Fikir7 Manset Haberler

22 Kasım, 2007

ABD Hegemonyasina girmemiz.

1980 Darbesini ABD yaptirtti.

1980'e girdiğimizde Ortadoğu'da ve uluslararası ilişkilerde önemli gelişmeler yaşanıyordu. İran'da gerçekleşen İslami devrim emperyalizmin en temel bölgesel karakollarından birini yerle bir etmiş ve böylece emperyalist statükoda büyük bir gedik açmıştı. CENTO dağılmıştı. İslami radikalizm, bölge halklarını büyük ölçüde etkiliyordu. Devrim, bölge halklarında anti-emperyalist düşünce ve duyguları geliştiriyordu. İran İslam Devrimi, bölge halk devrimleri için yeni olanaklar anlamına geliyordu. O güne dek bölge halkları üzerinde katı bir denetim kuran emperyalizm, kurduğu statükoyla devrimlerin gelişmesi önünde büyük bentler oluşturmuştu. İran Devrimi'yle birlikte, bu bentlerde gedikler açıldı. Bu gediklerden yeni halk devrimleri uç verebilirdi. ABD bundan korkuyordu. İran'da oluşan yeni yönetim, ABD karşıtlığını, ABD büyükelçiliğini basarak doruk noktasına çıkardı. Bu durum, ABD için büyük bir siyasal ve moral darbeydi, dünya jandarmalığı için ciddi bir şamar niteliğindeydi. ABD, elçilikteki rehineleri kurtarmak için birçok yol denedi, en son askeri bir girişimde bulundu. Ancak başarılı olamadı. Bu askeri müdahale büyük bir fiyasko oldu. Kısacası İran üzerinde geliştirdiği hiçbir planı tutmadı. Tersine bölgedeki gelişmeler kendisinin aleyhine bir seyir izledi.

ABD emperyalizmi, henüz İran Devrimi'nin şaşkınlığını üstünden atmadan bu kez, Afganistan'daki Sovyet müdahalesi bölgede bozulan dengeleri daha da karmaşıklaştırdı. Afganistan olayları salt bölgeye değil, uluslararası dengelere ve çelişkilere yeni boyutlar getirdi, Ortadoğu'nun önemini daha da arttırdı. Dolayısıyla ABD, bölgede bozulan statükoyu yeniden güçlü bir tarzda kurmak için çok yönlü bir stratejik çaba içine girdi.

Öte yandan Filistin Devrimi'ni boğmak, Arap devletleri arasındaki çelişkileri daha da derinleştirmek, İsrail'in konumunu güçlendirmek için Mısır ile İsrail arasında Camp David anlaşması yapıldı. Ancak bu anlaşma, Mısır'ın Arap aleminden tecritini getirmekten başka bir sonuç doğurmadı.

Ortadoğu'daki gelişmeler, emperyalist sistem için kaygı verici boyutlardaydı. İran gibi güçlü bir bölgesel dayanağı kaybetmişlerdi. Bu yetmiyormuş gibi, Türkiye de büyük bunalımlar, çalkantılar içindeydi. Tam anlamıyla olgunlaşan bir devrimci durum vardı. Mevcut yönetim biçimi ve yöntemleriyle, bu gidişi tersine çevirmek mümkün değildi. ABD, bölgedeki devrimci gelişmelere müdahale edebilmek için güçlü, iç sorunlarını halletmiş, istikrar kazanmış, karşı-devrimci bir üs haline gelmiş bir Türkiye istiyordu. Bölge stratejisinde, böyle bir Türkiye rolünü oynayabilirdi. Ayrıca ABD bölgeye askeri olarak da müdahale etme düşüncesindeydi. Bunun için Çevik Kuvvet adında bir askeri gücü bölgede sürekli konumlandırmayı planlıyordu. Böyle bir askeri güç için en uygun ülke yine Türkiye idi. Ama 12 Eylül öncesi Türkiye böyle bir stratejiye cevap verecek durumda değildi.

Öte yandan, Sovyetlerle yaşanan derin çelişkiler ortamında NATO'nun Güneydoğu kanadı zaaflıydı. Yunanistan NATO'nun askeri kanadından çekilmiş, geri dönebilmesi ise Türkiye'nin onayına bağlıydı. Ama mevcut yönetim, Yunanistan ile yaşanan çelişkilerden dolayı buna kolay kolay onay vermiyordu. Büyük bir kriz içinde debelenen Türkiye, NATO stratejisinde de kendi üstüne düşen rolü oynayamıyordu.

