkanlığı/KRDAE ve ABD Savunma İşbirliği Ofisi Başkanlığı-ODC/ABD Savunma Bakanlığı Hava Kuvvetleri Teknik Uygulamalar Merkezi-AFTAC arasında yapılan yazılı mutabakat uyarınca, tesise, SAS mevkiine veya Belbaşı Sismik Araştırma İstasyonu’na -bundan sonra İstasyon diye anılacaktır- girişinden sonra Türk Komutana/İstasyon Müdürüne özet listesi verilmesi gereken malzeme ve teçhizat da bu kategoriye dahildir.)

Uygulama, Görev Yetki ve Sorumluluklar

Madde 5 - Her türlü malzeme ve teçhizatın ithal/ihraç ve ülke içi nakil ve tevzii aşağıda açıklandığı gibi yapılır.

a) Her türlü malzeme ve teçhizatın ithal/ihraç ve ülke içi nakil ve tevziinde, ÖN MÜSAADE ve ÖN BİLDİRİM için örneği ekte bulunan BEYANNAME kullanılır.

1) ODC/AFTAC tarafından 6 nüsha (İstasyon için 5 nüsha) olarak tanzim edilen beyannameler; bizzat ODC/AFTAC Başkanı veya yetkili kılındığı ve imza örneği daha önce bildirilen bir subay/görevli tarafından imzalanarak ithal/ihraç veya naklin yapılacağı tarihten en az 20 gün (İstasyon için 3 gün) önce Genelkurmay Başkanlığına/KRDAE’ye gönderilir. Ayrıca, alakalı olan her tesis veya ABD’nin Türkiye’deki Askeri Kuruluşu (bundan sonra “tesis/birlik” diye anılacaktır) için birer nüsha beyanname ilave edilir. (Tesis/birlikler arası nakillerde, beyanname nüsha sayısı 11’e kadar çıkabilir.)

2) Genelkurmay ilgili “J” Başkanlığı tarafından, bu beyannamelere ilişkin olarak, diğer ilgili “J” Başkanlıkları ile koordine edilerek, Genelkurmay Başkanlığının görüşü saptanır.

3) Genelkurmay Başkanlığınca/KRDAE’nce talep uygun görüldüğü takdirde beyannameler (ithali/ihracı veya ülke içi nakli uygundur) şeklinde onaylanarak:

(a) 1 nüsha isteği yapan ODC)/AFTAC’a,

(b) 2 nüsha ait olduğu gümrük kapısına,

(c) 1 nüsha hamulenin ait olduğu veya nakil edileceği Tesis/Birlik Türk Komutanlığına/İstasyon Müdürlüğüne,

(d) 1 nüsha Tesis/Birliğin bağlı olduğu Kuvvet Komutanlığına gönderilir,

(e) 1 nüsha Genelkurmay Başkanlığında/KRDAE’de kalır.

4) Genelkurmay Başkanlığı’nca/KRDAE’nce talep uygun görülmediği takdirde beyannameye (ithali/ihracı veya ülke içi nakli uygun değildir) şerhi düşülerek, beyanname ODC/AFTAC’a iade edilir.

5) Gümrük Kapısı ilgilileri, kendilerine gönderilen onaylanmış beyannameleri, gümrüğe gelmiş olan hamule ile karşılaştırıp kontrol etmek suretiyle gümrük işlemlerini yaparlar. Hamulenin gümrükten geçmesi halinde, beyannamelerden bir nüshasını, hamulenin gümrükten geçtiğini belirten mutat işaretleri koyarak, ABD’nin görevli personeline verirler. ABD’nin görevli personeli, hamulenin gümrükten geçmiş olduğunu, ellerindeki işaretli nüshayı ilgili Tesis/Birlik Türk Komutanlıklarına/İstasyon Müdürlüğüne ibraz etmek suretiyle girişlerde beyanda bulunurlar.

6) Beyannamelerde yazılı hamulenin gümrük kapısındaki teşhis ve kontrolünde gümrük makamları, müşkülatla karşılaştıklarında aşağıdaki Komutanlıklardan/İstasyon Müdürlüğünden birer uzman subayın/personelin yardımını talep edebilirler:

(a) Havaalanlarında:

(1) Esenboğa Meydanı için Hv. K. K.lığı/Belbaşı Nükleer Denemeleri İzleme Merkezi Müdürlüğü,

(2) İncirlik Meydanı için 10’uncu Tanker Üs K.lığı,

(3) Atatürk Meydanı için Hv. H. Ok. K.lığı/KRDAE,

(4) Çiğli Meydanı için 2 nci Ana Jet Üs ve Uçş. Ok. K.lığı,

(5) Antalya Meydanı için Antalya Meydan K.lığı,

(6) Aksaz/Dalaman Meydanı için Dalaman Meydan K.lığı,

Bu Komutanlıklar/KRDAE, önceden bu maksatla görevlendirme yapacaklardır.

(b) Limanlarda :

(1) İstanbul Limanı için Büyükdere, Haydarpaşa Ulş. Terminal Birlik K.lığı veya KRDAE,

(2) İzmir Limanı için Ulş. Terminal K.lığı (HİLAL),

(3) İskenderun Limanı için, Ulş. Terminal Birlik K.lığı,

(4) Yumurtalık Limanı için, İncirlik Tesis K.lığı,

(5) Antalya Limanı için, Antalya Deniz K.lığı,

(6) Aksaz/Karaağaç Limanı için, Aksaz Üs K.lığı.

b) Gizli mahiyette silah, mühimmat, teçhizat ve malzemenin ithal, ihraç ve ülke içi

nakil ve tevziinde de aynı usuller uygulanır.

1) Gizli mahiyette silah, mühimmat, teçhizat ve malzemenin ithal/ihraç, ülke içi nakil ve tevzii için ODC; silah ve mühimmat ile teçhizat ana kalemlerinin ithalinde olduğu gibi ekteki örneğe uygun 8 adet beyannameyi en az 20 gün önceden gizli gizlilik dereceli bir yazıyla Genelkurmay Başkanlığı’na gönderir. Gönderilen beyannamelerden 4 adedinde detaylı bilgi bulunmaz ve sadece “GİZLİ HAMULE” kaydı düşülür. (Bu beyannameler Gümrük Müsteşarlığının ilgili birimlerine bu şekilde gönderilir.)

2) Genelkurmay ilgili “J” Başkanlığınca, bahse konu beyannameler için gizli mahiyette teçhizat ve malzemenin özelliğine göre diğer ilgili “J” Başkanlıklarıyla koordine edilir ve bu suretle Genelkurmay Başkanlığının görüşü saptanır.

3) Gizlilik dereceli hamulenin ithal ve ihraç işlemlerinin (gümrük kontrolünden muaf olarak) süratle yapılabilmesi için Genelkurmay Başkanlığı, bu maddenin a) bendinin 6)’ncı alt bendinde kayıtlı Komutanlıklara ve hamulenin özelliğine göre ilgili Tesis/Birlik Türk Komutanlıklarına tahkik için gerekli emri vererek teçhizat veya malzemenin ithal veya ihracını sağlar.

c) “Ön Bildirim” gerektirenler:

Aynı usuller uygulanır ve aynı beyanname formu kullanılır.

1) Ön Bildirim Beyannamesi; “Ön Müsaade Beyannamesi”ne benzer şekilde hazırlanarak ODC/AFTAC tarafından 6 nüsha (İstasyon için halinde ihracın yapılacağı tarihten makul bir süre, tercihen 20 gün evvel Genelkurmay Başkanlığına/KRDAE’ne gönderilir. (Alakalı olan Tesis/Birlik Komutanlıkları/İstasyon Müdürlüğü için birer nüsha ilave edilir.)

2) Talep Genelkurmay “J” Başkanlığınca/KRDAE’nce işleme alınır ve bu malzemeye ihtiyaç olup olmadığı saptandıktan sonra ön bildirim beyannamelerinden;

(a) 2 nüsha isteği yapan ODC)/AFTAC’a,

(b) 1 nüsha ait olduğu gümrük kapısına,

(c) 1 nüsha hamulenin ait olduğu Tesis/Birlik Türk Komutanlığına/İstasyon Müdürlüğüne,

(d) 1 nüsha ilgili Kuvvet Komutanlığına gönderilerek ihraç sağlanır,

(e) 1 nüsha Genelkurmay Başkanlığı’nda/KRDAE’nde kalır.

d) Manifesto ibrazını gerektirenler:

ABD Kuvvetine ait teçhizat ile kuvvet, sivil unsur ve yakınlarının istimaline mahsus makul miktarda yiyecek maddeleri, ikmal maddeleri ve diğer eşyanın (ev eşyası ve şahsi oto dahil) ithal ve ihracı:

1) Bu hamulenin ithali giriş gümrük kapısında gümrük ilgililerince Türk Gümrük mevzuatına uygun olarak manifesto girişi ile ve gümrük kontrolü yapılarak gerçekleştirilir.