Bütün bu gelişmeler karşısında ABD'nin, NATO'nun eli kolu bağlı oturmasını beklemek tam anlamıyla ham hayalcilik olurdu. Daha sonra ortaya çıkan belgeler ve yapılan açıklamalar da çok net bir biçimde kanıtladı ki, ABD ta başından beri 12 Eylül faşist darbesinin içindedir, bu hareketin etkin planlayıcılarındandır. Maraş Katliamı'nın tezgâhlanmasında da CIA'nın parmağı vardır. 12 Eylül generallerinin, ABD yönetim katında bir CIA ajanı olan “Paul Henze'nin çocukları” olarak nitelendirilmesi, 12 Eylül'le ABD arasındaki doğrudan ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Zaten 12 Eylül darbesini, ABD yönetimi Türkiye halkından saatlerden önce duymuştur. M. Ali Birand “12 Eylül 04.00” adlı kitabında bu durumu çok açık yazıyor. ABD ile 12 Eylül arasındaki ilişkiyi çok çarpıcı ortaya koyduğu için bu bölümü aktarmak istiyoruz.

“03.30-WASHINGTON (Yerel saatle 20.00)

Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası sorumlusu Paul Henze, evine yeni gelmişti. Beyaz Sarayın ‘Situation Room' diye adlandırdıkları bölümünü aradı. Dünyada ABD açısından çok önemli diye nitelendirilebilecek gelişmeler bu bölüme yollanırdı. Pentagon olsun, Dışişleri, CIA olsun, Başkan'ın duyması gereken önemdeki konuları buraya yöneltirlerdi. Situation Room'da alt düzeyden başlayarak ve onay alarak haberi, gerektiğinde Başkan'a kadar iletirdi.

- Paul, seninkiler nihayet yaptı, (... your boys have done it)

- Kim benimkiler, neden bahsediyorsun?

- Senin generaller Türkiye'de darbe yaptılar.

- O, öyle mi? Çok memnun oldum.

Henze, gerçekten de memnun olmuştu. Derin bir iç çekti. Sekiz aydır bekliyordu bu anı. Türkiye gibi, NATO'nun önemli bir halkası kopmaktan kurtulmuştu.

- Haber nereden geldi.

- Jusmatt' dan geliyor

- Biraz önce Türk Genelkurmayından Jusmatt'a resmi bilgi vermişler. Biz, Zbig'e (ABD Milli Güvenlik Konseyi Sorumlusu, Başkan Carter' in Güvenlik danışmanı Brezinski) haber verdik.

- Muskie'ye de vermişler mi?

- Evet, Dışişleri de Bakan'a bildirmiş. Acil durum grubunu da kurmuşlar.

- O zaman Başkan'a da haber verilebilir. Herhangi bir şey yapılmasına gerek yok. Bu müdahale bizim için iyidir. Bunu da söyleyin.

Başkan Carter, Kennedy Center'da Damdaki Kemancı müzikalini seyrediyordu. Locasının dışındaki telefonu sinyal verdi. Beyaz Saray Santrali, Dışişleri Bakanı Muskie'nin görüşmek istediğini söyledi. Başkan telefona geldi.

- Türk Ordusu'nun komuta heyeti Ankara'da yönetime el koydu. Herhangi bir kuşku ve kaygıya gerek yok. Müdahale etmesi gerekenler etti.” (M. Ali Birand'dan aktaran, Devrimci Yol Savunması, s. 410-411)

ABD ile 12 Eylül arasındaki organik ilişki bu kadar açık ve net. ABD yönetimi, darbeden Türkiye halkından saatler önce haberdar olmuştur. Daha derin ayrıntılara girmenin gerekli olduğunu sanmıyoruz. Konumuz açısından bu kadarı yeterlidir. Bir-iki ek daha yapılabilir.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, bütün emperyalist ülkeler, 12 Eylül faşizmini coşkuyla karşılamış ve kendisine çok yönlü siyasal, askeri, ekonomik ve moral destek sunmuşlardır.

12 Eylül faşizmi de emperyalizme karşı görevlerini eksiksiz yapmaya, bütün isteklerine yanıt vermeye çalışmıştır. Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşünü itirazsız onaylamış, böylece ABD ve NATO devletlerine rahat bir soluk aldırmıştır. 12 Eylül Cuntası, Türkiye'ye yeni ABD üsleri açtırmış, Sovyetlere ve Ortadoğu'ya müdahale edebilecek Çevik Kuvvet'in konumlandırmasını sağlamış, bu amaçla Kürdistan'da birçok hava üssünün inşaasına izin vermiştir. Ayrıca IMF ve Dünya Bankası'nın ekonomik reçetelerinin büyük bir talan ve soygun biçiminde, zorla uygulatıldığını da bir kez daha hatırlatalım. Bunlarla birlikte 12 Eylül'ün Türkiye ve Kürdistan'da geliştirdiği özden boşaltma ve yozlaştırma politikasının ABD yapımı olduğunu, sanat, kültür ve yaşam tarzı alanında geliştirilen politikaların halkın ve gençliğin kişiliğinde, düşünce ve davranışlarında çok derin tahribatlar yarattığını da vurgulamalıyız. Özellikle toplumun düşünce, duygu ve yaşam tarzı üzerinde geliştirilen politikalar, toplumun depolitizasyonunda, duyarsızlaşmasında, düzenin uysal bir eklentisi haline gelmesinde büyük bir rol oynadı. Bugün bile bu yozlaştırma ve “bireyselleştirme” politikalarının kapsamlı etkileri derinleşerek devam ediyor. Zaten 12 Eylül'ü bu kadar güçlendiren en önemli etkenlerden biri de budur.

Özetle emperyalizm, 12 Eylül'den önce hızla devrime kayan, çok ciddi bir devrim durumunu yaşayan Türkiye'yi, dünya çapında yürüttüğü soğuk savaşın, Ortadoğu stratejisinin etkin bir unsuru haline getirmek için karşı-devrimci 12 Eylül hareketinin örgütlenmesinde etkin bir rol oynadı, bu faşizmi her açıdan destekledi. 12 Eylül'den sonra ise, Türkiye'nin her açıdan bir karşı-devrim üssü haline gelebilmesi için her türlü desteği sundu, kendi yaşam tarzını en karikatür bir biçimde taşıdı. Kabul etmeliyiz ki bunda önemli ölçüde de başarılı oldu.

VI.

12 Mart faşizmi, Türkiye devrimci hareketinin önderlerinin hemen hemen tümünü katletti, devrimci örgütleri dağıttı. Geride sadece “kılıç artıkları” kaldı. Ancak büyük tırpanlama ve tasfiye hareketi, gençlikte ve halkta pasifikasyona yol açmadı. Tersine devrimci gençlik hareketinde, halkta devrimci heyecan ve coşku kabına sığmaz bir biçimde yükseldi; bu dalga gün geçtikçe gelişti, yayıldı. Elbette yorulanlar, dökülenler, sessizce köşesine çekilenler, pasifize olanlar oldu. Ancak bu, genel eğilim içinde küçük bir ayrıntı gibi kaldı, ilk planda çok fazla hissedilmedi. Devrimci önderler ve örgütler yok ediliyor ve dağıtılıyor, ama buna karşılık devrimci gençlik ve halkta devrimci duygular ve düşünceler yükseliyor, devrimcilik en prestijli dönemini yakalıyordu. Bu, ilk planda bir paradoksu anlatıyor. Ancak bunun çok temelli nedenleri var. Türkiye devrimci hareketi 12 Mart'ta güçlü bir çıkış yaptı. Faşizme karşı destansı bir direniş sergiledi. Bu direniş parmak ısırtacak cinstendir. Devlete ve faşizme karşı olduğu gibi, reformizme ve oportünizme karşı da güçlü bir çıkıştı. Bu çıkış tarihseldi, devrimci hareketin tarihi açısından bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu nedenle ideolojik, politik ve psikolojik etkileri daha derin ve sürekli olacaktı. Bu anılan çıkışın etkileri bugün bile sürüyor. Temelinde güçlü, radikal bir isyan ve direniş var.