2) Bu kategori hamuleden (ev eşyası ve şahsi oto hariç) Tesis Komutanına/İstasyon Müdürüne, tesise girişten sonra özet bilgi vermek için liste halinde ibraz edilmesi gereken,

- Uçak yedek parçaları/bakım ikmal maddeleri,

- Petrol, yağ, hidrolik yakıt,

- Muhabere onarım parçaları/ikmal maddeleri,

- Taşıt onarım parçaları/ikmal maddeleri,

- Kantin malzemeleri,

- İstihkam inşaat malzemeleri/ikmal maddeleri,

- Büro mefruşatı,

- İdari malzemeler/ikmal maddeleri,

konusunda, Genelkurmay Başkanlığı/KRDAE ile ODC/AFTAC arasında sağlanan yazılı mutabakata göre uygulama ve işlem yapılır.

3) Türkiye’den ihraç edilecek benzer hamule ile hizmet araçları ve jeneratörlerin gümrük işlemleri de Gümrük Kapısında gümrük ilgililerince Türk Gümrük mevzuatına uygun olarak, manifesto çıkışı ile ve gümrük kontrolü yapılarak gerçekleştirilir.

Yürürlüğe Girme ve Yürürlükten Kaldırma

Madde 6 - İşbu Tebliğ yayımı tarihinde yürürlüğe girer. Tebliğin yürürlüğe girişiyle, Dışişleri Bakanlığının 10 Ağustos 1995 tarih ve 22370 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “ABD’ne Ait Destek Hamulesinin İthal/İhraç ve Ülke İçi Nakil ve Tevziine Dair Tebliğ” yürürlükten kaldırılır.



Ek

ÖRNEK



ABD Destek Hamulesinin (Manifestoya Tabi Malzeme Hariç)

İthal/İhraç ve Ülke İçi Nakil, Tevzi ve Mübadelesi İçin

Ön Müsaade/Ön Bildirim Beyannamesi



OPS No:
Tarih:
TDA/BRTR No:




1. Konusu
:

2. Türkiye’deki İlk ve Nihai Varış/Çıkış Yerleri
:

3. Programlanan Sevk Tarihi
:

4. Ulaştırma Vasıtaları
:

5. Cins ve Miktarı ile İlgili Ayrıntılı Bilgiler
: (Beyannamenin altına bakınız)

6. Genel Maksadı
:


Bu Beyannamede gösterilen malzemenin yukarıda belirtilen yerlerde ve maksatlarla

kullanılacağı taahhüt olunarak müsaade talep edildiği arzolunur.

ODC/AFTAC Namına

7. Genelkurmay Başkanlığı’nın/KRDAE’nin değerlendirmesi:

Bu Beyannamede belirtilen teçhizat ve malzemenin ithali/ihracı ve Ülke İçi Nakli Genelkurmay Başkanlığı/KRDAE tarafından uygun görülmüştür / görülmemiştir.

Genelkurmay Başkanı/KRDAE Namına

8. Gümrük Makamlarınca Yapılan İşlemler:

Beyannamede cins ve miktarı belirtilen teçhizat ve malzemenin …………………….. Gümrüğünün ……………… gün ve …………..sayılı Beyannamesi ile İthal/İhraç işlemi yapılmıştır.

Muayene Memuru
İdare Amiri




Not: İthali/İhracı veya Ülke İçi Nakli, Tevzii ve Mübadelesi İstenilen Silah/Mühimmat, her ana teçhizat kalemi, gizli mahiyetteki malzeme hizmet araçları ve jeneratörler için aşağıdaki bilgiler verilecektir.

1. Silah, Mühimmat veya Malzeme ve Teçhizatın Adı ve Cinsi:

2. İthali/İhracı veya Nakli, Tevzii ve Mübadelesi İstenen Kalemlerin Parça Adedi ve Ağırlığı:

3. Silah/Mühimmat veya Malzeme ve Teçhizatla İlgili Bilgiler:

a) Kadrosu :

b) Mevcudu :

c) Mevcut ve silah ve mühimmatla kapasite artışı yapacaktır / yapmayacaktır.

d) İthal/İhraç veya ülke içi nakil, tevzii ve mübadelesi istenen miktar:

e) Org. Code Numarası :

f) DODIC/Noun :

g) Lüzumlu ilave bilgiler

incirlik ve ABD -TC oyunlari

ABD İncirlikte Yüzeysel de Olsa Kurala Karşı

Doç. Dr. Gerger ABDnin İncirlik üssüne ilişkin taleplerini küreselleşmenin askeri boyutu olarak nitelendiriyor. Gerger Türk otoritelerinin izni meselesini de iki egemen devletin ilişkisi biçiminde almamak gerekir diyor.

BİA Haber Merkezi - Ankara

12 Ocak 2005, Çarşamba

Yıldız SAMER

"Anlaşılan İncirlik'in görüntüyü kurtarmak için dahi olsa bir 'Türk' üssü olması ve kağıt üzerinde sıralanmış 'kurallar' bile Amerika'ya yük olmaya başladı."

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Merkez Komutanı Orgeneral John Abizaid'in İncirlik üssünün kullanımıyla ilgili dün (Salı) Ankara görüşmelerinde dile getirdiği taleplere ilişkin Doç. Dr. Haluk Gerger'in yorumu böyle.

Abizaid'in talepleri arasında, İncirlik'in ABD ve Türkiye arasında 1980'de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) kapsamında kullanımının ötesinde; daha operasyonel amaçlı, uluslararası terörizm bağlantılı kullanılması, uçak sayısının arttırılması, en önemlisi TBMM'nin kullanıma onay vermesi koşulunun kaldırılması bulunuyor.

"Esnek 'kurallar' dahi yük oldu"

Taleplere ilişkin değerlendirmesinde Gerger bianet'e, "ABD artık 'Türk otoritelerinin izni' meselesinin, bu esnek haliyle bile bir engel oluşturduğunu düşünüyor" diyor ve ekliyor:

* 'Türk otoritelerinin izni' meselesini iki egemen devletin ilişkisi biçiminde almamak gerekir. Yani İncirlik bir Türk üssüdür; ama bu ancak görüntüyü kurtaran bir durumdur. Ancak öyle anlaşılıyor ki, Amerika son derece pervasızca bunu bile yük görüyor.

* Türkiye'de 60'ların ikinci yarısında ve 70'lerde büyük bir anti-amerikancı hareket gelişti. Bunun üzerine Süleyman Demirel 1980'de SEİA anlaşmasını imzaladı. Anlaşmayı imzalamanın en önemli nedeni Türkiye'deki anti-amerikan muhalefeti pasifize etmekti.

* ABD üslerinin esas işleyişini düzenleyen SEİA'dır ve İncirlik'in ABD'ye tahsisini de düzenler. Anlaşmayla hiç olmazsa görüntüde olsun bir Türk devletinin kontrolü mekanizması getirildi. Anlaşılan, o bile ABD'ye fazla geliyor ve ABD tam bir özgürlük istiyor.

Kağıt üzerinde kurallar

Doç. Dr. Gerger, zaman içinde ABD üslerinin kullanılmasının giderek belirli kurallara bağlandığını, örneğin üssün kullanımının NATO amaçlı olabileceğini, ancak bu kuralların da engel teşkil etmediğini söylüyor:

* Bu kurallar ABD'nin İncirlik'i kendi ulusal emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmasına engel değildi. Üssün NATO amaçlı olması gibi kurallar da her zaman kitabına uydurulan şeylerdi. Ama, yine de kağıt üzerinde 'kurallar' diyebiliriz. Anlaşılan bunlar da ABD'ye fazla geliyor.

* Anayasaya göre, uluslararası anlaşmalar tabii ki meclis tarafından onaylanır. Ancak Türkiye'de hükümetler her zaman "uygulama anlaşmaları" diye bir kaçamak yasa yaparak meclisten geçirmeden anlaşmanın uygulanmasına ilişkin kaçamak yol buldular.

İncirlikte nükleer silah

Doç. Dr. Gerger, "Türkiye esas olarak üssün dış güvenliği ile ilgili. İçeride egemen olan ABD silahlı kuvvetleri" diyor ve İncirlik'teki nükleer silahlara ilişkin şu bilgiyi veriyor:

"Eskiden üslere nükleer silahlar ve füzeler yerleştirildi; sonra geri çekildi. Ancak üsler nükleer bombaların stoklandığı yerlerdi. İncirlikte de nükleer bomba stoklandığı her zaman söylenir. Nükleer silahları kullanma yetkisi de tabii ki ABD başkanındadır."

Küreselleşmenin askeri boyutu

Doç. Dr. Haluk Gerger'in ABD'nin talebine ilişkin bir diğer yorumu şöyle:

* Amerika'nın şimdi getirdiği talepler son Amerikan unilateralizmi dediğimiz tek yönlülük politikasının bir parçası. Yani Amerika 'biz istediğimizi, kafamızın estiği an yaparız' diyor.

* Bu tavır küreselleşmeye çok uyuyor. Küreselleşme, sermayenin herhangi bir kontrolü olmadan uluslararası dolaşımı demekse, küreselleşmenin askeri boyutu da hiçbir ulusal kısıtlama olmaksızın 'sermayenin askerlerinin' kontrolsüz dolaşımı oluyor.