Evet, ortada bir yenilgi var. Önderlerin hunharca katledilmesi söz konusu. Ancak direnilerek, her mevzisi kan ve can pahasına savunularak yaşanan bir yenilgidir. Dolayısıyla gençliğin ve halkın belleğine, bilincine ve ruhuna yenilginin değil, görkemli, soylu direnişlerin etkileri yerleşmiş ve hemen yeşermiştir. Yenilgiye, neredeyse toptan biçilmeye rağmen kitlelerde devrimci heyecan ve coşku artarak sürmüştür. 1970'li yıllarda gelişen Türkiye devrimci örgütleri, '71 Devrimci çıkışının mirasını yemiş ve yeni bir şeyler üretemeden siyaset sahnesinde boy göstermişlerdir.

Bu bir-iki hatırlatmayı, 12 Eylül'den sonra solun yaşadığı durumu daha iyi kavramak için yaptık. 12 Eylül şeflerinin anılarında da yazdıkları gibi, başta sol ve toplumsal muhalefetten belli ölçüde çekiniyorlar. Karşılarına belli bir direniş gücü olarak dikileceklerini hesaplıyor, önlemlerini buna göre alıyorlar. Ancak öyle olmadı. Bireysel ya da küçük çaplı bazı direnişlerin dışında, solun 12 Eylül faşizmine karşı ciddi bir direnişi olmadı. Zindan cephesini bunun dışında tutuyoruz. Ancak bu cephede gelişen direnişler, sonradan güçlü siyasal çıkışlara dönüştürülemediği için etkileri sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla solun, 12 Eylül karşısındaki duruşu, genel anlamda direnişsiz bir yenilgi niteliğindedir, hatta bunu bir bozgun biçiminde değerlendirmek bile mümkün. Gerçi kimi küçük gruplar kendilerinin çok direndiğini söylemekte, yazıp çizmektedirler. Doğru, içlerinde parça parça direnenler olmuştur, şehitler verilmiştir, polis sorgularında önemli direnişler sergilenmiştir. Bunları yadsımıyoruz. Evet, bunlar var, ancak, genel eğilimi, genel bozgun havasını değiştirecek nitelik ve düzeyde değildir. Bir kez daha vurguluyoruz: Cuntaya karşı dışarıda, poliste ve zindanlarda parça düzeyinde önemli direnişler sergilenmiş, bu uğurda onlarca şehit verilmiştir. Bunlar inkâr edilemez. Hatta bu direnişler ve onun yürütücüleri, şehitleri daha sonraki devrimci gelişmelerin dayanağıdır. Çapı ne kadar küçük olursa olsun, bunları değerlendirmek ve anlamını tamı tamına vermek gerekiyor. Yoksa daha güçlü çıkışlar yapmak mümkün değildir. Bu noktanın altını önemle ve özenle çiziyoruz. PKK, bu direnişleri ve şehitlerini her zaman sahiplenmiş ve kendisi için bir mücadele gerekçesi yapmıştır. Bu, olayın bir boyutu. Ancak bir de genel gelişmeler, 12 Eylül'ün buldozer ve silindir hareketi, özden boşaltma planları karşısında bu direnişler; gelecek açısından önemli olmakla birlikte, güncel bakımdan bir barikat işlevini görememişlerdir. Dolayısıyla yaşanan yenilgi, genel anlamda direnmesiz bir yenilgidir. Öyle olduğu içindir ki çözülüş ve pasifikasyonun, depolitizasyonun, genel sağa kayışın önü alınamamış, meydan tümden cuntaya ve on yılları etkileyecek ideolojik, siyasal ve kültürel politikalarına kalmıştır. 12 Eylül faşizmi, böyle dikensiz gül bahçesinde istediği gibi at oynatmıştır.

Türkiye solu, bağıra bağıra gelen 12 Eylül'e karşı hazırlıklı değildi. Düşünsel, ruhsal ve örgütsel olarak çok kapsamlı bir faşist dalgayı karşılamaya hazır değildi. Dahası, MHP terörü ve buna karşı iktidar ufkundan yoksun, iktidar mücadelesine bağlanmayan bir mücadele, silahlı solu güçten düşürmüş, yormuştu. Kendini toparlaması, politik, örgütsel ve ruhsal açıdan kendini yenilemesi, faşizme karşı kendini doğru konumlandırması, geniş bir ittifak politikasına yönelmesi gerekirdi. Bunların hiçbirini yapmadı. Solun içinde en büyük grubu oluşturan Dev-Yol; milyonları bulan kitle ilişkisine ve gücüne rağmen örgütsüzdü, iktidar perspektifinden yoksundu, şekilsiz bir yığın hareketinden öte bir şey ifade etmiyordu. Oysa bu kadar ilişki ve olanaklar doğru örgütlendirilse, iktidar perspektifi net bir öncü güce dönüştürülse, diğer anti-faşist güçlerle sağlıklı bir ittifak politikası izlense Türkiye'nin tarihi başka türlü yol alabilirdi. Ancak öyle olmadı. Başta Dev-Yol olmak üzere Türkiye Solu'nun önemli grupları, 12 Eylül karşısında ciddi bir varlık ve direniş göstermeden tasfiye olup gittiler. Dev-Yol zindanlarda, özellikle Mamak'ta teslimiyetçi bir çizgi izledi ve sonuçta pasifikasyonu ve depolitizasyonun yerleşmesinde hatırı sayılır bir rol oynadı.

Sol gruplar, askeri bir darbeye karşı nasıl bir tutum alacakları, neler yapacakları konusunda da net bir düşünce ve politikaya sahip değillerdi. Çoğu “gelecekleri varsa görecekleri de vardır” havasındaydı. Dolayısıyla darbeyi karşılarında bulduklarında şaşırdılar, ne yapacaklarını bilemez duruma düştüler. Bu noktada ne yapmalı sorusu, kendisini çok yakıcı bir tarzda dayattı. Önlerinde birkaç seçenek vardı. Birincisi, askeri faşist darbeye karşı aktif direnişi seçmek, var olan güçlerini buna göre konumlandırmaktı. İkincisi, Lenin'in tanımladığı ve pratikte uyguladığı “düzenli geri çekilme taktiğini” benimsemekti. Üçüncüsü, devrimci mücadeleyi bilinmez bir tarihe ertelemekti. Söz düzeyinde hiçbir grup bu üçüncü seçeneği telaffuz etmezdi, etmedi.

Bazı küçük gruplar, askeri darbeye karşı aktif direniş çizgisini benimsediklerini, mevzilerini terk etmediklerini, geri çekilme taktiğini doğru bulmadıklarını söylemekte ve bununla övünmektedir. Doğru, söz ve eylemleriyle bu tutumlarını pratiğe geçirmeye çalışan gruplar olmuştur. Ancak bu pratikleri, kendileri için örgütsel tasfiyeyi getirmekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Birkaç eylemden sonra, bir daha kolay kolay kendini toparlamayacak kadar ağır darbe yemişlerdir. Zaten güçleri zayıf, kitle ilişkileri çok sınırlı olan grupların bu tutumu, kendi prestijlerini bile kurtarmaya yetmemiştir.

Lenin'in tanımladığı biçimiyle geri çekilme taktiğini uygulayan gruplar olmuş mudur? Teorik olarak evet. Böyle bir taktiği uygulamak isteyen, bu doğrultuda karar alan gruplar var. Ancak pratikte bu kararlarını uygulayamadıklarını, geri çekilme sürecinde mültecileşme dalgasına kendilerini kaptırdıklarını biliyoruz. Özellikle Avrupa'yı kendine mesken tutan grup ve kişiler, süreç içinde etkisizleşmiş, mültecileşmiş, kimileri de bunun öncülüğüne soyunmuştur. Türkiye'de geliştirilen genel tasfiyeciliğe, bu cepheden güçlü ideolojik ve politik destek gelmiştir. Mültecileşmenin çok kapsamlı ve boyutlu nedenleri var. Bunu incelemek, konumuz değildir.

Özet olarak sol için şu denilebilir: Türkiye solu 12 Eylül'e karşı direnemediği gibi, büyük bir çoğunluk bozgun biçiminde bir kaçışı yaşadı. Kaçış, kötü bir mültecileşme ve tasfiyecilik biçiminde somutlaştı. Ve bu olgu, Türkiye sol hareketine sürekli hastalık taşıdı. Hastalık kapan bünye ise sürekli kan kaybetti, bir türlü kendini toparlayamadı. Daha sonra Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi, silahlı mücadele ile 12 Eylül'e karşı bir direniş cephesini açmasına rağmen sol kendini toparlayamadı. Bugün bile bu konuda önemli sancılar çekiyor, toplumsal muhalefet ciddi düzeyde bir önderlik krizini yaşıyor. Yani, henüz 12 Eylül vurgununu aşamadılar...