Hükümetin tutumu

Hükümetin talepler karşısında takınacağı tutum konusunda Doç. Dr. Gerger, üç olasılık üzerinde duruyor:

* Birincisi ABD isteklerini ve hükümetin kabul ettiğini ilan ederler; bürokrasi bunu imzalar ve bu bir "uygulama anlaşması"dır derler. Veya başka bir hukuki kaçamak bulabilirler.

* İkinci olasılık, ki bu zayıf bir ihtimal; konunun meclise getirilmesidir. Ancak bu toplumsal muhalefeti kaşımak olur ve bunu yapmak istemezler.

* Üçüncü olasılık gizli biçimde ABD talepleri kabul edilir ve ABD üsleri kullanır. AKP'nin Özal'dan miras iş bitirici zihniyetine uygun şekilde, konuyu bir kontrata bağlamadan el sıkışıp izin verirler. (YS/BB)

Türkiye´deki ABD Üsleri

"üs yok, tesis var"dan Onlarca üsse...


niyet sorunlari mevcut oldugundan bu eski radar üsleri halen kullanilmakta ve kullanilmayada devam edilecektir.
Tüm kaynaklar Türkiye'de İncirlik hariç tüm ABD üslerinin TSK'ya devredildiklerini söyleselerde bu radar üslerinin halen ABD komutasinda ve ABD teknik elemanlarinin kontrollarinda olmalarinin nedenlerini kimse yanitlayamiyor.
Acikca ortadadir ki, burada ABD ile T.C.Devleti arasinda isbirligi vardir ve Türk Kamu oyu kandirilmaktadir.

Mutabakat Zaptı’yla yeni üsler

AKP hükümeti, ABD'nin Güneydoğu'ya 40 bin asker yığması ve dokuz üs kurması için 8 Şubat 2003 tarihinde askeri bir mutabakat (işgal anlaşması) imzaladı.
Resmi adı:

"TC ve ABD arasında mevki hazırlık faaliyetleri amacıyla Türkiye'de konuşlanacak ABD personelinin statüsü ile buna ilişkin temel siyasetin ilkeleri, usullerin belirlenmesi ve uygulanmasına dair mutabakat zaptı"

olan işgal belgesi ile ABD; Mardin, G.Antep, Diyarbakır-Dicle, Şırnak-Oyalı, Nusaybin, Ş.Urfa, Birecik ve Viranşehir'de üs kurmaya başladı. Bunların yerleri ise "ABD kara yerinde hazırlık timleri" tarafından belirlenecek ve bu timlerin başında Yarbay Warren ile Binbaşı Simerly görev yapacak.
TSK generalleri bir bakıma bir yarbay ve binbaşının emri altında onlara uygun yerleri gösterecek! Sevkiyat işlemleri Ankara'daki Savunma İşbirliği Bürosu ODC (Office of Defence Cooperation) tarafından yönlendiriliyor.
Ankara'da koordinasyon merkezi kurulmuş durumda. A
BD üssü İncirlik ve eskiden ABD üssü olup bugün de fiilen ABD üssü olarak hizmet gören Diyarbakır ve Batman üsleri askeri, Afyon ve Sabiha Gökçen havaalanları ise lojistik sevkiyat için kullanılacak.

Geçmişten bugüne NATO ve ABD üslerinin yerlerini ve son durumlarını kısaca aktarmanın yararlı olacağını burada düşünüyorum, özellikle ülkemiz topraklarının işgal edilmeye çalışıldığı ve komşu halklara dönük katliamda kullanılmaya çalışıldığı bu günlerde.
Bugün yeni üsler kurulan çoğu yerin geçmişte de ABD üssü olarak hizmet verdiği ise işin bir başka boyutu.

NATO üsleri

Şu anda Avrupa Müttefik Komutanlığı (ACE) altındaki,
Güney Avrupa Müttefik Kuvvetleri'ne bağlı (AFSOUTH), dört Müşterek Alt Bölge Komutanlığı (MABK) bulunmakta ve bunlardan biri de Güneydoğu MAB Komutanlığıdır (İzmir, Türkiye). Komutanı 97 yılına kadar ABD'li, Yunan veya Türk olabilen Güneydoğu MABK Komutanı Yüksek Askeri Şura tarafından atanmaktadır.
Çekiç Güç'e destek vermek amacıyla, 2 Ocak 1991 tarihinde NATO Savunma Planlama Komitesi, Türkiye'nin Güneydoğusuna Müttefik Mobil Gücü'nün hava bileşenini konuşlandırmaya karar vermiştir. Bu birlik Belçika, Alman ve İtalyan hava kuvvetlerine bağlı uçaklardan oluşmaktadır ve ilk kez eğitimden farklı bir nedenle konuşlandırılmıştır. Bu güç Diyarbakır (muhtelemelen Pirinçlik) ve Erhaç'ta konuşlandırılmış alan 42 uçak ve 300 personelden oluşmaktadır. Almanya I-HAWK ve Roland füze sistemleri yerleştirmiştir. Bu sistemler Hollanda'dan getirilmiştir.
Halen Şile'de NATO için bir atış alanı mevcut olup, atış alanı 300 bin dolarlık bir yatırım ile Stinger Füzeleri için uluslararası standartlarda bir atış alanı haline getirilmiştir. Bu atış alanı NATO üyesi ülkeler tarafından dört yılda bir 1 milyon 200 bin dolar ödemek suretiyle kullanılabilmektedir.
Konya 3. Ana Jet Üs Komutanlığı, NATO havadan erken ihbar ve komuta kontrol uçaklarının (AWACS) bölgedeki ana üssü konumundadır. Burada uçuşlar 25 Ekim 1983 tarihinde başlamıştır. Burası o tarihlerde 16. NATO Çevre Hava Savunma Grubu radar istasyonuyla bağlantılı olarak çalışıyordu.
Bu radarlar Lüleburgaz, Çanakkale, İzmir-Bornova, İzmit, Kütahya, Eskişehir, Bartın, Ankara-Ahlatlıbel, Amasya-Merzifon, Sivas-Şarkışla, İskenderun, Ordu-Perşembe, Rize-Pazar, Erzurum, Diyarbakır ve Mardin'de bulunuyordu.
Söz konusu radarların söküldüğüne ilişkin herhangi bir bilgi bulunmamaktadır!
Eskişehir'de ise NATO'ya bağlı Birleştirilmiş Hava Harekat Merkezi (CAOC6) bulunuyor. NATO üyelerinin ittifaka tahsisli birlikleriyle sürekli iletişim halinde olan Eskişehir harekat merkezi, nükleer, kimyasal ve biyolojik saldırı olasılığına karşı koruma önlemleriyle donanmış durumda olup 1 Eylül 1999 yılında faaliyete başlamıştır. NATO'nun en güneyindeki hava harekat merkezidir. Yerin altında 90 metre çapında, 15 metre yüksekliğinde bir yarım küre içine inşa edilen üç kattan oluşan tesis olağanüstü güvenlik önlemleriyle korunmaktadır.
Bunların dışında Aksaz-Karaağaç deniz üssü Türkiye'deki en büyük deniz üssü olup, NATO kapsamına alınmıştır.

ABD ÜSLERİ

İlk vurgulamamız gereken nokta, resmi olarak tek ABD Üssü'nün İncirlik olduğu. Ancak tüm askeri havaalanlarında ve TSK'ya devredildiği söylenen eski üslerde ABD askeri eskiden beri bulunuyor. Bunların Irak'a dönük savaşta da aktif olarak kullanıldığını da bir vakiadir. Burada geçmişten bugüne değin sözedeceğimiz ABD üsleri, doğrudan ABD Avrupa Silahlı Kuvvetleri kapsamında değerlendirilmektedir, uzakta değil Türkiye Cumhuriyeti topraklarında!

İlk önce İncirlik Üssü'nden söz etmek gerekiyor. İncirlik ABD Hava Kuvvetleri (USAF) 16. Hava Kuvvetlerine bağlı bir üs. İncirlik'teki 39. Saldırı Kanadı, İtalya'daki 31. Saldırı kanadı ile birlikte ana harekat üslerinden biridir. USAF 16. Hava Kuvvetleri ayrıca 3 adet de seferi (gezici) kanatlara sahiptir. İncirlik'te 39. Hava ve Uzay Gezici Kanadı bulunmaktadır. İncirlik'te bulunan 39. Kanat'ın alt birimi İzmir'deki 425. Hava Üssü uçak filosu, bir diğer alt birimi ise Pirinçlik/Diyarbakır'da bulunan 722. Hava Üssü uçak filosuydu. Ancak Pentagon 6 Şubat 1997 tarihinde buradaki faaliyetlerine son verme kararı alarak, Eylül ayı itibariyle Türk Hava Kuvvetleri'ne devredileceğini bildirmişti. 16. Hava Kuvvetlerine bağlı olarak 1988 yılında Ankara'da Savaş Destek merkezi ve Görev Destek Merkezi kurulmuştur. Bunun amacı savaş durumlarında komutanlığın görevleri ile NATO yetkilileri arasında eşgüdüm ve planlama sağlamaktır.

İncirlik ile ilgili 95 yılı verileri:
Asker sayısı 2091
Sivil sayısı 160
Toplam Personel 2251
Yayılı bulunduğu alan 3328 acres (13.4784 km2)
Esas aktivite 39 Hava Kanadı
ABD Hava Kuvvetleri (USAF) 16. Hava Kuvvetlerine bağlı olarak faaliyet gösteren ve Ankara-Balgat'ta bulunan ABD Lojistik Grup (TUSLOG) tüm ABD askeri varlığına lojistik destek sağlamaktadır. Bugüne değin çalışma yaptığı üsler, ABD üslerinin de tarihçesini verecektir.
1948 yılından beri; Ankara, Balıkesir, Diyarbakır, Bandırma, Eskişehir, Merzifon, Batman, İncirlik, Çiğli'de faaliyet gösteriyorlar.
Hava üslerinin inşası ve modernizasyonunu yönlendirmek, buradaki personelin ve ABD uçaklarını kullanacak olan Türk pilotların eğitimine destek veriyor. Ankara'daki karargaha bağlı olarak faaliyet yürüten alt birimler ise şunlar:
39. Taktik Grup/İncirlik
7217. Hava Üssü Grubu/Ankara
7241. Hava Üssü Grubu/İzmir
7022. Hava Üssü Bölüğü/Pirinçlik
Aşağıdaki üç MDB 1972 yılından beri aşağıdaki isimleriyle ve düzenleriyle hizmet veriyor.
7391. Mühimmat Destek Bölüğü/Balıkesir
7392. Mühimmat Destek Bölüğü/Eskişehir
7393. Mühimmat Destek Bölüğü/Mürted
7394. Mühimmat Destek Bölüğü/Erhaç
7005. Patlayıcı Ordonat birimi/İncirlik.
(Buradaki görevlilerin nükleer silah depolanma prosedürleri, tamir ekipmanları, özel saklama biçimleri ve bakım faaliyetleri konusunda sertifikaları olmaları gerekiyor. İncirlik'te nükleer başlıklar olup olmadığı konusunu tartışmaya bile gerek yok herhalde.)


Türkiye'de NATO'ya ait nükleer silahlar

NATO'nun nükleer silaha sahip olmayan ülkeleri arasında yer aldığı iddia edilen Belçika, Almanya, Yunanistan, İtalya, Hollanda ve Türkiye'nin savaş zamanında nükleer silahların kullanılması durumunda ABD'ye katılacak tamamen eğitilmiş birer birimleri her zaman hazır bulunuyor.
Türkiye'de nükleer silah depoları şuralarda bulunuyor:
Balıkesir 9. Hava Jet Üssü. Burası iddialara göre TSK'ya bağlı. Şu anda nükleer silah olmadığı, ancak savaş durumunda konuşlandırılacağı söyleniyor. Burada 6 adet kubbe (İngilizcesi vault, nükleer füzelerin rampası da denilebilir) bulunuyor. Burada F-16'lar bulunuyor ve gerektiğinde nükleer füzeler takılabiliyor. Buradan yukarıda sözü edilen 39. Lojistik Grup sorumlu. Bunların haricinde ABD'li personel bulunmuyor.
İncirlik Hava Üssü. Burası USAF'a bağlı. 25 adet kubbe bulunuyor. Her zaman atılmaya hazır durumda nükleer başlıklı füzeler mevcut.
Mürted/Akıncı Hava Üssü. Balıkesir için söylenenlerin aynısı burası için de geçerli. Burada da 6 adet kubbe bulunuyor.
USAF'ın Şubat 98'deki açıklamasında bu üç üsteki kubbelerin daha kullanıma açılmadığı, inşaatlarının Nisan 98'de tamamlanacağı söyleniyordu. Şu anda bu tesislerin hazır olduğu tahmin ediliyor.
NATO'ya bağlı Avrupa'da 214 "kubbe" bulunuyor. Bunların 37'si Türkiye topraklarında.
Yukarıda anılan 6 ülke, savaş zamanında nükleer silah kullanan ülkeler olabileceklerine dair tek tek ABD ile "nükleer paylaşım" anlaşması imzalamış durumdalar. Yine teker teker bu 6 ülke ile ABD arasında nükleer işbirliği anlaşması bulunuyor. Bu nükleer işbirliği anlaşmaları İşbirliği Programları olarak biliniyor. Bu İşbirliği Programına göre:
a. Savunma planlarının hazırlanması
b. Atomik silahlara ve atomik enerjinin her türden askeri kullanımına karşı savunma ve bu durumlarda çalıştırılma için personelin eğitimi
c. Atomik silahları ve her türden atomik enerjiyi askeri olarak kullanabilecek potansiyel düşmanların kapasitelerinin değerlendirilmesi
d. Atomik silahlarla uyumlu teslimat sistemlerinin geliştirilmesi üzerine iki ülke çalışıyorlar.
Tüm NATO üyeleri 1964 yılında "Atomik enformasyona ilişkin işbirliği için Kuzey Atlantik Asamblesi tarafları arasında anlaşma"yı imzalıyorlar.

İKİLİ ANLAŞMALAR GİZLİ OLARAK ABD İLE NÜKLEER SİLAHLARA EV SAHİPLİĞİ YAPACAK ÜLKELER ARASINDA İMZALANIYOR.
ULUSAL PARLAMENTOLAR VE HÜKÜMETLER BU ANLAŞMALARA KESİNLİKLE ULAŞAMIYOR.

Ev sahibi ülke taşıma sistemlerini, ulaştırma ve depolama sırasında dış güvenliği, üsler için arazileri ve ABD personeli için alt yapıyı sağlamakla yükümlü. ABD müttefik üslerdeki silahların bakım, himaye ve güvenliği için personel sağlıyor.
1995'in ortalarında Türkiye'de 75 adet ABD'ye ait nükleer bomba olduğu söylenmekteydi. Bu sayı diğer ülkeler için ise şöyle idi;
Almanya 275,
İngiltere 90,
İtalya 40,
Belçika,
Yunanistan ve
Hollanda 10'ar.

21 Kasım, 2007

Nutuk neden makaslandi ?

Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi konuşması Nutuk’ta neden makaslandı?


* Mustafa Armağan



m.armagan@zaman.com.tr


--------------------------------------------------------------------------------


Tarihimiz, özellikle yakın tarihimiz tam bir yalanlar mecmuası. Bu çok açık. İçine girdikçe bu açıklığın müstehcenlik düzeyine varmasından inanın haya ediyorum ama şu garip kalemim meseleye eğip bükerek bakmama mani. Hangi konuya eğilseniz lime lime olup elinize kalıyor belgeler.



Jean-Paul Roux haklı galiba: “Tarihte bu kadar çok şaşırmamız, onu yeterince incelemeyişimizdendir.”



İnceleyelim öyleyse.



Son zamanlarda şu Erzurum Kongresi’ne taktım. Beni uyandıran da, ne yalan söyleyeyim, herhalde Kemalistliğinden kuşku duyulamayacak bir isim, Şerafettin Turan oldu. Çok ciltli Türk Devrim Tarihi’nin ilkinde Erzurum Kongresi kararları diye ortaya atılan maddelere şaşırıyor ve şunları sıralıyordu Turan:



“Örneğin, M. Kemal’in ‘kongre kararları’ olarak sıraladığı ve okul kitaplarından başlayarak kongre ile ilgili hemen tüm yayınlarda yer alan ‘Ulusal sınırlar içinde bulunan yurt parçaları bir bütündür, biribirinden ayrılamaz’ ilkesi ne tüzükte, ne de bildiride bu biçimiyle düzenlenmiştir… Söylev’de [Nutuk’ta] ‘Manda ve himaye kabul olunamaz’ biçiminde aktarılan kesin hüküm de kongre kararları ve bildirisi içinde yer almaz.” (Türk Devrim Tarihi, 1. Kitap, Ankara, 1991, Bilgi Yayınevi, s. 214-215.)



Bunları okuyunca ‘Nasıl yani? Kongre kararları diye ezberlediklerimiz Nutuk’ta değiştirilerek aktarılmışsa biz neye inanacağız veya inanıyoruz?’ diye hayretle sormuştum kendi kendime. Ardından da Fahrettin Kırzıoğlu’nun Bütünüyle Erzurum Kongresi (Ankara, 1993) adlı, kongre tutanaklarını orijinallerine varıncaya kadar yayınladığı kitabını incelediğimde büsbütün şaşırmıştım. Bu kadar kesin olarak bildiğimiz kararlar böylesine değiştirilerek aktarılmışsa başka nerelere uzanmıştır o muhteşem altın makaslar? diye düşünerek soru matkabımı çalıştırmıştım.



Şimdi size Mustafa Kemal Paşa’nın 23 Temmuz 1919 günü Erzurum Kongresi’nin açış konuşmasında söylediklerinden Nutuk’a almadığı bazı parçaları sunacağım. Böylece şu günlerde bir öğrenci ödevi yüzünden yeniden hortlayan bitmez tükenmez Vahdettin tartışmalarına bir parça ışık düşüreceğimi ve yıllardır gözlerden saklanan gerçeklerle yüzleşmemize yardımcı olacağımı umuyorum.



Evet işte o konuşmada İstanbul hükümeti ve Vahdettin’le ilgili atlanan kısımlar. Dikkatle ve cümle cümle okuyoruz:



“Anadolu’da, Pâyitahttaki münevverânın ve din ve devlete mesbukü’l-hidme zevat-ı âliyenin, gaye-i mukaddesemiz uğrunda evvel ve ahir masruf olan mesaisi pek kıymettardır.”



Burada Anadolu’da, İstanbul’daki aydınların ve din ve devlete hizmeti geçmiş yüksek kişilerin kutsal gayemiz uğruna sarf ettikleri eski ve yeni çalışmalar çok değerlidir, denilerek İstanbul’da, Erzurum’da da paylaşılan aynı “kutsal gaye” için çalışanlar bulunduğu ve bu çalışmalarının değerli olduğu vurgulanıyor. Yani Anadolu hiç de kendi haline bırakılmış değildi 1919 Temmuz’unda.



Biz devam edelim:



Okuduğunuz cümle, daha sonra, muhtemelen Nutuk metni hazırlanırken gözden geçiriliyor ve şu kılığa büründürülüyor:



“Pâyitahttaki münevverânın ve din ü devlete hizmetleri mesbûk zevat-ı aliyenin mesai-i masrufeleri, kıymetdar olmakla beraber, [ancak] te’sir ve murâkabe altında mahsur bir muhit; kendilerini daima tehdit ve akametle müteessir etmektedir.”



Bu cümlede, yukarıda sözü geçen İstanbul’daki kişilerin değerlerini vurguladıktan sonra bir ‘ancak’ edatı konularak onların etki ve denetim altında bir çevrede tehdit ve işlerini sonuca bağlayamayacak şartlarda çalıştıkları vurgulanıyor. Yani bir şeyler yapmak istiyorlar ama elleri kolları bağlı denilmek isteniyor İstanbul’dakiler için.



Aşağıdaki cümle daha açıklayıcı:



“Herhalde mukadderata hakim ve hukukuna sahip bir idare-i milliyenin müdahaleden masun ve müstakil bir surette zuhurunu, ancak Anadolu’dan bekliyorlar.”



Yani geleceğine hakim ve hukukuna sahip bir millî yönetimin işgal İstanbul’undaki gibi müdahaleden uzak ve bağımsız bir şekilde ortaya çıkışını ancak Anadolu’dan bekliyorlar.



Kimdir bekleyenler? İstanbul’dakiler elbette… Yani hükümet, devlet adamları ve elbette biraz sonra göreceğimiz gibi şu ‘hain’ Vahdettin!



Erzurum Kongresi açılışında Mustafa Kemal Paşa kürsüde konuşmaya devam ediyor:



“Buna istinadendir ki, bir Şura-yı Milli’nin vücudunu, ve ancak, kuvvetini irade-i milliyeden alacak mesul bir hükümetin mevcudiyetini talep etmek, artık ve bilhassa son zamanlarda payitahtın heman tekmil tabakat-i mütefekkirini için bir fikr-i sabit halini almıştır.”



Anlamı şu: Anadolu’dan bağımsız bir millî yönetim arzusu doğrultusunda bir şura-yı millî, yani meclisin varlığını ve kuvvetini ancak milli iradeden alacak sorumlu bir hükümetin mevcudiyetini istemek artık ve özellikle son zamanlarda İstanbul’un hemen bütün düşünen insanları için bir saplantı halini almıştır.



Yani? İstanbul’dakiler bir milli şura, yani meclisin ancak Anadolu’da kurulabileceğine inanıyor ve bunu sizden bekliyorlar. O kadar ki, bu beklenti bütün düşünen insanlar için bir saplantı düzeyine varmıştır. Evet, düpedüz saplantı (fikr-i sabit)…



Devam.



“Anadolu’daki Ordu Müfettişliği memuriyetime, bilhassa İngilizler tarafından hazm u tahammül olunamayacağı ve dahilden de bir çok ifsadat ve tezviratın karışacağı, daha o zaman kestirilerek alenen gerek Sadrazam (Damat Ferid) Paşa’ya ve gerekse rical-i marufe-i devlete söylemiş ve bilhassa Zat-ı Akdes-i Padişahiye (Vahdettin’e) de bilmünasebe maruzatta bulunmuş idim.”



Geldik meselenin bam teline. Nutuk’a alınırken atlanan bu cümle, Mustafa Kemal’in, Anadolu’ya gönderilişinden İngilizlerin memnun olmayacaklarının ve bu görevi yüzünden içeriden de fesatlar ve dedikoduların çıkabileceğinin daha İstanbul’dayken farkında olduğunu ve bu konuda gerek Damat Ferid’le, gerekse tanınmış devlet adamları ve Vahdettin’le görüştüğünü anlatıyor.



Mustafa Kemal’in bundan sonraki cümlesi tutanaklarda yarım kalmış ve metin tam 4 sayfa birdenbire atlanmış! Bu atlanmış veya atılmış sayfalarda neler yazılı olduğunu bilmemekle beraber bir sonraki sayfada rastladığımız ifadelerden anlıyoruz ki, İngilizlere karşı padişahla yaptıkları özel görüşmelere dair açıklamalar yer alıyordu buralarda. Nitekim eksik sayfalardan sonraki ilk cümle bunu açıkça gösteriyor. Neler göstermiyor ki? Beraber okuyalım:



“Bu bâbdaki esrâr ve muhâberâtın ve zât-ı akdes-i padişahî ile geçen ma’ruzât ve müdavelâtın şimdilik neşri muvâfık olmayıp inşaallahu teala mübarek vatan ve milletin bilfiil mazhar-ı necât olduğunu idrak edince kitap halinde intişârı ve o zaman bugünkü kongre heyet-i muhteremesini teşkil buyuran zevât-ı kıymetdâra da bir hâtıra-i millî olarak takdimi mutasavverdir.”



Bugünkü kelimelerle ifade edersek, sözü edilen konudaki sırlar ve haberleşmelerin, özellikle de Sultan Vahdettin’le aramızda geçen yazışmalar ve görüş alış-verişlerinin yayınlanması şimdilik uygun olmayıp kurtuluştan sonra kitap halinde bastırılması düşünülmektedir.



Tabii bu ‘sırlar’ı içeren kitabın hiçbir zaman yayınlanmadığını biliyorsunuz.



Böylece Erzurum Kongresi tutanaklarında yer alan ancak Nutuk metnine alınırken özellikle atlanan kısımlarda çok önemli bazı bilgiler yer aldığını gördük. Bunları maddeler halinde özetleyelim:



1. İstanbul’da kutsal gayemizi, yani vatanın esaretten kurtarılışı konusunda yapılmakta olan çalışmalar çok değerlidir.



2. Ancak bu çalışmalar, işgal ordularının denetimi altında yürütüldüğü için sonuç almalarına yetmemektedir.



3. İstanbul’dakiler millî bir yönetimin ortaya çıkışını Anadolu’dan bekliyorlar. Hatta bir meclis açılması ve irade-i milliyenin kendisini göstermesi konusu, İstanbul’da neredeyse bir saplantıya dönüşmüş durumdadır.



4. Benim Anadolu’ya gönderilmemin İngilizleri rahatsız edeceği konusunu daha önce gerek Damat Ferit’le, gerekse Vahdettin’le görüşmüştük.



5. Bu konudaki sırların açıklanması şimdilik uygun olmamakla beraber kurtuluştan sonra bunları kitap yapıp hepinize milli bir hatıra olarak birer adet vereceğiz.



Sırlar… Nelerdi acaba?



Vahdettin’in hain olmadığını belgeleyecek bu sırları bırakın, o sırlara ait bu belgeler bile kamuoyundan yıllardır gizlendi. Yoksa Süleyman Demirel’in 2005 Temmuz’unda dediği gibi, Vahdettin’in daha 100 yıl hain olarak bilinmesi gerektiğinden mi?


Bu yazı; 11.11.07 tarihine kadar 50170 defa okunmuştur.

15 Kasım, 2007

'Türkiye K.Irak'a yerleşecek mi ???

Gazeteci Tamer Korkmaz, Gül'ün Cumhurbaşkanı olmasının 'devlet politikası' olduğunu söyleyerek dikkatleri çekmişti. Korkmaz şimdi farklı bir tezle karşımızda..
15 Kasım 2007 13:30

YETKİN YILDIZ'ın röportajı

Soğuk bir Ankara akşamında buluştuğumuz Tamer Korkmaz'la Türkiye'nin sıcak gündemini konuştuk. Sorularımıza içtenlikle cevap veren Korkmaz, bazı sorularımıza da henüz zamanı değil diyerek cevap vermedi. Tabii off the record olarak bana söylediklerini saymazsam... Ama sözünü aldım. Zamanı geldiğinde Türkiye'nin gündemi sarsacak soruların cevaplarını yine bu siteden öğreneceksiniz...

Baykal'ın son Kürt açılımını yapmadan önce emekli komutanlarla bir teması oldu mu?

Pakistan'daki olaylarını anlamı ne? ABD'nin bu olaylarda rolü var mı?

Suudi Arabistan Kralı neden son iki senede iki defa Türkiye'ye geldi. Bunun arkasında yatan gizli gerçek ne?

İlhan Selçuk aslında Gizli Amerikancı mı?

Ermeni Tasarısı neden birdenbire geri çekildi?

Türkiye Özal'ın hayalini gerçekleştirebilecek mi?

Geçtiğiz hafta CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Kürt sorunu ile ilgili flaş bir çıkış yaptı. Siz Baykal'ın bu son Kürt açılımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesinde Baykal'ın CHP'sinin çok olumlu bir rolü olduğunu hatırlayalım. Eğer Baykal, o zaman tezkerenin reddedilmesi noktasında bir çaba içerisine girmeseydi; tezkere reddedilmeyecekti. Baykal'ın CHP'si burada milli bir tavır gösterdi. Tezkerenin reddedilmesi neden bu kadar önemli? Çünkü tezkere -benim hep söylediğim- Türkiye'nin Mayıs 2006'da Amerikan ekseninden kopuşun en önemli aşamalarından birisidir.

TÜRKİYE KUZEY IRAK'A YERLEŞECEK!

Baykal, son dönemlerde K. Irak'a karşı sınır ötesi operasyona vurgu yapan ve savaşa yakın açıklamalarda bulunmuştu. Baykal'ın çark ediş anlamına gelen bu söylemleri O'nun tezkere dönemindeki çizgisine dönüş yaptığını gösteriyor. Bu son çıkışı CHP ekseninde bu şekilde açıklayabiliriz. Genel bir değerlendirme yaptığımızda, Türkiye'de yaşanan son hadiselerden sonra bu işin sonu nereye varır diye soracak olursanız şunu diyebilirim: Bu işin sonu Türkiye'nin K. Irak'a yerleşmesiyle sonuçlanacaktır. Erdoğan'ın söylediği bir cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum. Başbakan Erdoğan "Tezkereyi hayata geçireceğiz; ancak savaşa girmeyeceğiz' dedi. Benim söylediğim şey bu cümlede saklı işte. Bu noktada size "63 Kuzey Irak aşiretinin Türkiye'ye bağlanmak üzere Birleşmiş Milletler'e başvurdu" haberlerini hatırlatmak isterim. Baykal'ın son açıklaması bu anlamda çok olumlu...

Peki Baykal neden birdenbire böyle bir dönüş yaptı? Bir gecede Baykal'a ilham mı geldi?

Baykal'ın cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde takındığı menfi bir tavrı var; ama 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi sürecinde de olumlu bir yaklaşımı var. Esasen Deniz Baykal'ın bu şekilde gel-gitleri siyasi hayatı boyunca hep olmuştur. Bu da Baykal'ın o gel-gitlerinden birisi. Fakat şu anda doğru noktaya, başlangıçtaki noktaya geldi.

Sizce Baykal'ın bu açıklamaları yapmadan önce emekli komutanlarla bir teması olmuş olabilir mi?

Milliyet'teki o açıklamaların anlamı şu: Artık eski statüko ortadan kalkıyor ve eski statüko içerisinde çeşitli görevler almış komutanlar da bu açıklamalarla o statükonun yaptığı yanlışları ortaya koyuyorlar. Ancak bu komutanlar içerisinde Org. Hilmi Özkök'ün durumu farklı. Özkök Paşa "Yeni Ankara"nın pozisyonunu temsil ediyor.

Peki bu komutanlarla bir teması oldu mu sizce? Çünkü komutanların açıklamalarından iki sonra Baykal'ın bu açıklaması geldi.

Bunlar hepsi aynı resmin, aynı gelişmelerin bir parçası. Birbirinden bağımsız değil.

5 Kasım'daki Erdoğan-Bush görüşemesine gelmek istiyorum. Türkiye istediğini aldı mı?

Türkiye'nin istediğini alıp almadığını Amerika'nın tavrından anlayacağız. Amerika söz verir ama yerine getirmeyebilir. Bu ABD'nin çok sık yaptığı birşey. Türkiye burada dik duruşunu, elindeki kozları, tavrını ortaya koydu. 5 Kasım görüşmesini bir final olarak görelim. Aslında burada Rice'nin Ankara ziyareti önemli. ABD, Türkiye'nin elindeki kozların ne kadar hayati olduğunu çok iyi biliyor. Ankara, terörü ortadan kaldırma konusunda kararlılığını ve Amerika'nın üzerine düşen görevleri yapmadığını onlara açık bir dille ifade etti. İşte Türkiye'nin Kuzey Irak'a yerleşme sürecinin bu görüşmelerden sonra başladığını söyleyebiliriz. Bunu nerden anlıyoruz? Erdoğan'ın "Tezkereyi hayata geçireceğiz; ama savaşmayacağız" cümlesinden.

Türkiye, Kuzey Irak'a operasyonu yapacak mı?

Sıcak takip zaten yapılıyor. Bundan önce de yapıldı. Bundan sonra da yapılacaktır. Burada önemli olan nokta şu: Türkiye o bölgeye topyekün bir sınır ötesi operasyon yapmayacak. Kalabalık bir orduyla girilmeyecek. Kısmi sınır ötesi operasyon zaten yapılıyor.

ABD ZATEN TÜRKİYE'YE İSTİHBARAT VERMEK ZORUNDA?

Burada bir noktayı vurgulamak istiyorum: Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra sıcak istihbarat, aktif istihbarat gibi kavramlar ortaya atıldı. Amerika burada samimiyetsizliğini açıkça ortaya koydu. Çünkü Türkiye bir NATO ülkesi. NATO anlaşmasının 5. maddesine göre bir NATO ülkesi saldırıya uğradığı zaman diğer ülkeler ona yardım eder. O ülkenin yanında yer alır. NATO üyesi ülkeler ne yapar? İstihbarat ve bilgi paylaşımı konusunda birlikte hareket ederler. Peki Amerika'nın bugune kadarki tutumu NATO üyesi ülke konumuna hiç benziyor mu? Benzemiyor. Biz NATO üyesi ülke olarak ne yaptık? Askerlerimizi Afganistan'a gönderdik. Müttefiklerimiz ne yaptı? PKK'ya karşı bizim yanımızda yer almadı. Esasen nerede yer aldıkları konusunda da çok ciddi kuşkular var. Çünkü PKK'nın Amerikan silahlı kullandıklarına dair belgeler ortaya çıktı. Bunlar ABD'ye iletildi. Pentagon da bunları yalanlayamadı ve silahların Amerikan silahları olduklarını itiraf etmek zorunda kaldı. Aslında tüm bunlar buzdağının görünen kısmı. Tabii bir de görünmeyen kısmı var. Bu noktada Başkan Bush'un o görüşmede "İstihbarat paylaşımına daha çok önem vereceğiz" demesi samimi olmayan bir açıklamadır. Hikaye bunlar. Çünkü NATO üyesi ülkelerin zaten birbirlerine istihbarat paylaşımı konusunda yardımcı olmaları gerekiyor. Fakat Amerika bugüne kadar bunu yapmamıştır.

AMERİKA, PAKİSTAN'I YENİDEN ELE GEÇİRMEYE ÇALIŞIYOR

Gelelim Pakistan'daki olaylara. Pakistan'da neler oluyor? Pervez Müşerref ülkede olağanüstü hal ilan etti. Müşerref ne yapmaya çalışıyor? Pakistan ABD yörüngesinden çıkıyor mu?

1999 yılında Pervez Müşerref darbe ile iktidara geldiğinde Amerika O'nu desteklemişti. Ancak son iki yıla baktığımız zaman Müşerref'in Amerikan ekseninden çıktığını görüyoruz. Peki Pakistan neden Amerikan ekseninden çıktı? Geçen eylül ayında Amerika'yı ziyaret eden Müşerref, Bush'a ters konuştu. CBS televizyonuna verdiği demeçte ve Ateş Hattı adlı hatıratında Müşerref birşeyi vurguladı. O dönemde eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Armitage, Müşerref'e, "Siz Talibanı ortadan kaldırmamıza yardımcı olun. Eğer bize yardım etmezseniz Pakistan'ı taş devrine çeviririz" demiş. O dönemde Amerikan çizgisinde olan Müşerref, ne yaparsa yapsın Amerika'ya yaranamıyordu. O yüzden de iyice bunalmıştı. Sürekli olarak suikastlere maruz kalıyordu. Hem Amerikan çizgisinde olup hem de Amerika'ya yaranamayınca Müşerref, Amerikan eksenini terketti. Tabii Türkiye'nin de Amerikan ekseninden çıkışının bunda etkisi var.

Müşerref darbeyle geldi. Şimdi anayasayı askıya aldı. Seçimleri erteledi. Bir nevi darbe yaptı. Ama bu sefer Müşerref, 1999'daki darbesine karşı bir darbe yapmış oldu! Müşerref, Pakistan'ın içine kapanmasına neden olan bu olayı ülkesini Amerika'ya karşı korumak için yaptı; ama 1999'daki darbe daha farklıydı. Bu darbede ülkedeki islamcı gruplar Müşerref'in karşısında. Ama şimdi aynı islamcı grupların bir kısmının Amerika tarafından kullandığını görüyoruz. Şöyle ki; Müşerref, 1999'da Amerikan yanlısı darbe ile iktidara geldiğinde bu islamcı gruplar hem Müşerref'e hem de Amerika'ya karşılardı. Fakat şimdi Müşerref'in karşısında olan bazı islamcı gruplar, gizlice Amerika ile beraber hareket ediyor. Butto, Müşerref'le anlaştığı için Pakistan'a geri döndü. Her ikisi için de siyasal alan genişlemiş oldu. Ama bu arada Butto, 145 kişinin öldüğü bir suikastten kılpayı kurtuldu. Bu suikast, Butto'yu Müşerref'ten koparmayı amaçlıyordu. Son gelişmeler Pakistan'ın işini biraz daha zorlaştırdı. Bundan dolayı da Butto daha farklı bir noktaya gelebilir. Örneğin Müşerref iktidardan gidebilir düşüncesi ile farklı hesaplara dönebilir. Bu olayları özeti şu: Amerika Pakistan'ı yeniden ele geçirmeye çalışıyor.

Türkiye için hayati öneme sahip Erdoğan-Bush görüşmesinde neden Pakistan konuşuldu?

Bush, Türkiye üzerinden Pakistan'a mesaj gönderdi. O toplantıda Pakistan'ın konuşulmasının nedeni budur.

GÜRCİSTAN TÜRK BİRLİĞİ'NE GİRİYOR

Gürcistan'da Devlet Başkanı Saakaşvili ülkede 15 günlük sıkıyönetim ilan etti. Buradaki olayları nasıl değerlendiriyorsunuz. Tesadüf mü?

Gürcistan, önümüzdeki mart ya da nisan ayında açıklanacak olan Türk Birliği'ne girecek. Gürcistan'ın Türkiye'ye yanaşması, bazı sıkıntılar yaşamasıyla eş anlamlı. Gürcistan, Türkiye ile siyasi birlikteliğe gireceğini geçen yıl açıkladı. Bu sene de onu uygulamaya devam ediyor. Türk Birliği açıklandığında Türkiye, Türk Cumhuriyetleri ve Gürcistan bu birliğe girecek. Gürcistan, son dönemlerde Türkiye ile çok yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler içerisine giriyor. Bu durum da haliyle ABD'yi rahatsız ediyor.

KRAL, GERÇEĞİ GÖRDÜ

Suudi Arabistan Kralı'nın Türkiye'ye gelişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu gezi sıradan bir gezi mi yoksa Suudiler bize bir mesaj mı vermek istiyor? Bu geziden ne anlamalıyız?

2006 Ağustosu'na kadar hiçbir Suudi Kralı Türkiye'ye gelmemişti. Daha önce Kral olacak kişi bakanken Türkiye'ye gelmişti. Dolayısıyla da o ziyaret Suudi Arabistan Kralı'nın resmi ziyareti olarak kayıtlara geçmedi. Suudi Kral'ın Türkiye'yi ilk ziyareti Ağustos 2006'dır. Bu ziyaret de ikincisidir. Hiç gelmeyen iki sene de iki defa geldi. Burada biraz önceki hadiselerle bağlantılı olarak Suudi Arabistan'ın da çizgisinin değiştiğini görüyoruz. Bugüne kadar hep Amerikan yanlısı politikalar izleyen Suudi Kralı bölgedeki BOP haritalarını gördükten sonra bir tavır değişikliğine gitti. Çünkü Suudi Arabistan, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) haritalarında 4 parça olarak gösteriliyor. Bu haritalar 1999-2000 yıllarından sonra ortaya çıktı. Dünya kamuoyu bu haritaları belki 2006 yılında öğrendi; ama bu haritalar daha önce geliştirilmişti. Bu perspektiften baktığımızda Amerika'ya bu kadar yapışık olan Suudi Arabistan, sonuç itibariyle kendi egemenliğinin tehlikede olduğunu gördü.

Bu yılın başlarında "Yeni Ankara"nın çabalarıyla İran Devlet Başkanı Ahmedinejad, Suudi Arabistan Kralı Abdullah'ı ziyaret etti. Bu gezi de bölgede birçok şeyin değiştiğini gösteriyor.

BUSH'UN HÜRRİYET GAZETESİ'NE ATTIĞI MANŞET?

Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. O da Kral'ın Türkiye ziyareti'ni Hürriyet Gazetesi'nin nasıl verdiğidir. Herkes Hürriyet'in verdiği manşeti görmüştür. Gazetenin manşeti bu gezinin amacını çürütmeye yönelik bir manşettir. Türkiye ile Suudi Arabistan ilişkilerinin bu noktaya gelmesinden rahatsızlık duyan bir manşettir. Abdullah Gül'ü köşeye sıkıştırmak için atılan maksatlı bir manşettir. Bu manşetle Amerikancı bakış açısına sahip Hürriyet Gazetesi'nin Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin geldiği noktadan rahatsızlık duyduğunu görüyoruz. Hürriyet'in bir taşla birkaç kuş vurmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Bu manşet Abdullah Gül'ü yıpratma amacı taşıyor. Ben buna Husumet manşet diyorum. Eğer bu manşeti Bush atmış olsa ancak bu kadar atabilirdi. Neden rahatsız oluyorsunuz Suudi Arabistan-Türkiye ilişkilerinin gelişmesinden, neden rahatsız oluyorsunuz Türkiye-Suriye ilişkilerinden, neden rahatsız oluyorsunuz Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesinden... Hürriyet'in bu manşeti "bütün komşularımız bize düşmandır" şeklindeki eski statüko konseptini yerleştiren Amerikan bakış açısını simgeliyor. Hürriyet Gazetesi, Türkiye'de Amerikancı çizgiyi domine eden bir çizgidedir. Eski statükonun lokomotifidir. Bunu ne zaman anladık? Tezkere'nin reddedilmesinden Hürriyet Gazetesi büyük rahatsızlık duymuştu. Öldük, bittik, mahvolduk, ekonomimiz çöktü demişti. Ama bu dediklerinin hiçbiri olmadı. Hürriyet, Türkiye'deki Amerikancı çizginin gazetesidir. Suudi Kralı'nın yıllanmış Amerikan çizgisini terkedip Türkiye'ye yaklaşması Doğan Grubu'nu rahatsız etmiştir.

"BU TOPRAKLAR BİZE YAR OLMADI SİZE DE OLMASIN"

Danıştay saldırısı ile Türkiye bir korku tüneline girdi. Daha sonra Hrant Dink Cinayeti, Malatya'daki olaylar ve en son olarak PKK'nın yaptığı eylemler... Tüm bu olaylar birbirinin devamı mı?

Bunların hepsi Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak, Türkiye'yi gittiği yoldan döndürmek için birbiriyle bağlantılı provokatif eylemlerdir. 15 Mayıs 2006'dan sonra ortaya çıkan "Yeni Türkiye" konseptine karşı hemen Türkiye'nin bu yeni durumunu test etmek için yapılan provokasyonlardır. 16 Mayıs'tan itibaren ekonomik provokasyon başladı. 3 hafta boyunca Türkiye'den milyarlarca dolar para çekildi. Ama Türkiye bu parayı tekrar yerine koyabildi. 17 Mayıs'ta Danıştay provokasyonu yapıldı. Sonuçta Türkiye'yi zora düşürmek için hem ekonomik hem de siyasal provokasyonlar yapıldı. Böylelikle hem yeni durumu test ettiler hem de bu yeni durumu ortadan kaldırmaya çalıştılar. Bu eylemlerle " Bu topraklar bize yar olmadı size de yar olmasın" demek istediler. Ancak başaramadılar...

15 Mayıs 2006'da Türkiye'nin Amerikan yörüngesinden çıktığını söylüyorsunuz. Tam tarih veriyorsunuz. O tarihte ne oldu bizim bilmediğimiz?

Şu kadarını söyleyebilirim: 15 Mayıs 2006, Türkiye'deki Gizli İktidar'ın egemenliğini yitirmesidir. Aynı zamanda Türkiye'nin ABD'ye karşı bağımsız stratejik kimliğini kazanmasıdır.

Türkiye'de ulusalcılık bilinçli bir şekilde mi pompalandı?

Evet. Türkiye'deki ulusalcı çizgi, milliyetçi bir çizgi değil. Kendisini milliyetçi olarak tanımlamıyor. Türkiye'deki ulusalcı çizgi milli değil. Amerikan karşıtı gibi görünen; ama Türkiye'deki Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir çizgideler. Bu kurgulanmış bir olay. Bu nedenlede kendisini ulusalcı çizgide gören pek çok vatandaşımız kendi pozisyonunu sorgulamak durumunda.Çünkü bu kurgusal bir yapı. Bu yapının içindeki samimi kişiler de bir şekilde kullanılıyorlar. Farklı bir noktaya doğru yönlendiriliyorlar. Dolmuşa binmemeliler.

İLHAN SELÇUK GİZLİ AMERİKANCI

Yazılarınızda İlhan Selçuk için "gizli Amerikancı" diyorsunuz. Neye dayanarak böyle bir tanımlama yapıyorsunuz?

Dikkat ederseniz çizdiğiniz bu ve benzer portreleri kişisel bir polemik olarak değerlendirmiyoruz. Türkiye'nin genel bir resmi var ve biz de bu genel resmin içinde bu kişiler üzerinden bir anlatımda bulunuyoruz. Ertuğrul Özkök'ün çizgisini, Hürriyet'in pozisyonunu biraz önce anlattım. Bu kişisel bir konu değil. Hatta bir yerden sonra medya konusu bile değil. Bu konu medyanın kullanılmasıyla ilgili. 28 Şubat'ta nasıl kullanıldıysa bu da öyle birşey.

İlhan Selçuk'a geldiğimizde; ben O'nun anti-Amerikan söylemlerinin yanıltıcı olduğunu düşünüyorum.

İlhan Selçuk için "Gizli Amerikan Tüfeği" tabirini kullanıyorsunuz. Kitabınızda da "O'nun asıl karın ağrısı ABD'nin Türkiye'de kaybetmiş olmasıdır" diyorsunuz. Çok iddialı sözler değil mi bunlar?

Aynı şeyi yine söylüyorum. Hatırlarsanız Cumhuriyet Gazetesi'nin "Tehlikenin Farkında mısınız?" kampanyaları mayıs ayının ikinci yarısında başlamıştı. Bunlar tesadüf olabilir mi? Size birçok olay sayabilirim. Cumhuriyet Gazetesi'nin bombalanması olayının üzerine İlhan Selçuk ve Cumhuriyet Gazetesi gidemedi. Neden gidemedi? Ben bunun nedenini defalarca sordum. Ama yanıt alamadım. Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombalarla Ümraniye'de ele geçirilen bombaların aynı olduğu ispatlandı. Ama ne İlhan Selçuk ne de gazete bu konunun üzerine gitmedi, gidemedi. İlk önce o gazetenin bu konunun üzerine gitmesi gerekiyordu. Çünkü saldırı kendisine yapılmıştı. Hepimiz bundan rahatsız olduk. Çünkü bir gazete bombalandı. Bu çok kötü birşey. Bu olayın aydınlatılması lazım. Benden önce İlhan Selçuk'un bu olayın üzerine gitmesi gerekiyor. Ama o yazmadı, yazmıyor. Bunun bir nedeni olması gerektiğini düşünüyorum.

ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çöktü mü?

Çöktü tabii. Türkiye'nin Amerikan ekseninden çıkması, bölgesel güç haline gelmesi, bölgedeki tüm ülkelerin Amerika'nın çizgisine değil de Türkiye'nin çizgisine yaklaşması, Türkiye-İran, Türkiye-Suriye, Türkiye-Pakistan, Türkiye-Suudi Arabistan, Türkiye-Arap Birliği. Bunların hepsi BOP'un çöktüğünü gösterir. Ortaya çıkan haritalar, zaten bölgedeki yönetimlerin uyanmasına neden olmuştu. Türkiye'yi bölmeye çalışan, bölgedeki ülkeleri bölmeye çalışan Amerikan çizgisi çökmüştür. Amerika yenilmiştir. Amerika herşeye muktedirdir diyenler, Amerika yenilmez diyenler artık kaybetmiştir. BİLSİNLER Kİ AMERİKALARI YENİLMİŞTİR. SADECE IRAK'TA DEĞİL, BÜTÜN BÖLGEDE, TÜRKİYE'DE VE ORTADOĞU'DA YENİLMİŞTİR. Özellikle Türkiye'deki ABD işbirlikçilerine sesleniyorum: Amerikaları yenilmiştir.

"KEŞKE ERMENİ TASARISI'NI ÇIKARSALARDI"

Ermeni Tasarısına gelelim. Yıllardır Ankara'nın ensesinde Demokles'in kılıcı gibi sallandırılıp duruyor. Neden Ekim ayı başında tekrar ortaya çıktı ve neden daha sonra tasarıyı geri çektiler?

Medyada Ermeni tasarısı konusunda Türkiye'nin lobi yapmadığına dair pek çok şey yazıldı çizildi. Şimdi ben onlara soruyorum: Nasıl oldu da bu tasarıyı geri çektiler. Demek ki birşeyler oldu. Ama benim demek istediğim lobi ile ilgili değil. Lobi yapıldı; ama orada farklı şeyler var. Kimse şunu açıklamadı: Ermeni tasarısı konusunda Amerika neden geri adım attı? Bununla ilgili tek satır bir yazı okuduk mu? Okumadık. İşte bu bizim 1.5 yıldır anlatmaya çalıştığımız Türkiye gerçeğini kanıtlayan onlarca hadiseden sadece birisidir.

Peki orada ne oldu? Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi, Ermeni tasarısını çıkarma konusunda çok kararlı gözüküyordu. Ama Dışişleri Bakanı Rice, Pelosi'ye bir mektup yazdı. O mektupta "Bu tasarı geçerse Amerika'nın gizli ulusal menfaatleri zarar görebilir. Gelin size bu konuda gizli brifing verelim ve siz de bu tasarıyı geçirmeyin." yazıyordu özet olarak. Buradan bu brifingin verildiğini anlıyoruz ki o tasarı Temsilciler Meclisi'ne getirilmedi. Amerikan hükümeti, tasarının geçmesi halinde düşeceği olumsuz durumu gördü ve geri adım attı. Rice, o mektupta Türkiye'nin büyük kozlarına gönderme yaptı. Bu kozlardan sadece birisi İncirlik'tir. Türkiye, İncirlik'i rahatlıkla kapatabileceğini söyledi. Eskiden böyle birşey sözkonusu bile olmuyordu. Rüyamızda bile göremezdik İncirlik'in kapatılabileceğini. Peki Türkiye'nin İncirlik'i kapatabileceğini nerden anladık? Amerikan hükümeti bu konudaki ciddi korkusunu dile getirdi.. Türkiye'nin elinde daha büyük kozlar var. Ermeni tasarısı demoklesin kılıcı gibi duruyor ama keşke çıkarsalardı da Türkiye elindeki o büyük kozu oynasaydı. O zaman Amerika'nın ne yaptığı anlaşılacaktı. Takke düşecek kel görünecekti. Ama ABD bunu göze alamadı. Demek ki o kadar büyük kozlara sahibiz. Rice, mektubunda "Amerika'nın gizli menfaatleri" diyordu. Demek ki ABD'nin gizlemeye çalıştığı önemli gerçekler var.

ABD Irak'tan ne zaman çekilecek?

ABD, Irak'tan 2007 Mart ayından itibaren peyderpey çekiliyor! Baker Hamilton Raporu'nda da ABD'nin Irak'tan çekilmesi gerektiği ifade edildi. ABD'nin Irak'tan çekildiğine dair haberleri şöyle test edebiliriz. Geçen yıl şubat sonu mart başında ilk çekilmenin başladığını söyleyebilirim. Hatırlayın o dönemde Selahaddin kentinde 66 Amerikan askeri öldürülmüştü. 66 askerin bir çatışmada değil ancak konvoyda giderken bir saldırı sonucu ölmüş olduğunu anlamak zor değil. Yani, askeri üstten havalanına giden bir konvoy saldırıya uğramış. Bunun böyle olduğu zaten daha sonra anlaşıldı. Amerika geçen mart ayından itibaren her ay bir tugayını gizlice Irak'tan çekiyor. Her tugay da 5 ya da 6 bin kişidir. Bunu gizli bir şekilde yapmasının nedeni de güvenlik gereğidir. Eğer çekileceğini açıkladıktan sonra çekilirse daha fazla zaiyat verir. Ama Bush bu gerçeği örtbas etmek için "Bölgeye 21500 yeni asker göndereceğiz" diye bir açıklama yaptı. Fakat daha sonra bu sayının 3600 olduğu ortaya çıktı. Bush, 15 Eylül'deki "Ulusa Sesleniş" konuşmasında da "2008'de 21500 askerle çekilmeye başlayacağız" dedi. Bu, benim söylediklerimi teyit eden bir açıklamadır. Bunu hiçbir Amerikan makamı yalanlamadı. Buyursunlar yalanlasınlar.

ABD Irak'tan çekildikten sonra Irak'ın haritası nasıl olacak?

Türkiye'nin Kuzey Irak'a yerleşeceği ve Kuzey Irak'ın Türkiye'nin bir parçası olacağı bir döneme doğru gidiyoruz.

Siz Türkiye'deki bütün askeri darbelerin arkasında Amerika'nın olduğunu kesin bir dille ifade ediyorsunuz? Neden bu kadar eminsiniz?

Hiç kuşkusuz bu darbelerin hepsini ABD bizzat yapmıştır. Burada yalnızca uzaktaki bir Amerika'dan bahsetmiyoruz. Türkiye'de 1944-2006 yılları arasında hüküm süren Gizli İktidar, ABD'ye can damarlarından bağlı/bağımlı gizli bir iktidardı!

Özal'ın da hayali olan Türk Birliği kurulacak mı?

Önümüzdeki mart ya da nisan aylarında Türk Birliği açıklanacak.Tabii birkaç ay sarkabilir ya da sarkmayabilir de. Bu diğer gelişmelere de bağlı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gecikmesinden dolayı Türk Birliği'nin açıklanması da gecikmişti. Türk Birliği'nde, Türkiye ile birlikte Orta Asya Türk Cumhuriyetleri artı Gürcistan yer alacak.

www.stratejikboyut.com