Aslında yapılacaklar belliydi. Cuntaya karşı tek başına ve cepheden aktif bir direniş, uzun soluklu olmazdı. Düzenli bir geri çekilme, güçlerin uygun bir yeniden düzenlenişi ve geliştirilecek birleşik bir direniş cephesiyle faşizme karşı etkili, uzun soluklu ve sonuç alıcı bir direniş hareketi örgütlenebilseydi, Türkiye tarihi başka türlü şekillenebilirdi. Ama bu yapılmadı. Yenilgi, bozgun, mültecileşme ve tasfiyecilik, solun 12 Eylül sonrası çizgisine damgasını vuran ana öğeler oldu. Tasfiyecilik salt örgütsel ve politik düzlemde olmadı. Bu var. Ancak en önemlisi, ideolojik, felsefik ve yaşam tarzında yaşanan tasfiyecilik ve özden boşalmadır. Bu bozgun düzeyindeki yenilginin, tasfiyeciliğin kurumlaşması, bütün bünyeyi egemenliği altına alması anlamına geliyor.

Aslında bozgun türündeki kaçış, yenilgi salt solla sınırlı değildir. Toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri için de aynı durum geçerlidir. 12 Eylül'den sonra sendikacılar, teslim olmak için uzun kuyruklar oluşturmuşlardır. Faşizme bu kadar kolaylığın sağlanması, elbette, genelde sol ve toplumsal muhalefet üzerinde derin izler bırakacaktır. İdeolojik ve psikolojik tasfiyeciliğin derinleşmesinde, bu olgu önemli bir rol oynayacaktır.

Özetle; Türkiye solu ve toplumsal muhalefeti, 12 Eylül'e karşı iyi bir sınav vermedi. Öyle olduğu içindir ki 12 Eylül'ün kamburunu, tasfiyeciliğini ve bunun derinlerdeki etkilerini bunca zamana rağmen atamıyor. Solun; güçlü bir çıkış yapabilmek için, öncelikle 12 Eylül sürecindeki pratiği ile doğru ve radikal bir hesaplaşmasını yapmak durumundadır. Yoksa atılan adımların kalıcı sonuçlar doğurması mümkün değildir.

VII.

Özet olarak 12 Eylül askeri darbesinin Türkiye ve Kürdistan tarihinde, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel yaşamı üzerinde derin etkileri, tahribatları oldu. Bu darbe, TC'nin emperyalizm ile neo-liberal politikalarla bütünleşme ve onunla uyum içinde yeniden yapılanma, Kemalizm'i restore etme, TC'yi devlet olarak yeniden yapılandırma, karşı-devrimi süreklileştirme hareketi oldu. Bugün de devletin hukuksal-siyasal yapısına damgasını vuran bu askeri darbe ve onun getirdiği kurumlardır.

Birçok ülkede askeri faşist cuntalarla dar anlamda da olsa belli bir hesaplaşma olmasına rağmen 12 Eylül ile en geri düzeyde bile hesaplaşılmadı. Bunun en temel nedenlerinden biri sol, demokrat ve sosyalist muhalefetin güçsüzlüğü iken, diğer bir temel nedeni de 12 Eylül'ün özünde Cumhuriyetin temel niteliklerini günün koşullarına göre yeniden kurmasıdır. Dolayısıyla 12 Eylül ile hesaplaşma hareketi, kaçınılmaz olarak sitemin ve düzenin kendisiyle, emperyalizmle hesaplaşma hareketi olarak gelişmek durumundaydı. Bu ise düzeni ve devleti cepheden hedefleyen tutarlı devrimci hareketten başkası olmayacaktı. Bir kez daha görüldü ve doğrulandı ki;

Türkiye'de demokrasi sorunu, 12 Eylül ve onun şefleriyle hesaplaşma sorunu, gerçekten bir devrim ve iktidar sorunudur!

12 Eylül ile hesaplaşma sorunu, hatta en sıradan demokratikleşme sorunu anılan perspektifle ele alındığında bir anlam kazanabilir; yoksa bütün iyi niyetli yaklaşımlar bir iyi niyet olarak kalmaya mahkûmdur!

12 Eylül ve onun bütün sonuçlarıyla hesaplaşmak mı?

Evet, bunun için devrimi ve iktidar perspektifini esas almak gerekir!

İşte, doğru, tutarlı ve samimi, sonuç alıcı duruş bundan başkası değildir!

Hiç yorum yok: