Fikir7 Manset Haberler

31 Temmuz, 2007

IP Kisilik tespitinde delil olamaz..



312 General davasında Vakit yazarı haklı çıktı Emekli orgeneral Aytaç Yalman ve 311 general arkadaşı tarafından Vakit’e açılan 312 General davasında bilirkisi IP adresinin kimin kimlik tespiti için yetmeyeceği kanaatine vardı.
28 Temmuz 2007 11:50

Emekli orgeneral Aytaç Yalman ve 311 general arkadaşı tarafından Vakit’e açılan 312 General davasının dünkü duruşmasında bilirkişi raporu taraflara tebliğ edildi. Mahkemeye de dün sunulan bilirkişi raporunda, IP adresinden elektronik postanın kimin tarafından gönderilmiş olduğunun tespit edilemeyeceği yönünde kanaat bildirildi. Ankara 20. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde devam eden 312 General davasının dünkü duruşmasında gazetemizin 25 Ağustos 2003 tarihli nüshasında yayınlanan Asım Yenihaber’in köşe yazısının Mehmet Doğan’ın IP adresinden Vakit’e gönderilip gönderilmediğinin tespiti için görevlendirilen bilirkişinin raporu mahkemeye ulaştı.


BİLİRKİŞİ RAPORU: IP ADRESİ KAYNAK OLAMAZ


Yrd. Doç. Hakan Şakir Bilge ve Hukukçu Erdem Ulutan tarafından hazırlanan raporda, IP kandırma yöntemiyle ile bir elektronik postanın istenen herhangi bir IP adresinden gönderilmiş gibi gösterilebileceği bu nedenle de elektronik posta atan bir kişinin IP’sinden yola çıkarak o kişiyi tespit etmek mümkün olamayacağı belirtildi. Raporda şu ifadeler kullanıldı: Elektronik posta atan birisinin IP’sinden yola çıkarak o kişiyi tespit etmek mümkün olmayabilir. Çünkü IP kandırma yöntemiyle bir elektronik posta istenilen herhangi bir IP adresinden gönderilmiş gibi gösterilebilir. Böyle bir işlemin yapılıp yapılmadığının tespiti çok zordur. Ancak internet servis sağlayıcılardan yeterli bilgi alınabilirse belki bir sonuca ulaşılabilinir. Bir kişinin internete bağlandığı tarih ve saat dilimleri bu sırada elektronik posta gönderip göndermediği, gönderdi ise elektronik postanın içeriği ancak internet servis sağlayıcı kayıtlarında bu bilgileri tutuyorlarsa tespit edilebilir. Genelde internet servis sağlayıcıları sadece internete bağlanılan tarih ve saat dilimlerini saklamakta elektronik posta gönderilip gönderilmediği ve postanın içeriği gibi bilgileri saklamamaktadırlar. Bu durumda somut bir delil bulmak mümkün olamamaktadır. Bir elektronik postayı gönderirken herhangi bir kişinin elektronik posta adresinden gönderiyormuş gibi göstermek mümkündür.


Türk Telekom A.Ş söz konusu tarihteki IP kullanım bilgilerini kayıtlarında bir yıl geçtiği için tutmadığına göre söz konusu elektronik postanın anılan kişi tarafından gönderilip gönderilmediği konusunda teknik bir açıklama yapmak mümkün değildir.” Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 2004 yılında Ankara 20. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde verilen yaklaşık 1 trilyonluk tazminat cezasına yönelik bozma kararında 25 Ağustos 2003 günlü yazının Mehmet Doğan tarafından gönderilip gönderilmediği kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açığa kavuşturulması gerektiğine hükmetmiş, dosyayı yeniden yargılama yapılması için yerel mahkemeye göndermişti.

ittihadd-i terakki ve sapka


Ittihadd-i terakki cemiyetini kuranlar sivillerdi, politikacilardi ama asker kökenlileri ön saflara iteleyerek, arkadan isi götürdüler.
Yiklimaz sayilan Osmanli Imparatorlugu icten yiktirtildi.
Yikilan Oasmanlinin yerine bir askeri Cumhuriyet kuruldu.
Hicbirsey degismedi...
Ittihadd-i terakki ne hedef icin kurulduysa, yine o hedef icin ayakta tutuldu.
Generaller olmasa idi Ittihadd-i terakki ayakta kalabilirmiydi ?
Halkin ittihadd-i terakicileri istemedikleri ve devirmek istedikleri anda, generallerden baska kim bastiracakti halkin iSTiKLAL istemlerini ?
Bu sapkanin altinda bir devlet, bir kültür, bir millet az mi ezildi yillarca ?

Belsoguklugu ve M.Kemal

Mustafa Kemal’in frengi hastalığına yakalandığı iddiası
Mustafa Kemal 1917 yılı Almanya görevi dönüşünde, Sofya’dan geçerlerken, Şakir Zümre ile bazı diğer dostları Mustafa Kemal’i istasyonda karşıladılar. Onlara, ‘Almanya savaşı kaybetmiştir,’ dedi. İstanbul’a döndüğü zaman da, Osmanlı İmparatorluğunun tek başına barış imzalaması için eskisinden daha şiddetle bir mücadeleye girişti. Ama yeniden hasta düşünce bu çabası yarıda kaldı. Birkaç yıldır yakasını bırakmayan belsoğukluğu hastalığı şiddetlenerek iyice sancı vermeye başlamıştı. Doktorları kendisini Viyanalı bir uzmana gönderdiler. Uzman onu şehir dışındaki özel bir hastanede bir ay tedavi etti. Sonra kendisini toplasın diye Karlsbad’a gönderdi. Sofya’dan aynı trene binmiş olan Şakir Zümre de yanından ayrılmamıştı.
Bu zoraki dinleniş Mustafa Kemal’e yeniden kitap okumak ve ülkesinin geleceği üzerinde düşüncelerini bir düzene sokmak fırsatını verdi. Fransızca olarak tuttuğu hatıra defterinde siyasal görüşlerini açıklığa kavuşturuyordu. Bu arada Avusturyalı bir kızla flört etti. Kendisine gönül veren ya da sonradan arkadaşlarına övünmek için böyle anlatan genç kız, onunla evlenmek istiyordu. Mustafa Kemal ona umut vermemek için, ülkesinde bir nişanlısı olduğunu söyledi. Kız üzüldü ve nişanlısının kim olduğunu sordu. Mustafa Kemal gülerek, ‘Vatanım’ diye cevap verdi. Kızın yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti. Mustafa Kemal, sözüne, ‘Ben askerim,’ diye devam etti. ‘Ömrümün sonuna kadar vatanımı sevmek ve onunla yaşamak zorundayım.’
1918 Temmuzunun başlarında bir gün Mustafa Kemal’i görmeye gelen bir arkadaşı, Sultanın öldüğünü ve tahta Vahdettin’in geçtiğini haber veridi. Bunu duyar duymaz, şu anda İstanbul’da bulunmadığına çok canı sıkıldı. Bu durumda yeni Padişaha bir tebrik telgrafı göndermekten başka yapacak bir şey yoktu. Bu telgrafına, alışıldık biçimde bir teşekkürle karşılık verildi.
Not: Mustafa Kemal gençliğinde iyi tedavi edilmeyen ve sonradan tepen bir belsoğukluğuna tutulmuştu. Düşmanlarının çıkardığı söylentilerin aksine, frengiye yakalanmış olduğu düpedüz yalandır. (Belsoğukluğu hastalığı hakkında bilgi)

Atatürk Yalanlari

Yavas yavas Atatürkcü, Kemalist gecinenler yanlisliklari kabul ederek, düzeltme cabasi icerisine girdiler.
Aslinda yanlisliklari düzeltme gayesi; gayeleri degildir, gayeleri; gösterilen yanlisliklari, baska careleri olmadigindan dolayi kabullenmektir.
Bunu yaparken eski yalanlari düzeltir yapip, yeni yalanlari ortaya koymaktanda sakinmamaktadirlar.
Atatürk ile ilgili tüm tarih YALAN....

Burada Atatürkcülerin son çirpinislarini aktarmayida bir vazife biliyorum.
Bu çirpinislarda nafiledir. Çünkü asil olan DOGRU TARiH, belgeleri ile Genel Kurmay Esaretindeki Osmanli Türk Arsivlerinde yatmaktadir. Bu arsivler er yada gec acilacak, asil gerceklerde ortaya cikacaktir. Fakat o güne kadarda Atatürk ile ilgili yalanlari desifre etmek icin baska ülkelerin Arsivlerindeki Osmanli mühürünü ve imzalarini iceren, tasdikli belgelerle bu yalanlar ortaya konulmaya devam edecektir.

Asagida yapacagim alintidaki yeni ve eski bilgilerin hepsi
http://www.mim-fikir.blogspot.com/ sitemde yayinlanmis, bilim adamlari tarafindan devamli surette kaynak olarak alintilanmislardir.

Atatürkcü, Kemalist gecinen sahtekarlarin yazilarini alintiliyorum:


Atatürk Biyografisi ve Bir Çilenin Öyküsü:Hazırlamakta olduğum “Açıklamalı Atatürk Kronolojisi” için otuz yıl evvelsinden bu yana Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsü ile ilgili yüzlerce eseri fişledim. Bu fişler kronolojik bir sıraya girdiği zaman gördüm ki Ulusal Kahramanımızın yaşamının çeşitli aşamalarını oluşturan pek çok olayın tarihleri birbirini tutmaz bir karışıklık içindedir. Sadece Harbiye’ye girdiği 1899 tarihi ile Anadolu’ya geçtiği 1919 tarihi arasında geçen 20 yıllık yaşamına eğilecek bir araştırıcı; karşısına çıkan birbirini tutmaz tarih rakamları karşısında bunalıp kalacak, içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşamış, özellikle 7 yaşından sonraki elli yıllık yaşamına tanık olmuş pek çok kişinin hâlâ sağ olduğu bir dönemde, vatan kurtarmış bir Ulusal Kahramanın yaşam öyküsünün niçin böylesine birbirini tutmaz bir kargaşa haline getirilmiş olduğuna şaşacaktır.Bir Ulusal Kahraman ki yarbay rütbesiyle katıldığı Çanakkale Savaşlarındaki başarısı için Aspinal Oglander, Mustafa Kemal’i “Bir Tümen Komutanının üç ayrı yerde tek başına giriştiği hareketlerle bir savaşın ve hatta bir ulusun kaderini değiştirecek yücelikte bir zafer kazandığı tarihte pek nadirdir” diye övmüştür. Bir insan sadece böyle bir başarısıyla da ebedileşir. Mustafa Kemal, daha sonra uçurumun kenarına gelmiş değil, uçurumun içine yuvarlanmış olan yurdunu, göklerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nun desteklediği düşmandan kurtarma mucizesini göstermiş, ulusunu, içine tıkanıp kaldığı ilkel öğelerden kurtarmış ve çağdaş uygarlığa yöneltmiştir. Bu çapta bir insanın biyografisinin böylesine karmakarışık edildiğinin bir başka örneğine dünyada rastlamak mümkün değildir.Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsünün bu gibi gerçek dışı yakıştırmalardan ve tarih karışıklıklarından kurtarılması için devlet ve hükümet ilgilileriyle Atatürk kurumlarını ve “Atatürkçüyüz” diye seslenenleri uyarmak üzere bundan yirmiüç yıl önce, 10 Kasım 1961 tarihli Hür Vatan gazetesinde bir makale ile bu konuya değinmiştim.Sandım ki, başta devlet ve hükümet ilgilileri ve Atatürk kurumları ilgilenecek, derhal komisyonlar kurulacak, bu ayıbın giderilmesi için tüm gerekli önlemler alınacak. Hatta, milletvekillerimiz Mecliste önergeler verecek, Ulusal Kahramanımızın gerçeklere uygun bir biyografisinin düzenlenmesi yolunda atılacak adımları destekleyecektir!Ne yazık ki tahminlerim boşa çıktı. Hiçbir makam, hiçbir Atatürk kurumu en küçük bir ilgi göstermedi. Fakat yirmiüç yıldan bu yana bıkmadan, usanmadan her vesile ile bu konu üzerinde ısrarla durdum. Yayınladığım her eserde Millî Kahramanımızın biyografisinin bu karışıklıktan kurtarılmasını diledim. Örneğin, Cumhuriyetimizin 50. dönüm yılı vesilesiyle 1973 yılında yayınlanmış olan “Atatürk” eserimin önsözünde -bilemem kaçıncı kez- yine bu konuya şöyle değindim:(...) “Atatürk hakkında yazılmış yüzlerce yapıt bir araya getirilir, karşılaştırılırsa, olayların ve bu olaylarla ilgili tarihlerin birbirini tutmaz bir karışıklık içinde olduğu görülecektir. Millî Kahramanımızın biyografisindeki bu karışıklık doğum tarihinden başlayarak yaşamının en önemli dönüm noktalarına varıncaya dek sürüp gider.(...) Eline her kalem alan, araştırma gereği duymadan, gerçeklere uyup uymadığını incelemeden niçin çala-kalem bir şeyler karalamıştır? Millî Kahramanımızın biyografisi neden hafife alınmıştır?(...) Fransızlar; Nil’de filosunu İngilizlere kaptıran, Akkâ’da Türklere yenilen, Moskova steplerinde ordusunu kaybeden, Vaterlo’da bozguna uğrayan Napolyon’ları için enstitüler kurmuş, yaşamının en önemsiz ayrıntılarını bile aydınlığa kavuşturmak için çaba harcamış, hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. Oysa biz; yenilgi acısı tatmamış, tutsak bir ulusu egemenliğe kavuşturmuş, saltanatı yıkmış, cumhuriyeti kurmuş, bir seri inkılâplarla yaşam yolu açmış dünya tarihinin bu “Üstün Adam”ının gerçek bir biyografisini henüz saptayabilmiş bile değiliz.O, hangi millî kahramandır ki biyografisiyle ilgili yapıtlarda yaşamı böylesine bir “rakamlar kargaşalığı” haline getirilmiştir!Hangi ulus gösterebilirsiniz ki “büyük” lerinin biyografisini içinden çıkılmaz böyle bir bulmaca haline sokmuş olsun! Bernard’dan geriye doğru yüzyıllar boyu gidiniz, herhangi “ünlü”nün yaşamına sarılmış böyle bir “karanlık” bulamazsınız.”1973’den bu yana da aynı sabırla, aynı inatla her vesileden yararlanarak bu konuya değindim. Sadece tarih karışıklıklarına değil, Atatürk’ün yaşamına ters düşen pek çok gerçek dışı neşriyata da dokundum. Ne yazık ki ilgili makamlara mektuplarla da başvuruşum cevapsız kaldı.Şu gerçeği hemen belirtmeliyim ki 23 yıldan bu yana ilk ses, 12 Eylül Harekâtı sonrası kurulan “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı”ndan çıktı. Bu ilgiden duyduğum kıvancı burada şükran ve minnetle yad etmek isterim.Atatürk’ün yaşam öyküsünde yapılmış olan pek çok yanlışlığı bu makalenin hacmine sığdırmak imkânsız. Biz sadece bazı yanlışlıkların ana hatlarına değinmekle yetineceğiz.Doğum TarihiBilindiği gibi ilk tutarsızlık Atatürk’ün doğum tarihinden başlar. Atatürk’ün gerçek doğum tarihi Rumî 1296’dır. Bu tarih Miladî tarihin 1880 ve 1881 yıllarını kapsadığı için Millî Kahramanımızın doğum tarihi çeşitli yapıtlarda uzun süre bazen 1880, bazen de 1881 olarak yayımlanmıştır. Mustafa Kemal’in doğum tarihinin hangi yıla rastladığının saptanabilmesi için -bilindiği gibi- doğduğu ayın belirlenmesinde zorunluluk vardır. 1296 Rumî yılı 1880’in Mart (13 gün), Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim ve Kasım aylarının tümünü ve Aralık ayının da 19 gününü kapsamaktadır. 20 Aralık, Ocak, Şubat ile Mart’ın 12 günü de 1881’i içine almaktadır. Yapılan bütün incelemelere ve soruşturmalara karşın Atatürk’ün doğduğu ay, hatta mevsim saptanamamıştır.Burada bir başka çelişkiye değinmek istiyoruz: Bilindiği gibi ingiltere Hükümeti, krallarının bir kutlama telgrafı yollamasını sağlamak için Türk Hükümetinden Atatürk’ün doğduğu yıl ve günün bildirilmesini istemiştir. Bu isteğe verilen cevap, -gene bilindiği gibi- 19 Mayıs 1881’dir. Bunun üzerine 1937 yılında İngiltere Kralı Atatürk’ün doğumunu kutlamış, gerekli cevap da verilmiştir. Oysa, 19 Mayıs 1881 Miladî tarihi Atatürk’ün doğum yılı olan 1296 Rumî yılına değil, 1297 Rumî yılma rastlar. Bu takvim bilgisi gözden mi kaçmıştır, yoksa bu hataya göz mü yumulmuştur, bilinemez? İşin asıl acı yanı, Atatürk’ün hangi ayda veya mevsimde doğmuş olduğunu annesi Zübeyde Hanımdan sağlığında sormak gereğini hiç kimsenin duymamış olmasıdır.Harbiye DönemiMustafa Kemal, 13 Mart 1899’da Mekteb-i Fünun-i Harbiye-i Şahane’nin birinci sınıfına yazılır. 1900 yılında 2. sınıftadır. 1901 yılında da Harp Okulunu bitirir. Mustafa Kemal’in Harp Okulunu 1902 yılında bitirdiğini yazan resmî, yarı resmî tarihlerin ve kronolojilerin tümü yanlıştır. 1901 Aralık ayında çıkan İstanbul gazetelerinin tümü Harp Okulunu bitiren öğrencilerin listesini yayımlar. Bu listelerin hepsinde Mustafa Kemal’in adı vardır.Akademi DönemiMustafa Kemal 1902’de Harp Akademisinin birinci, 1903’te de ikinci sınıfındadır. 1904 yılında önce piyade teğmeni olarak Akademiyi bitirir ve hemen birkaç gün sonra yüzbaşı rütbesiyle kurmay sınıfına ayrılır.Atatürk’ün resmî sicili ve Mazlum İskora’nın “Harp Akademileri Tarihçesi” dahil tüm kaynaklar Atatürk’ün Akademiyi bitiriş tarihini 11 Ocak 1905 olarak gösterir. Bu tarih kesinlikle yanlıştır.Burada çok belirgin bir çelişki de gözden kaçmıştır: Bütün kaynaklar, Mustafa Kemal’in 5 Şubat 1905’te 5. Orduya atandığını yazar. Atatürk’ün Akademiyi bitiriş tarihi olarak gösterilen 11 Ocak 1905 ile 5 şubat 1905 tarihi arasında 25 günlük bir boşluk vardır. Oysa, Mustafa Kemal Akademiyi bitirince bir süre gizli toplantılar yapmış, ihbar edilmiş, tutuklanmış, birkaç ay zabitan tevkifhanesinde kapalı kalmıştır. Yaklaşık üç aydan fazla bir süreyi 25 güne sığdırmanın imkânsızlığı üzerinde hiç durulmamış, bu çelişki dikkati çekmemiştir.1 Nisan 1302 (14 Nisan 1904) tarihli İstanbul gazeteleri Mekteb-i Harbiye-i Şahane’den mülazimlikle mezun olanların listesini verir. Listelerde “Mustafa Kemal, Selanik” de vardır. 18 Teşrinievvel 1320 (31 Ekim 1904) tarihli İkdam gazetesi de mezun olanlar arasından yüzbaşılıkla Erkânıharp sınıfına ayrılanların listesini yayımlar.Adı geçen gazetenin üçüncü sayfasındaki kurmay sınıfına ayrılanların adları alt alta yazılı olduğu halde Atatürk’ün adı:
MUSTAFA KEMAL EFENDİ, SELANİKBiçiminde ve ortalama olarak yayımlanır. Sanılır ki bu ayrıcalık, gelecekteki bir “Üstün Adam” 1 işaret eden ilâhî bir rastlantıdır.Sofya Ataşemiliterliğine atanmasının Karmaşık ÖyküsüUlusal Kahramanımızın biyografisindeki tarih rakamları ve içine karıştığı tarihsel olaylarla ilgili olarak gerçek dışı pek çok tutarsızlıklar, yanlış değerlendirmeler, hatta tahrif edilmiş belgelerle gerçeklerin saptırılması halinde sürüp gidecektir. Özellikle Sofya Ataşemiliterliğine atanması, sicilinden başlayarak çeşitli eserlerde ileri sürülen tarihlerin hiçbirinin birbirini tutmaması, karışıklığı kronik bir hale getirmiştir. Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliğine atanmasıyla ilgili olarak 5 ayrı tarih ileri sürülmüştür: 1 Ekim, 2 ekim, 24 Ekim, 27 ekim 1913 ve 1 Mart 1914...Hikmet Bayur tarafından yazılan “Atatürk, Hayatı ve Eseri” adlı kitapta Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliği’ne atanması 27 Ekim 1913, Sofya’ya varış tarihi ise 20 Kasım 1913 olarak gösterilmiştir. Atatürk’ün yetkili bir kişi tarafından yazılan bu biyografisinde, Sofya’ya varış tarihi olarak gösterilen 20 Kasım 1913 tarihi, bizi yine de tatmin etmemektedir. Çünkü, Milliyet gazetesinde 21 Kasım-6 Aralık 1954 tarihleri arasında yayımlanmış ve sonradan tarafımdan derlenerek kitap haline getirilmiş olan “Atatürk’ün Özel Mektupları” arasında Mustafa Kemal’in Madam Corinne’e Sofya’dan gönderdiği 3 Teşrinisani 1329 (18 Kasım 1913) tarihini taşıyan mektup, yukarıda anılan eserde Sofya’ya varış tarihi olarak gösterilen 20 Kasım tarihi ile çelişki halindedir.Ayrıca, mektubun içeriğinden anladığımıza göre Mustafa Kemal Sofya’da bir süre Bulgaria otelinde kalmış, daha sonra Splendide Palas oteline yerleşmiş, Madam Corinne ile mektuplaşmış, hatta cevap dahi almıştır. Bu verilerden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Sofya’ya 20 Kasım tarihinden çok daha önce gitmiştir.Bu çelişkili tarihler üzerine Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliğine atandığı ve yeni memuriyetine gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldığı gerçek tarihleri saptayabilmek ümidiyle 1913 yılı Ekim ve Kasım aylarını kapsayan mevcut gazete kolleksiyonlarını taradık. 24 Kasım 1913 tarihli Tasfiriefkâr (o tarihte gazeteler sık sık kapatıldığı için isim değiştirerek yayınlarını sürdürürlerdi. Tasviriefkâr gazetesi de bir süre bu ad altında çıkmıştır) gazetesinin son sayfasında Mustafa Kemal’in Sofya’ya hareketi ile ilgili olarak küçük bir haberle karşılaştık. Haberin içeriği şöyle:“Sofya Ataşemiliteri Erkânıharp Binbaşısı Mustafa Kemal Bey mahall-i memuriyetine azimet eylemiştir”.Önce, bu birkaç satırlık haberin Sofya’ya atama olayının üzerindeki sisi kaldırdığı kanısına vardık. Fakat Madam Corinne’e yolladığı 18 Kasım tarihli mektubun varlığı bu ümidimizi de yitirdi. Bu haber, Mustafa Kemal’in kısa süre için geldiği İstanbul’dan Sofya’ya dönüşü ile ilgili olabilir.Bu kez bir başka çözüm yolu bulmak ihtimaliyle Fethi (Okyar) Beyin Sofya Sefirliğine atanmasiyle ilgili haber için gazeteleri yeni bir taramaya tabi tuttuk ve aradığımızı da bulduk. Haberin metnine göre “Sofya Sefirliğine tayin olunan Fethi Bey 24 Ekim 1913 tarihinde Sofya’ya hareket etmiştir”. Gazete Fethi Beyin özgeçmişine ait bilgiler de vermektedir. Bilindiği gibi, bu gibi tayin ve nakillerde atanan veya nakledilen kimsenin özgeçmişine ait bilgi vermek hâlâ sürdürülen bir gelenektir. Mustafa Kemal’le ilgili haberde O’nun özgeçmişine değinilmemiş olmasından “herhangi bir işi için İstanbul’a gelip “mahall-i memuriyetine” döndüğü anlamını çıkarıyoruz.Dikkati çeken bir başka husus da, gazetenin verdiği tarihe göre Fethi (Okyar) Beyin büyük bir ihtimalle yeni görevinde 27 Ekim 1913 tarihinde işe başlamış olmasıdır.Bilindiği gibi Mustafa Kemal ve Fethi Okyar, Harbiye öğrenimi dönemine dayanan samimî iki arkadaş, iyi anlaşmış ve sevişmiş iki dosttur. Bu eski dostluk nedeniyledir ki Mustafa Kemal’in Picardie manevralarına katılmasını Fethi (Okyar) Bey sağlamıştır. Olayların akışına ve bazı belirtilere dayanarak -ihtimali de olsa- şöyle bir sonuca varabiliriz: Birbirinden ayrılmaz bu iki arkadaşın atama emirleri aynı zamanda çıkmış, Bulgaristan’a beraber gitmişler, işe de aynı gün başlamışlardır. Mustafa Kemal, Bulgaristan’da kalacağı yerle ilgili işleri yoluna koyduktan sonra gerekli eşyasını almak üzere İstanbul’a gelip tekrar Sofya’ya dönmüştür. Tasfiriefkâr’da çıkan haber bu dönüşle ilgilidir.Bunlar, Atatürk’ün Sofya Ataşemiliterliğine atanması ve işe başlayışı ile ilgili birbirini tutmaz karmaşık tarihlerin gerçeğe en yakınını bulmak için harcanan bir zihin çilesi, bir varsayımdır. Mustafa Kemal’in ataşemiliterliğe tayini elbette resmî işlemler yoluyla yapılmıştır: Tayini ile ilgili teklif varakası, bu teklifin ilgili makamca onaylanması, tayin keyfiyetinin Mustafa Kemal’e tebliği tarihi, Mustafa Kemal’in tebellüğ tarihi, Sofya Sefareti’nin Mustafa Kemal’in işe başladığı tarihi bildiren yazısı... Bu işlemlere ait ilgili arşivlerimizde mevcut dosya veya otantik belgelerin varlığı ile Sofya Ataşemiliterliği muamması hemen çözüme bağlanabilir.Kuşkulu TarihlerAtatürk’ün yaşamı ile ilgili kimi olayların -önemsiz görünse de-üzerindeki sisi henüz kaldırabilmiş değiliz. Önemsiz gibi görünen bu gibi tarihlerin, bazı olayların çıkış noktasını bulmak ve ona bağlı olayları aydınlığa kavuşturmak bakımından pek çok yararı vardır. Atatürk’ün karşılaştığı ve içine girdiği her eylemin tanığı bulunan çevresindeki yakınlarının anılarını zaman, mekân ve tarih belirtmeden şark masalı gibi yazmaları, hatta aynı olayla ilgili anıların birbirini tutmaması ve belgelerinin de bulunmaması, Atatürk’ün biyografisi’indeki ayrıntıları saptamakta pek çok güçlükle karşılaşmamıza neden olmaktadır.Özellikle 13 Kasım 1918 günü Adana’da İstanbul’a geldiği ve İstanbul’dan ayrıldığı 16 Mayıs 1919 tarihi arasındaki 184 gün içinde yaptığı temaslar, görüşmeler ve eylemleri kesin tarihlere bağlamak (bazı olaylar hariç) mümkün olamamıştır. Çünkü kimi yazarların makalelerinde ve kitaplarında; kimi yakınlarının da anlattıkları anılarda ileri sürülen tarih rakamları birbirini tutmuyor. Bu yüzden de, Kurtuluş Savaşı’nın hazırlık aşamasını oluşturan bu önemli dönemin -günlük gazetelere yansıyanlar hariç- net ve belgelere dayalı bir tablosunu çizmek zorlaşıyor. Fakat Atatürk’ün eylemlerini çeşitli kaynaklardan edinilen çelişik tarih rakamlarıyla karmaşık bir halde bırakmamak için olayların akışından ve bazı verilerden yararlanarak gerçek -ya da gerçeğe çok yakın- tarihleri saptamanın en doğru yol olduğuna inanıyoruz. Uzun yıllardan beri de çabalarımızı bu yolda sürdürüyoruz.Şişli’deki Eve Taşınma TarihiŞişli’deki eve hangi tarihte taşındığı da çözümlenmesi gereken çelişkili tarihlerden biridir. Atatürk’ün Şişli’deki eve taşınışını Tevfik Bıyıklıoğlu -sanıyorum ilk kez- 21 Aralık 1918 olarak göstermiştir (Atatürk Anadolu’da, Kronoloji Bölümü, sayfa 80). Bıyıklıoğlu, bu saptama için kaynak göstermiyor. Oysa, General Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele anılarında: “Halep’ten döndüğü 20 Aralık 1918 Cuma günü Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret ettiğini” yazıyor. Cebesoy’un verdiği yan bilgiler de bu tarihle uyuştuğu için Bıyıkhoğlu’nun kaynaksız olarak ileri sürdüğü tarih bu suretle çürümektedir. “Cumhuriyetin 50. Yılında Resimlerle Atatürk” kitabımda (sf. 182) taşınış olarak gösterdiğim 2 Aralık tarihi de sonradan edindiğim bilgilere ters düştüğü için Atatürk’ün manevî oğlu Abdürrahim Tuncak’ın bilgisine başvurdum. Olayların en yakın tanığı olan Tuncak’ın duraksamadan verdiği bilgiye göre Atatürk, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a döndükten sonra 15 gün Perapalas’ta kalmıştır. Perapalas’tan sonra da doğruca Şişli’deki eve taşınmıştır. Bu bilgilerin ışığında Atatürk’ün Şişli’deki eve 28 Kasım tarihinde taşınmış olduğunu kabul etmek, gerçeklere en uygun bir yaklaşım olur.Gerçek Dışı Savlar ve TakıştırmalarAtatürk’ün biyografisine uymayan ve kronolojik bilgilere ters düşen bu rakamlar kargaşasına paralel olarak birçok eserde Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi olmayan ve olaylara ters düşen savlar da ileri sürülmüştür. Bu yanlışlıklar kargaşasının en tipik örneklerinden biri, “Milliyet Türk Büyükleri” serisinde çıkan “Atatürk” fasikülüdür. Bu biyografinin sadece birkaç paragrafına göz atmak, yapılan feci hataların hangi boyutlara ulaştığını göstermeye yeterlidir. Fasikülde deniliyor ki:“... Babası Ali Rıza memurdu. Sonraları kereste ticaretiyle uğraşmıştır. 1888’de öldü. Annesi Zübeyde Hanım ig24’te İzmir’de öldü. Oğlu Mustafa Kemal Atatürk’ten başka bir de kızkardeşi vardır. Makbule Atadan.... Okula Selanik’te Şemsi Paşa özel okulunda başladı... Küçük Mustafa okumak istiyordu... Selanik’te Mülkiye İdadisine kaydoldu. Eli sopalı Kaymak Hafız diye tanınan öğretmeni yüzünden okulu bıraktı. 1885’te Manastır Askerî İdadisine girmeye muvaffak oldu....28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na Türkler de katıldı. ... Tekirdağı’nda kurulmakta olan 19. Tümen Komutanlığına atandı. İlk zaferini 8 Mayıs 1915 Arıburnunda kazandı...... Doğuda 16. Kolordu Komutanlığına tayin edilmişti. Silvan’da işe başladı. 6 ve 7 Ağustos 1916’da Ruslar’dan Muş ve Bitlis’i geri aldı. Bu başarısından sonra önce 16. Kolordu Komutan vekilliğine, daha sonra 7. Yıldırım Ordusu Komutanlığına getirildi. Bu ordu ile Bağdad’ı kurtarmayı tasarlıyordu.Yanlışlıklar YumağıAnlaşılıyor ki kulaktan dolma ve gerçeklere uymayan bazı bilgilerle sorumsuzca kaleme alınmış bir biyografi. Sadece birkaç paragrafından parçalar aldık. Yanlışlıklar belirgin biçimde görülmekle beraber bazılarına değinelim:a) Ali Rıza Efendi 1888’de değil, resmî bir belgedeki kayda göre 28 Kasım 1893’te ölmüştür.b) Annesi Zübeyde Hanım 1924 yılında değil, 14 Ocak 1923 Pazar günü İzmir’de ölmüştür.c) Atatürk’ün bir tek kızkardeşi değil, Fatma ve Naciye adlarında iki kızkardeşi daha vardı.d) Önce, 1,5 ay kadar devam ettiği Fatma Molla mahalle mektebine yazdırılmıştır.e) Daha sonra devam ettiği okulun adı “Şemsi Paşa” de&il, “Şemsi Efendi” dir.f) Şemsi Efendi (sonraları “Fevziye Mektebi” ile birleşmiştir) Okulundan sonra “Selanik Mülkiye İdadisi”ne değil, “Mülkiye Rüşdiyesi”ne girmiştir.g) Birinci Dünya Harbi’ne katılışımız 28 Temmuz 1914 değil, 11 Kasım 1914’tür. Fasikül yazarının gösterdiği tarih Birinci Dünya Harbi’nin başlama tarihidir.h) Tarihlerimizin hiçbirinde “8 Mayıs Arıburnu Zaferi” diye bir kayıt yoktur. Herhalde 25 nisan zaferinden söz etmek isteniliyor.i) Garip bir yorumlama: Mustafa Kemal, Doğuda kazandığı zafer üzerine 16. Kolordu’ya vekâleten atanmış!.. Bir komutanın asaleten görev yaptığı kolordusiyle zafer kazandıktan sonra o kolorduyu vekâleten atanmasının tarihte örneği yoktur.k) Mustafa Kemal, 16. Kolordu Komutanlığından sonra 7. değil, 2. Ordu Komutanlığı’na vekâleten atanmıştır.1) Mustafa Kemal, Bağdad’ı kurtarmak için değil, tam tersi, Bağdad üzerine yapılacak bir seferi önlemek için görev kabul etmiştir.SonuçAtatürk biyografisiyle ilgili yayın araçlarındaki hataların tümüne değinmek, -kalınca bir eser vücuda getirmeyi gerektireceği için- bir makalenin kapsamını çok aşar. Yukarıda görüldüğü gibi bir broşürün birkaç paragrafından alınan birkaç satırında yapılan hatalara kısaca değinmek bile hayli yer kaplamıştır.Araştırmalarımızdan çıkan sonuç şudur ki, gerçeklere ve belgelere dayalı bir “Atatürk Biyografisi” düzenlemek gereklidir. Böyle bir girişimin, ivedi görevlerimizin en başında geldiğine hiç şüphe yoktur.Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’nın bu konu üzerine önemle eğilmiş olmasının minnet ve şükranını burada bir kez daha belirtirim.

----------------------- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984

Atatürk, Belsoguklugu, Siroz

Bloglarimda yillardan beri iddia ediyordum ve bu iddialarima karsi cikiyorlardi Atürkcüler, Kemalistler, MHP´liler ve CHP liler...Hatta ve hatta yeni nesilden her genc karsi geliyorlardi ortaya attigim iddialar hususunda.
Ne demistim:
1. Atatüürk 1917 yilinda Vahdettin ile ziyaret ettigi Berlin´de, Hotel Adlon´da kaldi ve bu esnada Berlin´in Nachtlokallerinde eglendi, yasadi. Bu esnada bir cinsel iliski ile BEL SOGUKLUGU hastaligini kapti.
2. Belsoguklugu hastaliginin tedavisi icin en azindan 7 defa Karlsbad´a tedavi icin gitti.
3. Belsoguklugu hastaliginin verdigi agri ve sancilardan kurtulabilmek icin aldigi agri kesiciler ve antibiyotiklar hicbir tesir göstermez, vücut bunlara karsi direnc olusturunca, alkolle alkollenerek acilarini unutmaya ve dindirmeye basladi M.Kemal. Günden güne az geliyordu alinan alkol miktari acilarini dindirmek icin, cünkü vucut durmadan alisiyordu alinan alkol miktarina ve günden güne aldigi Alkol miktarini artirmak Mecburiyetinde kaliyordu M.Kemal.
4. Alkoliklik vücuduna zarar vermeye baslar ve M.Kemakl Siroz denen Hepatites-B hastaligina yakalanir.

Tüm bunlara itiraz edenler asagida görüldügü gibi yillar sonrada olsa, mim´in sundugu gercekleri kabullendiler.

Asagidaki yazi Atatürkcü gecinen bir Siteden Alintidir:

Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatını iki şekilde incelememiz gerekmektedir.Bundan önce elimizde ki önemli ilaçların alındığı tarihi bir olayın aydınlanmasında büyük katkısı olan İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için alınan ilaç dokümanları “Agonı”de( sf,137-152) olduğu gibi verildi. Bu dökümanların gerçekliği verilen ilaçların tarihlerini ve ödenen faturaları bize açıkça gösterilmektedir. Bu faturaları ödenmiş olan dokümanların parası anlaşıldığı kadarıyla bizzat Atatürk’ün hesabından ödenmiştir. Bu belgenin doğruluğunu kanıtlayan en önemli maddelerden birisi de ödemelerin fatura karşılığı yapılmış olmasıdır. Bu elimizde duran faturaların Atatürk arşivlerindeki makbuzlar hala duruyor mudur? Bu da ayrı bir soru işaretidir . Buna göre;

ÖDENEN FATURA TARİHLERİ
1. 29.03.1937/15791-faturanın verildiği tarih- 30.03.1937
2. 29.04.1937/7484-faturanın verildiği tarih-05.05.1937
3. 26.051937-fatura veriş tarihi-no:5620
4. 27.10.1937/19818-faturanın verildiği tarih-10.11.1937
5. 16.12.1938- faturanın verildiği tarih /no:18447
6. 31.12.1937/7733- faturanın verildiği tarih-04.01.1938
7. 01.02.1938/-faturanın verildiği tarih-04.03.1938
8. 04.03.1938 -faturanın veriliş tarihi-no:4930
9. 30.04.1938/15570-faturanın verildiği tarih-07.05.1938
10. 28.05.1938/13095-faturanın veriliş tarihi-04.06.1938
11. 31.08.1938-faturanın veriliş tarihi-no:4040
12. 01.12.1938-faturanın teslim tarihi-no:1730[[4]]

Bu liste içinde bahsi geçen ilaçlar ve diğer ürünlerin (yoğunlukla alınan) adetlerine bakacak olursak;
GRİPİN; 38 tüp,
DİŞ ÜRÜNLERİ; Diş fırçası, Diş macunu, Diş tuzu,
TAKALON KREM,
RADYOLİN,
TIRNAK CİLASI,
PETROL NİZAM ,
KİNİN; 44 ,
PERTEV KREM,
PİRAMİDON öncelikli olarak dikkat çekicidir.

Konunun iyi anlaşılması için ilk önce Atatürk’ün geçirdiği hastalıklarına bir göz atmak gerekiyor. Çünkü yapılan yanlışlardan birisi Atatürk’ün vefat sebebinin hastalık sonucu olduğu yönündedir.Aksine aşağıda anlatılacağı üzere,temelde iki hastalığı bulunan Atatürk’ün (Sıtma ve Böbrek iltihabı) zehirlenerek öldürüldüğü dile getirilmek istenmemektedir.
Atatürk çocukluk yıllarında bu dönemin hastalıklarından biri olan sıtma hastalığına yakalandığını biliyoruz.Daha sonra ki yıllarda bu hastalığın sürekli olarak onu etkilediğini göreceğiz.Öyle ki sıtmaya neden olan sivri sineklerin yaşadığı bataklıkları kurutarak buraları imar etmiştir. Buna en güzel örnekte Atatürk Orman Çiftliği’dir.
Daha sonra gençlik yıllarında Belsoğukluğu hastalığı sıklıkla devam etmiştir.Bu hastalık sonra böbreklerinde iltihap oluşmasına neden olacaktır ki bu iki hastalık Atatürk'ün vefatına kadar sürmüştür.1918 yıllarında böbrek ağrıları tekrar başlamış ve hekimlerin tavsiyesi ile Viyana ve Karlsbad kaplıcalarına tedaviye gitmiştir.1919 tarihinde Samsun'a ayak basar basmaz böbrek ağrılarını dindirmek için Havza'ya giderek, 25 Mayıs ve 12 Haziran tarihlerinde bulunmuş bu arada diğer hastalığı olan sıtmadan da rahatsızlandığını bilmekteyiz .
1923 tarihine geldiğimizde ufak tefek,aşırı yorgunluğa bağlı olarak kalp krizleri geçirmiştir. Bu hastalıkların dışında başka rahatsızlıklarla da karşılaşan Atatürk'ün dişleriyle de sorunu vardır. Dişçisi ise 2.Abdülhamit’in de dişlerinin tedavisinde sorumlu olan Musevi asıllı Pratisyen Dişçi Sami Günzberg'di.
Atatürk'ün artık son günlerine ilişkin Kılıç Ali'nin ("son günleri" adlı kitabında) aşağıdaki sözleri dikkate değerdir.
"Bilhassa bu son iki sene içinde... gün geçtikçe halsizlikleri daha ziyadeleşiyor,benzi geçen senelere nispetle daha ziyade soluyordu... Atatürk'ün renginde ve yüzündeki çizgilerde belirgin değişiklikler başlamıştı.Yürümeyi sevmez olmuştu.O iştahlı adamın artık iştahı hemen hiç yok gibi idi" Döneme ilişkin fotoğraflara baktığımızda da bunu görmek mümkündür.Bu fotoğraflara ilişkin ilginç ve acınacak bir durumu da vurgulamak gerekiyor.
Atatürk’ün özel fotoğrafçısı olan Hasan Efendi’nin,Atatürk’ün ölümünün üzerinden üç,dört yıl geçtikten sonra evi yanmış ve Atatürk’ün çekilen fotoğrafları evle birlikte yanmıştır[[5]].Yine,5 Eylül 1973 tarihinde İstanbul Devlet Film Arşivi’nin deposunda çıkan yangın sonunda Atatürk’ün tek fotoğrafları yanmıştır.Elimizde bu dönemi yansıtan fotoğrafların azlığı da manidardır.
Mevcut fotoğraflara baktığımızda Atatürk’te ciddi denecek derece de değişimlerin gerçekleştiği ve cildindeki bozulmaların sonucunda bakım ürünleri kullandığını görmekteyiz.Yukarıda ismi geçen kremler (TAKALON KREM, PETROL NİZAM , PERTEV KREM )bu amaç için alınmıştır.Yine bu liste içinde alınan ürünlerin durumun ciddiyetini ortaya koymaya yetmektedir.Burada bir tespitte bulunmak gerekiyor o da tarihi belge olma özelliği taşıyan belgelerin her nedense kaybolduğudur.Bunlara örnek vermek gerekirse; Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlunun 1976 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına “ Atatürk’ün sıhhi hayatına ilişkin” 31.05 .1976 tarih ve 176 sayılı yazı ve 24.06.1976 ve 224 sayılı dilekçelerde,Bakanlığın verdiği cevap “Tüm aramalara karşın bulunamamıştır” (Agoni,sf.120)
Yine bunlara ek olarak, İ.E Ulagay ilaç sanayii Türk A.Ş. 100 yaşında Osmanlıdan günümüze hayallerin gerçekleştiği Tarih Vakfı’nın Eylül-2003 tarihli yazısında, Atatürk’ün İdrar ve Kan tahlillerinin yapıldığı fakat bu tahlillerin bugün elimizde bulunmadığından bahsedilmektedir.Yazının 139. sayfasında Suat Ulagay, “ Atatürk’ün son idrar tahlillerinden birini de biz yaptık.Ölmeden birkaç zaman öncesiydi ve idrarı ürobilinden dolayı çok koyu bir kırmızımsı renkteydi.Kaydı yok ama çok iyi hatırlıyorum. Tahlili ben yapmıştım.Hastalığı çok ağırlaştığı devirlerdeydi... o devirde bizden başka bir hayli laboratuar vardı.Ama tahlil işinde biz öndeydik.” Demekle birlikte dönemin tahlil laboratuarlarından bilgi sahibi olmamızı da sağlamakta.Yine Dr. Aytekin Ertuğrul’unda vurguladığı gibi hastanın müşahide kağıtları da yoktur.
Tekrar yazımızın kaldığı noktaya dönecek olursak. Durumun ciddiyetine dikkat çeken Dr. A. Arar'ın , “1936 sonlarında Atatürk'ün genel durumunda bir düşkünlük, halsizlik başlamışsa da , sağlığında ciddi bir şikayeti yoktur." demektedir.
Yukarıdaki bilgilerden de anlayacağımız gibi Atatürk'ün temelde iki rahatsızlığı vardı.Bunlarda yaşadığı dönemde varlığı tüm insanları etkileyen,böbrek rahatsızlığı ve sıtmadır. Atatürk'ün vefatı ise tedavisinde kullanılan ilaçlar,yanlış tedavi yöntemleri ve bunlara bağlı olarak da suikast olduğunun belgelerini ortaya koymaya yeterde artar zannedersem.Bunun için tedavisi için yapılan konsültasyonlarlara bakmak gerektir.
1937 senesinde Atatürk vücudunun muhtelif yerlerindeki ,bilhassa ayaklarındaki *****tıdan dolayı şikayetçiydi.Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Uzmanı,İtalyan asıllı ünlü Alman doktoru Prof.Dr. Marcchionini ( 1899-1965 ) tarafından tedavi edilmiş.Fakat sonuç alamayınca Bursa Yalavo Kaplıcalarında bir kür önermiştir.İşte bu sebepten dolayı Atatürk 1938 Ocak ayında Yalova ya gelecektir.[[6]]
Atatürk'ün hastalığına bir türlü teşhis konulamazken en sonunda *****tılara karşı tedavi olmak için gittiği Bursa Yalova Termal Kaplıcalarında buranın doktoru ve Müdürü olan,Dr.Nihat Reşat Belger tarafından Atatürk'ün hastalığına dair ilk teşhis konulmuştur.B una göre ; Atatürk'ün hastalığı, Karaciğer büyümesi ve sertleşmesidir.Yani Siroz'dur.Bu teşhis daha sonra buraya çağrılan daimi doktoru ,Neşet İrdelp tarafından da kabul edilir. O kadar ilginçtir ki , uzun yıllardır tedavisini yapan,Dr. Neşet Bey bunu daha önceden fark edememiş olmasıdır. Bu teşhisin ardından,Atatürk'ün tedavisi için Ankara da bulunan,Prof. Dr. Akil Muhtar Özden Şehsuvaroğluna verdiği notlar da konuya ilişkin şunları söylüyor;
"Karaciğer rahatsızlığının ilk arazı 1938 ocak ayı sonlarında... Dr. Neşet Ömer Bey,Dr. Nihat Reşat Belger Bey Karaciğerin büyümüş olduğunu görmüşler.İçkiden men etmek istemişler. Atatürk hoşlanmamış. O zaman 75 kiloymuş...Evvelce Atatürk hemen her akşam 1/2-1 litre arasında rakı içerdi. “[[7]]
27 Şubat 1938 akşamı Balkan İttifakı Hariciye Nazırları şerefine Çankaya Hariciye Köşkü'nde verilen yemeğe Atatürk'ün burnunun şiddetli şekilde kanaması üzerine toplantıya geç kalması üzerine dönemin yetkililerinin harekete geçmesine neden olmuştu.
Atatürk tedavisi için yabancı doktor istememişti.Bunun üzerine,Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nca 6 Mart 1938 tarihinde çağrılan Konsültasyon heyetinde ;
Neşet Ömer,Reşat Belger,Akil Muhtar,Hüsamettin Kural,Z.Naki Yaltırım ile Asım Arar vardı. Bu konsültasyonda bulunanlardan biri olan Akil Muhtar,Atatürk'ün vücudundaki *****tılar hakkında bilgi verdikten sonra
" Muayenemde büyük bir karaciğer buldum. Adlaı üç parmak geçiyordu ve sertçe idi. Tahal (dalak) da kaburga alt kenarını iki parmak tecavüz ediyordu. (geçiyordu)"

Alinti: ALINTI KİTAP : Agoni Âtatürk'ün Ölümündeki Sır Perdesi, Ogün Deli

BELSOGUKLUGU


Belsoğukluğu (Gonore de denir), gonokok cinsinden bir mikrobun (Neisseria) neden olduğu, döl ve sidik yollarında görülen hastalık. Bulaşıcıdır, doğrudan doğruya da geçer.Erkeklerde hastalığın bulaşmasından 35 gün sonra idrar yaparken ağrı ve irinli akıntı belirtileri görülür. Bu aşamada tedavi edilmezse hastalık iç organlara yayılarak kısırlığa yol açabilir. Kadınlarda, döl ve sidik yollarında ağrılı akıntı başlar. Yine bu aşamada giderilmezse kırılığa neden olacak biçimde dölyatağına yayılabilir.Belsoğukluğu, bulaşıcı olması nedeniyle toplumsal bir hastalıktır. Ayrıca Septisemi, Eklem yangısı, Göz yangısı gibi hastalıklara da yol açabilir.
Sen Yoksan Ben Neden Olayım ki?
Herşey Bitti...

Tedavisi mümkün olan bir hastalıktır.
Burda önemli olan akıntının içeri değil dışarı olması. Eğer içeri olursa durum daha kötü olur.

29 Temmuz, 2007

ittihaddi-terakki sempatizanlari..nemaslandirdigi satiliklar..



'İhaleyi, üçüncü gelen Ciner’e ver' Eski Eneji Bakanı Cumhur Ersümer'in mahkum olmasını sağlayan ifade, Beyaz Enerji davası sanıklardan Eski TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi'ye ait. İşte Ersümer'i yakan ifade:
29 Temmuz 2007 08:45

Enerji ve Tabii Kaynaklar eski Bakanı Cumhur Ersümer’in, "Görevi kötüye kullanmaktan" mahkum olmasını sağlayan ifade "Beyaz Enerji davası" sanıklarından Eski TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi’ye ait. Selvi Esenboğa Mobil Santral ihalesi ile ilgili ifadesinde "Ersümer beni makamına çağırdı. İhaleyi üçüncü gelen Park Holding’e (Turgay Ciner’in şirketi) vermemi istedi" dedi. ENERJİ ve Tabi Kaynaklar eski Bakanı Cumhur Ersümer’in, Yüce Divan’da "Görevi kötüye kullanmaktan" mahkum olduğu davada, eski bakanı Meclis Soruşturma Komisyonu’ndaki, eski genel müdürünün ifadesi yaktı.
"Beyaz Enerji davası" sanıklarından dönemin TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi’nin, Esenboğa Mobil Santral ihalesi ile ilgili Ankara DGM Savcısına verdiği, "Ersümer beni makamına çağırdı. İhaleyi üçüncü gelen Park Holding’e (Turgay Ciner’in şirketi) vermemi istedi" iddası aynı ifadeyi TBMM Komisyonu’nda da "kabul edince" rapora aynen geçti. Yüce Divan da bu iddiayla ilgili yargılama yaptı ve sonrasında Ersümer’i, 18 iddiadan beraat ettirip, sadece Esenboğa Mobil Santral ihalesinden 1 yıl 8 aya mahkum etti. Ceza erteledi. İŞTE O BÖLÜM: Ersümer’in yargılandığı iddianame yerine geçen Meclis Soruşturma Komisyonu’nun 414’üncü sayfasındaki bu bölüm şöyle: "Komisyonumuzda tanık sıfatıyla dinlenen TEAŞ mobil santral ihalelerinin yapıldığı dönemde TEAŞ Genel Müdürü olan Muzaffer Selvi verdiği ifadede, DGM Savcısı’na verdiği ifadeyi kabul ettiğini beyan etmiştir. Şahıs DGM savcısına verdiği ifadede; enerji sıkıntısı nedeniyle 1998 yılında yapılmış mobil santrallerin kurulu güçlerinin artırıldığını, Ersümer’in Ankara-Esenboğa Santralinde takındığı tavrı anlatmak istediğini, ihaleyi AKSA elektriğin kazandığını, ancak
Ersümer’in kendisini makamına çağırarak, ihaleyi sıralamada üçüncü gelen Park Halding’e vermesini istediğini, kendisi o güne kadar nükleer enerji santral ihalesiyle ilgili olarak yaşanan gerilim nedeniyle çok hırpalandığından, ’Mümkün ise arakdaşlarla bakarız’ dediğini ancak arkadaşlarının bunu kabul etmediğini, AKSA Elektrik Yönetim Kurulu Başkanı’nı çağırdığını ve bakanın talimatı olduğunu kendisine ileterek, ihaleden çekilmesini istediğini, firma temsilcisinin gittiğini ve uzun süre firmadan ses çıkmadığını, Park Holding’in de ’Bakanın ısrarı olduğu için proje ile ilgilendiklerini’ beyan ettiğini, AKSA Elektrik ile sözleşme imzaladıklarını, Park Holding’in Ankara Enerji adı altında bir şirket kurduğunu ve AKSA Elektriğin de hisselerini bu şirkete devrettiğini beyan etmiştir.
Dönemin Bakanı Ersümer’in ihaleleri istediği firmalara verdirebilmek için TEAŞ yönetimine baskı yaptığı, ihalelere direkt müdahil olduğu kanaatine varılmıştır." Yüce Divan’da ifadeyi reddetti, özür diledi YÜCE Divan’ın tanık olarak yeniden dinlediği Muzaffer Selvi, Ersümer’i suçlayan bu ifadeleri, baskı altında "süflör eşliğinde" verdiğini savunmuştu. Selvi, "Burada Bakan aleyhine verdiğim ifadelerden dolayı özür diliyorum" demişti. Selvi, Beyaz Enerji davasında Çankaya İlçe Jandarma Komutanlığı’nda verdiği ifadeleri kabul etmediğini belirterek şunları söylemişti: "İki çocuğum karşıma getirilmişti. Ne yapabilirdim? Bugünkü gibi hatırlıyorum.
Arkada Gediz Lekesiz (TEAŞ eski Şube Müdürü) anlatıyor, sanki ben anlatmışım gibi yazılıyor. Bugün de aynı şeyi yapsalar, aynı ifadeyi veririm. Sayın Ersümer hiçbir ihalede bana isim vererek, ’ihaleyi şuna verin’ demedi. Sadece isim vermeden işin bitirilmesini isterdi." Aksa, ihaleyi Ciner’e devretti, kendisine başka ihale verildi CUMHUR Ersümer ve Çakan’ın Yüce Divan’a sevklerine ilişkin Meclis Soruşturma Komisyonu raporunun 13 Temmuz 2004’te, TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında, CHP Samsun Milletvekili İlyas Sezai Önder bu konuda, Meclis kürsüsünden şöyle demişti: "Tanık, bu beyanında, Ankara Esenboğa santral ihalesini Aksa Elektriğin kazandığını, ihaleden sonra Enerji Bakanı Ersümer’in kendisini makamına çağırarak, ihaleyi üçüncü sırada kazanan Park Holdinge vermesini istediğini, arkadaşlarının bunu kabul etmediğini; bunun üzerine, Aksa Elektrik Yönetim Kurulu Başkanını çağırıp konuştuğunu, sonuçta, Aksa Elektrikle sözleşme imzalandığını; Park Holdingin ’Ankara Elektrik’ isminde bir şirket kurduğunu, Aksa Elektriğin hisselerini bu şirkete devrettiğini söylemiştir. Sonuçta, dolaylı olarak Sayın Bakanın isteği olmuş ve Ankara Esenboğa santral ihalesi, hisse devirleri suretiyle Ankara Elektrik ve dolayısıyla Park Holding üzerinde kalmıştır. Aksa Elektriğin yaptığı, bu fedakarlık da ortada kalmamış, Aksa Elektrik firması sahipleri yeni bir şirket kurmuşlar ve bu şirketin adı Aksa Enerji Üretim AŞ olmuştur. Bu şirketi de ödüllendirmek için de Samsun’da kurulması planlanan mobil santrallardan biri bu şirkete verilmiştir."

Hürriyet

Son Amerikan ittihadcilarindan Uluc Gürkan Halka karsi...

Uluç Gürkan'dan Üskül'e sert tepki TBMM eski Başkanvekili Uluç Gürkan, "Atatürk ilke ve devrimleri Anayasa’dan çıkarılmalı" diyen AKP’li Zafer Üskül’e, “Üskül, hangi ‘dahili ve harici bedbahtların’ adına hareket ederse etsin ‘rövanş’ amacın
29 Temmuz 2007 10:18

DSP eski milletvekili Uluç Gürkan, Atatürk ilke ve devrimlerinin Anayasa’dan çıkarılmasını isteyen AKP Mersin Milletvekili Zafer Üskül’ü “dahili ve harici bedbahtların” adına hareket etmekle suçladı. Zafer Üskül’ün Anayasa’dan çıkartılmasını istediği Atatürk hükmünün, Anayasa’nın herhangi bir maddesi olmadığının altını çizen Gürkan, yaptığı açıklamada, “Bu hüküm Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer almaktadır. Yazılış biçimiyle de, Türkiye’nin bağımsız, laik ve demokratik bir Cumhuriyet olarak kuruluş ve kurtuluş felsefesini tanımlamaktadır” diye konuştu. Zafer Üskül’ün, söz konusu hükmün bütünüyle Anayasa’dan çıkartılmasını istediğini öne süren Gürkan, şunları söyledi:“Tartışmasız bir açıklıkla Atatürk’ten, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız, laik ve demokratik varlığımdan rövanş almayı öneriyor. Zafer Bey böylesi bir rövanşın sözcülüğüne hangi dahili ve harici bedbahtların adına soyunmuş olursa olsun, bize düşen görev ve sorumluluk, Atatürk’ün kutsal emanetinin, bağımsız, laik ve demokratik Cumhuriyetimizin rövanşını kimseye, hiç bir koşulda vermeyeceğimizi bütün kararlılığımızla dost, düşman herkese göstermemizdir. Bunu yapmaz, sorumluluktan kaçarsak eğer, sadece Zafer Beyin değil, şimdi onu öne atanların da cesaretini arttırmış oluruz. Gelecek nesillere, çocuklarımıza, torunlarımıza bu suskunluğumuzun suçunu açıklayamayız. Gelin koyun yüreğinizi, bağımsız, laik ve demokratik Cumhuriyetimizin rövanşını kimseye vermeyeceğimizi hep birlikte haykıralım.”“ÜSKÜL, SU KATILMAMIŞ KEMALİSTTİ” Zafer Üskül’ün bir dönem, kendisini “su katılmadık Kemalist” olarak tanımladığını ve o günlerden beri Üskül'ü tanıdığını söyleyen Gürkan, “Ruh hali ne olursa olsun, Zafer Bey böylesi bir rövanşın sözcülüğüne soyunmaya kendi başına cesaret edemez. Çapını da, gücünü de bu denli abartamaz” diye konuştu. AKP’nin gizli bir gündeminin olup olmadığının "merak konusu" olduğunu söyleyen Gürkan, “www.ulucgurkan.net” adresinde Üskül’e karşı bir de imza kampanyası başlattı.
AA

ABD´den kurtulus Anayasasi !!!



Üskül, CHP'yi fena tongaya düşürdü AK Partili Anayasa profesörü Zafer Üskül'ün gündeme getirdiği, "ideolojisiz anayasa" görüşünü daha önce CHP, TÜSİAD ve TBB'ye de sunduğu ve kabul gördüğü ortaya çıktı.
29 Temmuz 2007 07:22

AK Parti'nin yeni milletvekillerinden Prof. Dr. Zafer Üskül'ün, Kemalizm ideolojisinin Anayasa'dan çıkarılması yönündeki açıklamasına başta CHP olmak üzere Türkiye Barolar Birliği (TBB) ve bazı hukukçular tepki gösterdi. Ancak CHP ve TBB'nin daha önce bu teklifi destekledikleri ortaya çıktı. 2001 yılında anayasa hukukçusu Üskül ve CHP Parti Meclisi Üyesi Atilla Sav'ın bulunduğu bir komisyon tarafından TBB için anayasa taslağı hazırlanmıştı. Üskül'ün sözünü ettiği husus, bu taslakta yer aldı. CHP'den milletvekili ve belediye başkan adayı olan Üskül, aynı görüşleri TÜSİAD için hazırladığı raporda da dile getirmişti. Türkiye Barolar Birliği, altı yıl önce ağırlıklı olarak sol görüşlü profesörlerden oluşan 11 kişilik bir komisyona anayasa taslağı hazırlattı. Taslakta 1982 Anayasası'nın başlangıç bölümünde vurgulanan Atatürk milliyetçiliğiyle ilgili bölümler yer almadı. Anayasa'nın 2. maddesindeki "Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan" ibaresine de yer verilmedi. Cumhurbaşkanının ve milletvekillerinin yeminiyle ilgili maddelerde yer alan "Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma" ibaresinin de TBB'nin Anayasa taslağında bulunmaması dikkat çekiyor. Anayasa taslağının başlangıç kısmında yer alan "Atatürk ilkelerine dayanan demokratik cumhuriyet" ifadesi dışında hiçbir maddede Atatürk ismi geçmiyor. TBB'nin kitaplaştırarak dağıttığı "Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi" adını taşıyan taslak, Prof. Dr. Üskül, eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, CHP Parti Meclisi Üyesi Atilla Sav ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilen Prof. Dr. Fazıl Sağlam'ın aralarında bulunduğu 11 kişilik bir komisyon tarafından hazırlandı. Komisyonda şu isimler de yer aldı: - Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu, - Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, - Prof. Dr. Ülkü Azrak, - Prof. Dr. Yılmaz Aliefendioğlu, - Prof. Dr. Rona Aybay, - Prof. Dr. İl Han Özay, - Prof. Dr. Yavuz Sabuncu." Prof. Dr. Üskül, önceki gün yaptığı açıklamada herhangi bir ideolojiyi öngörmeyen renksiz bir anayasa yapılması gerektiğini savunmuş, bu kapsamda Anayasa'nın başlangıç kısmında ve maddelerinde Kemalizm ideolojisinin yansımaları olan "Atatürk milliyetçiliği" ve "Atatürk ilke ve inkılapları" gibi kavramların çıkarılması önerisini gündeme getirmişti. Üskül'ün bu teklifinin TBB tarafından hazırlanan anayasa taslağında birebir uygulandığı görülüyor. Üskül'ün bu açıklamasına tepki gösteren TBB Başkanı Özdemir Özok, hazırladıkları "Anayasa Önerisi" kitabının tanıtımı için 12 Eylül 2001 günü basın toplantısı düzenlemişti. Özok, burada yaptığı konuşmada, yürürlükteki 1982 Anayasası'nı eleştirerek hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla işlediği bir anayasal düzenin kurulması için bu taslağı hazırladıklarını belirtmişti. Bu arada TBB'nin anayasa taslağını hazırlayan komisyon üyelerinden Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu'nun daha önce aynı görüşleri paylaşmalarına rağmen Üskül'ü eleştirmeleri dikkat çekti. Baronun taslağında tartışılan ifadeler yok 1982 Anayasası'nın 'Başlangıç' bölümünde 'Atatürk milliyetçiliği' ile 'Atatürk ilke ve inkılaplarına' vurgu yapan şu bölümlere TBB'nin taslağında yer verilmedi: "Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; ..." Anayasa'nın 'Cumhuriyetin nitelikleri' başlıklı 2. maddesindeki "Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan" ibaresi de taslakta yok. TBB; Anayasa'nın milletvekilinin ant içmesine ilişkin 81. maddesinde yer alan "Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma" ifadesini çıkarmış. Yine Anayasa'nın cumhurbaşkanının ant içmesine ilişkin 103. maddesindeki "Atatürk ilke ve inkılaplarına" ibaresine yer vermemiş. Zaman

Meclis, Sezer’i Yüce Divan’a göndermelidir!

Ali İhsan KARAHASANOĞLU

Seçim öncesinde sürekli eleştirdik; PKK’lı teröristlerin Cumhurbaşkanı Necdet Sezer tarafından affedilmesinin yanlışlığını dile getirdik. Öyle ki, affedilen teröristlerin, tekrar dağa çıkıp, askere kurşun sıkarken yakalandığı bile oldu. Anayasa bize dava açma hakkı vermemiş ki, dava açıp, af kararlarını iptal ettirelim. Anayasa 105. maddesi diyor ki; “Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı mercilerine başvurulamaz.” Dolayısıyla Sezer 200’ü aşkın teröristi, Anayasa’daki af yetkisini kullanarak serbest bıraktırdı. Evet, cumhurbaşkanına bir takdir hakkı veriyor Anayasa.. Hangi suçtan olursa olsun, sağlık durumu, cezaevinde kalmasına imkan vermeyen mahkumları cumhurbaşkanının af yetkisi var... Dolayısıyla, af yönündeki tercihi, kendisinin takdir hakkı kapsamında. Ama önüne gelen yüzlerce atama yazısını geri çeviren, onlarca kanunu, Anayasa değişikliğini veto eden bir cumhurbaşkanı, teröristlerin affına sıra gelince, hemen hepsine olumlu yaklaşıyorsa, “takdir hakkı”nın kullanımında bir sorun var demek değil midir? Yıllarca şu ilçede kaymakamlık, bu ilçede vali yardımcılığı yapmış birisini, bir ilimize vali olarak atamak istiyorlar.. Kararname Sezer’den geri geliyor. Yıllarca kamunun değişik birimlerinde bürokratlık yapmış bir isim, bir başka kamu kurumunun üst yönetimine getirilmek isteniyor; sanki yoldan geçen birisi alınıp bir kamu kurumuna getirilmek isteniyormuşcasına, atama geri çevriliyor! Bu yolda, TRTGenel Müdürlüğü’ne yıllarca genel müdür atanamadı. EmniyetGenelMüdürlüğü’ne, birçok büyük ilimizin valiliğine, birçok kamu kurumunun üst düzey yöneticiliğine atama yapılamadı. Hatta Merkez Bankası Başkanlığı’na atamada bile, sayınSezer’in önüne giden üçüncü isimde onay alınabildi. Bu kadar titiz bir cumhurbaşkanı, teröristlerin affında, önüne gelen hemen her dosyada “Uygundur. Serbest bırakılsın” diyorsa, burada biraz durup düşünmemiz gerekmez mi? Düşünüp, bu uygulamanın hukuk önünde sorgulamasının yapılması gerekmez mi? Diyeceksiniz ki, “Cumhurbaşkanı’ndan ne hesabı sorulabilinir ki? Anayasa gereği cumhurbaşkanı sorumsuz değil mi?” Evet, genel ilke öyle.. Ama her kuralın bir istisnası olduğu gibi, bu kuralın da bir istisnası var.. Anayasa’nın 105. maddesinin son fıkrası, cumhurbaşkanının ne zaman ve nasıl sorumlu tutulacağını belirtiyor. Evet, işlemlerini iptal ettiremezsiniz ama, cumhurbaşkanını da cezai suçlamaya muhatap edebilirsiniz. Nasıl mı? Prosedürü kısaca seçim öncesinde hatırlatmış, TBMM’de dörtte üç çoğunluk sağlandığında, Sezer’in Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmak üzere suçlanabileceğini belirtmiştik. Şimdi seçim sonuçları önümüzde. AKParti 341. MHP 71.. Ancak MHP’nin bir milletvekili, trafik kazasında vefat etti. MHP’nin milletvekili sayısı 70’e indi. 341+70=411.. Hemen Anayasa’nın 105. maddesinin son fıkrasına bir bakalım: “Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır.” Demek ki, Sezer’in Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmak üzere suçlanabilmesi için, TBMM’nin üye tamsayısının dörtte üçünün oyu gerekli. Sezer’in, önüne gelen birçok kararnamede takdir hakkını olumsuz yönde kullanarak geri çevirdiği bilinmesine rağmen, teröristlerin affında takdir hakkını hemen hemen tamamında olumlu kullanması sebebiyle yargılanmasının istenmesine, MHP’nin de katkı sağlayacağı açık. Ancak AKP ile MHP’nin toplam milletvekili sayısı 411’de kalıyor. Anayasa ise, Sezer’i Anayasa Mahkemesi’ne göndermek için, en az 412 milletvekilinin oyunun gerekli olduğunu belirtiyor. Tam sınırda kalmışlar demeyin. BBPGenel Başkanı sayın Muhsin Yazıcıoğlu da var. Şimdi tamam oldu işte 412.. “Hükümetin seçmenine verdiği vaadlerin gerçekleştirilmesinde engellemede bulunmanın bir müeyyidesi olmayabilir. Ama, siz de, önünüze gelen her terörist dosyasını affetmeye mecbur değildiniz sayın Sezer” denilerek, Sezer’in Anayasa Mahkemesi’nde yargılanması sağlanabilir. Kendi atadığı hakimler, bağımsız bir yargılama yapabilir mi? Yapar veya yapamaz, böylece sistemin eksiklikleri ortaya çıkmış olur. En azından Anayasa’nın bazı maddelerinin değişmesi zorunluluğu daha iyi anlaşılır. Bence, TBMMbaşkanını seçmek birinci vazife ise, Sezer’i yargılanmak üzere Anayasa Mahkemesi’ne göndermek de ikinci vazife olmalıdır.Bu yazı 2201 defa okunmuştur.

Vakit

ittihadci, ittihadciyi destekler....(TSK nin Mason Locasi)



Askerî ihalelere Vatansever damgası Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi (VKGBH)'ne yönelik operasyon kapsamında tutuklanarak cezaevine konulan Salih Zeki Balaban'ın askerî ihalelerde etkili bir isim olduğu öne sürüldü.
29 Temmuz 2007 12:13

Ankara'da 15 Mayıs'ta düzenlenen 'Girdap' operasyonu kapsamında aralarında VKGBH Genel Başkanı Taner Ünal ve yardımcıları Salih Zeki Balaban ve Halit Bozdağ'ın da bulunduğu çok sayıda isim 'suç örgütü kurmak'tan tutuklanarak cezaevine konulmuştu. Girdap soruşturmasında telefonları yasal takibe alınan Balaban'ın 15 Mayıs'ta yine aynı operasyonda tutuklanarak cezaevine konulan Halit Bozdağ ile yaptığı görüşmede ilginç diyaloglar yaşanıyor. Telefon görüşmesinde 74 milyon YTL'lik helikopter ve uçak hangarı bakım ihalesini aldığını söyleyen Balaban, Bozdağ'dan, bir an önce gereken evrakları hazırlamasını istiyor.
Zeki Balaban, 16 Ekim'de yaptığı telefon görüşmesinde Tekin isimli bir işadamına, Bolu Komando Tugayı'nın bin 200 kişilik yemekhane binası inşaatı ile 3. Kolordu Komutanlığı'nın kuzey kışla er pavyonu inşaatı ihalelerini vereceğini söylüyor. Balaban, yaklaşık 5 milyon YTL'lik ihaleler için aynı işadamına, "İki tane işi böylece sana vermiş oluyorum." şeklinde konuşuyor.
Balaban, Halit Bozdağ ile 15 Mayıs tarihinde yaptığı görüşmede 'adamlar' diye bahsettiği kişilere, tutarı 94 milyon YTL olan iki ayrı ihale ayarladığını anlatıyor. 74 milyon YTL'lik Kara Havacılık Okul Komutanlığı helikopter ve uçak hangarı bakım ihalesi ile 20 milyon YTL'lik Gez Komutanlığı garnizon inşaatı ihaleleri ile ilgili görüşmeler yaptığını söyleyen Salih Zeki Balaban, Halit Bozdağ'a, "İşler kesinleşmiş durumda, istenen evrakları fakslıyorum sana, bir an önce toparla." diyor. Salih Zeki Balaban, 18 Haziran'da Mustafa adlı bir işadamını arıyor. Bu görüşmede işadamı, Maltepe Zırhlı Tugay'da ihaleye çıkılan birden fazla işle ilgili olarak, "Bir kişiye birden fazla iş verilmez." diyor. Balaban ise işadamına, "Ne demek aynı adama verilmiyor. Biz kime dersek ona veriliyor. Sen Maltepe'yi istedin, ben de sana Maltepe'yi veriyorum." diye çıkışıyor. Öte yandan, Salih Zeki Balaban'ın, İran ve Suriye üzerinden yapılan silah kaçakçılığına da adı karışmıştı.
Zaman

Cumhurbaskanini kim secmelidir ? Neden ?

Görünen o dur ki, askerler tarafindan desteklenerek, kurtarilan ve hatta 1,5 % oy kazandirilan chp ve askerler tarafindan "sehitler üzerinden prim yaptirtilarak" sectirttirilen mhp, halkin Cumhurbaskanini secmesini önlemek istemektedirler.
Böylelikle Halk ve Devlet arasindaki yapay zitlik, ayrilik, birlik kaybedilmemek istenmektedir.
Halkin devletin kendisi olmasi önlenmek istenilmektedir.
Böylelikle devlet; gecici bir süre kendinden olmayan bir Cumhurbaskani ile idare edecek, ilk firsatta da Cumhurbaskanligi makamini geri eline gecirecektir.
T.C. Devleti ABD ile yaptigi anlasmalar geregi; (Devlet Arsivlerinde bu anlasmalar 1907, 1922, 1938, 1944 mevcuttur.) Türk Milletine degil primer olarak ABD ye hizmet eder.
Devletin ABD ye degilde, primer olarak kendi halkina hizmet edebilmesi icin, Cumhurbaskanligi dahil, tüm devlet Kurum ve Kuruluslarinin ABD emrinden cikartilarak, Türk Milletinin emirleri altina alinmalari sarttir.
Bu nedenledir ki, "Milletin emrine alma projesi" nin ilk baslangici olan Cumhurbaskanini halkin secmesi saglanmalidir.
Bunun icin takip edilecek yol:
1. Cumhurbaskanini TBMM ne sectirtmek. arkasindan
2. Referanduma giderek halkin Cumhurbaskanini secmesini saglamak.
Halktan destegini almayan, halki arkasina almayan bir Cumhurbaskani, iktidarli bir Cumhurbaskani olarak islevlerini göremeyecektir bu ülkede. Bunun icinde ABD tarafindan CHP güclendirilerek, MHP ise extra sectirtilerek TBMM´ne gönderildiler.
Hükumet olup, iktidar olamayan Hükumetleri nasil bu ülke cok gördüyse, Cumhurbaskani olupta, Cumhurbaskanligi yaptirtilmayan bir Cumhurbaskanini görmek istememektedir bu millet.
Cumhurbaskanindan beklenilenleri göz önüne aldiginizda farkedersinizki Necdet Sezer; bu ülkeyi ABD ye 7 yil daha hizmet ettirtecek kisileri Kurum ve Kuruluslarin basina ve yönetim kurumlarina getirdi. Yani yeni secilecek Cumhurbaskanina, devlet yapisina müdahale imkani dahi birakmadi.
Halkin sececegi bir Cumhurbaskani ise Necdet Sezer´in yaptigi atamalari gerisin-geriye cevirebilir ve bunun icinde hicbir kimse birsey yapamaz. Neticede Halkin Cumhurbaskani, halk adina yapmistir bunlari.
Özetlersek;
Halkin secmedigi bir Cumhurbaskanini CHP, MHP ve mevcut Devlet Kurum ve Kuruluslari calistirtmayacaktirlar. Cumhurbaskaninin halkin sectigi bir partiden olmasida yetmeyecektir, Cumhurbaskanligi yapabilmesi icin.
ABD´nin ve onun yandasi CHP, MHP ve ona hizmet eden devlet Kurum ve Kuruluslarinin oyunlarina gelinmemelidir.

Hükumete ÖNERi Kürt irkciligi nasil kirilir ?

Yeni kurulacak hükumetin 22.Temmuz 07 de ortaya cikan oy haritasindan kürt milliyetciliginin nerelerde primlendirildigini tespit ederek, derhal harekete gecerek bu bölge insanlarinin, insan gibi yasamalarini saglamasi sarttir.
Ancak bu sekilde o insanlarin gönülleri ve oylari kazanilabilir.
Bu reyleri veren insanlari suclamak yanlis olur...Buna da dikkat edilmesi gerekir.
Bu esnada silahli kuvvetlerin bu yörelerde sivil alanlardan cekilmesini temin etmekte sarttir. Zira Silahli Kuvvetler bu yöre insanini terörden uzaklastirmiyor, teröre tesvik ediyor, pireye kizip, yorgani yakarak.
Dogu ve Güney-Dogu Anadoluda polis gücünün artirilmasi, TSK nin sinir boylarina sevkedilmesi sarttir.
Bölgede görev yapan Valilerin hepsi degistirilmeli yerlerine irka göre degil, menfaate göre degil, insana göre hizmet götürebilecek Vali ve Kaymakamlar görevlendirilmelidir.

Bu bölgelerdeki Tesvik islemlerinin; bu yörelerin Vali ve Kaymakamlarinin keyfi islemlerinden kurtarilarak Ankara´dan yönetilmesi saglanmalidir.

Bu yörelerdeki Valiler Tesvik islemlerinden nemalanmaktadirlar. Nemalanamayacaklari, cidden bu yörelere hizmet götürebilecek yatirimlari tesviklendirmemektedirler kasitli olarak.
Bunlara en bariz örnekte Kilis´tir. 2 Dönem tesvik kapsaminda olmasina ragmern Kilis, sadece birkac yer degistirerek tesvikten yararlanmak isteyen sahte yatirimcilarin yatirimlarini alabilmistir.
Kilis bu nedenledir ki, daha uzun bir süre AK-Partiyi desteklemeyecektir.
Özetlersek;
1. Kürt irkciliginin prim yaptigi bölgelerde derhal her türlü yatirimlar yapilarak, diskrimine edildiklerine inanan insanlara, esit insan olduklari kanitlanmalidir.
2. Dogu ve Güney-Dogu Anadoluda Askerin verdigi rahatsizliklarin ortadan kaldirilmasi icin, asker-sivil ayirimi yapilmali, bu bölgelerde askerin degil, polisin görev yapmasi saglanmalidir.
3. Vali ve Kaymakamlarin; mhp, chp kökenlilerden kurtarilmasi saglanarak, irka dayali idarelere son verilmelidir.
4. Tesvik yasalarinin uygulanmasi keyfi hareket eden Vali ve Kaymakamlarin elinden alinarak, merkeze tasinmalari sarttir.

CHP nin mi ? Atatürk´ün mü Ingiltere´nin mi 6 oku ???

Kemalizm'in altı oku

Zafer Hoca'nın işi zor. Kapkara bir cehaletin, tabulaşmış önyargıların ve "vurun söyletmen" tarzı körleşmiş bir şiddetin hakim olduğu dünyanın hemen kenarında anayasa hukukunun hassas konularını tartışıyor. Maksadı "ideolojisi olmayan bir anayasa"yı savunmak. AK Parti içinden, Baykal'ın dediği gibi "dakika bir gol bir" tarzında Atatürk'e ve cumhuriyet rejimine yönelik bir saldırı falan yok ortada.
Nitekim Profesör Üskül de Atatürk'ü ve onun liderliğini, tam da saygın yerine yerleştirerek sözlerine devam ediyor. Üstelik "Kemalizm anayasadan çıkartılmalı" manşetine bakarak, "hayır çıkartılmasın" diye ayağa kalkacak olanların, cahil durumuna düşmek istemiyorlarsa biraz sabırlı olmaları gerekiyor. Çünkü Anayasa'mızda "Kemalizm" zaten yok. Hatta çoğu kişinin yanlış bildiği şekilde "Atatürkçülük" de yok. Anayasa'mızdan çıkartılması gereken, Zafer Hoca'nın sözlerinin özü olan "ideoloji"nin kendisi. Bu ideoloji de, bugün Baykal'ın başında bulunduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı okunda temsil edilen ideolojiden başka bir şey değil.
1927 yılında Anayasa'ya Cumhuriyet Halk Fırkası'nın dört umdesi giriyor: 1931 yılında bu umdeler altıya çıkartılıyor ve daha sonra anayasanın ikinci maddesine: Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Milliyetçilik ve İnkılapçılık şeklinde yerleştiriliyor. 1936 yılında parti ile hükümet birleştiriliyor; valiler CHP'nin il başkanları oluyor.
Bu yıllar Avrupa'da faşizmin yükseldiği yıllar. "Altı Ok" da, o dönemde CHP'de temsil edilen Türk faşizminin formülasyonu olarak temayüz ediyor. Atatürk öldüğü zaman İnönü'nün Mussolini'nin unvanı olan "Duçe"den iktibas ederek kullandığı "Millî Şef" unvanı, bu faşizan özentiyi ifade ediyor. İnönü döneminde formüle edilen bu ideolojiye "Kemalizm" adı veriliyor. Kemalizm adını verdiğimiz ideoloji bu yüzden CHP'nin ambleminde bulunan "altı ok"tan başka bir şey değil. Bu oklar "Kemalizm'in altı oku" olarak biliniyor.
27 Mayıs darbesini yapanlar, sırtlarını yasladıkları "hür dünya" ile çok uzak düşmemek için "Kemalizm" kelimesi yerine "Atatürkçülük" deyimini tercih ediyorlar. Atatürkçülük, 1960'tan sonra kullanılmaya başlanıyor ve demokrasiye, ülkenin itibarına darbe vuran diktacı geleneğin arkasına saklandığı bir maskeye dönüşüyor. Bugün Anayasa'mızda "Atatürkçülük" ibaresi de yok; onun yerine "Atatürk milliyetçiliği" tabiri, başlangıç kısmında üniter-ulus devletin referansı olarak kullanılıyor.
Bugün "Atatürkçülük" dendiği zaman, ne anlama geldiği konusunda çok farklı rivayetlerin birbiriyle çatıştığı anlamsız bir dünyanın içine girmeniz gerekir. Bu dünyada "gerçek Atatürkçülük", "Saf Atatürkçülük", "En doğru Atatürkçülük", "Gerçek Kemalizm" gibi ifadelerle karşılaşırsınız. Kabaca bugün Atatürkçülük başlığı altında, Soğuk Savaş dönemine özgü üçüncü dünyacı sol milliyetçilikten başka bir şey bulamazsınız. "Bütün bu farklı düşüncelerin, ideolojilerin Atatürk ile ilgisi nedir?" sorusunun da kestirme bir cevabı var:
Hiçbir ilgisi yok. Geride bir dogma ve kalıplaşmış bir öğreti bırakmadığını ısrarla vurgulayan Atatürk, engin bir ferasetle bu saçma sapan düşüncelerin kendisi ile bir ilgisi olamayacağı öngörüsünde bulunmuş. Elimizde tek kriter var: Atatürk Atatürkçü değildi. Atatürk'ü seven ve ona şükran duyan herkesin Atatürk'e mal edilen bu totaliter ve çağdışı "düşünce sistemleri"nden uzak durması ve O'nun vasiyeti gereği "aklı hür, vicdanı hür" vatandaşlar olmaya çalışması gerekir.
Atatürk Atatürkçü değildi, bugün Atatürk'ten bir düşünce sistemi çıkarttığını iddia edenler, sadece demokrasiye ve halka karşı düşmanca fikirleri savunurken Atatürk'ün arkasına saklananlardır. Zafer hoca tamamıyla haklı: Faşist İtalya'dan özenerek Anayasa'ya taşıdığımız "Kemalizm'in altı oku"nun bugün kalan izlerini de Anayasa'dan silmek zorundayız. Başka türlü ilerleyemeyiz. CHP bile, mağlubiyetler zincirini kırmayı ilk adım olarak bu "altı ok"tan vazgeçerek başarabilir.Bu yazı 1686 defa okunmuştur.

ABD usaklari, ABD usaklarina OY vermisler...Sasirilacak nedir burada ?


Askerin oyu CHP ve MHP'ye miydi? TESUD Başkanı emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, askerlerin ve ailelerinin oylarını CHP ve MHP’ye verdiğini iddia etti. 'Seçimin galibi sayılırız' diyen Küçükoğlu'nun hesabı şöyle:

29 Temmuz 2007 10:26

Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) Başkanı emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, 22 Temmuz Milletevekili Genel Seçimleri’nde askerlerin ve ailelerinin oylarını CHP ve MHP’ye verdiğini iddia etti. Açıklama yapan Küçükoğlu, “Bizim tabanımız MHP ve CHP ye oy verdi. CHP’nin oyunu yüzde 12.5'ten yüzde 20'ye çıkardık” dedi. TESUD üyelerinin ve cumhuriyet mitinglerine katılan insanların sözlerinde durarak Cumhuriyet ve laikliğe bağlı olduğunu ispatlayan siyasi partilere oy verdiğini belirten Küçükoğlu,
“CHP ve MHP’nin oy oranı yüzde 35’e çıktı. Seçimin galibi sayılırız” diye konuştu. “CHP ASKER ADAY GÖSTERSEYDİ OY ORANI DAHA DA ARTARDI”
CHP’nin milletvekili aday listelerinde asker kökenli olanlara yer vermemesinin oy oranını düşürdüğünü savunan Küçükoğlu, “CHP hiç asker aday göstermedi. Asker aday gösterseydi TESUD tabanını olduğu gibi çekerdi. MHP iki paşayı aday gösterdi ve büyük bir başarıya imza attı” dedi.
ANKA

25 Temmuz, 2007

ABD ve Israil´in taseronu Cumhurbaskanligi Kalesi

Türk Medyasinda cikan Senaryolara bakildiginda, AK-Parti´nin % 50 ye yakin halkin oyunu aldigi dikkate alinmamaktadir. Neden ?
Demokrasilerde cogunlugun borusu öter. Çikan sesin diger insanlari rahatsiz etmemesi kaydiyla tabi. Yani AK-Parti; karsisindakilere zarar vermeyen adayi Sn. Gül´ü sunmalidir. Bunu yaparken karsisindakilerinde gönüllerini almayi ihmal etmemelidir.
Gül kabul görmezse, referandum zaten kapida...
Bu ülke insani; Mevcut Cumhurbaskanligi sisteminin fasist Cumhuriyetcilerden alinip, demokratik Cumhuriyetcilere teslim edilmesini istemektedir.

Bu ülkeyi yöneten tüm kurum ve kuruluslari halk secmez ama Cumhurbaskani secer. Mevcut fasist düzene göre ne Cumhurbaskani ve nede bu Kurum ve Kuruluslar, Anayasa, Danistay, Sayistay Mahkemeleri, YÖK, TSK, vs..gibi....hicbir kimseye hesap vermezler.
Secimlerle mükafatlandirilan veya cezalandirilan halkin temsilcileri ise, bu ülkede iktidar degil, asil yukardaki, devlet denen iktidarin (GÜÇ`ün) kuklaligini, usakligini yapar.

Yilanin basi Cumhurbaskani ve Cumhurbaskanligi sistemidir. Bu sistemin degistirilmesi sarttir. Cumhurbaskani; halka hesap verebilmesi icin, halk tarafindan secilmelidir. Mevcut yetkilerinin muhafazasindada bir sorun yoktur.
Simdiye kadar bu makami, bu milleti ABD kölesi, sömürüsü olarak kullanan ABD taseronu CHP; Cumhurbaskanligi Kurumunun elinden gidecegini anladigi ve bunu önleyemedigi icin 2 taktige basvurmaktadir:
1. Bu makama mümkün oldugu kadar ABD ve kendi menfaatlerini gözetebilecek birini getirtmek. Bunun icinde Abdullah Gül´ü kabullenmeyerek, uzlasi adi altinda Sezer gibi birini bu makama getirttirtmek.
2. Cumhurbaskaninin yetkilerini azaltmak. Cumhurbaskaninin elinden alinacak yetklilerin kime veya hangi kurulus(lar)a verilmesi gerektigini -kasden- söylememektedir CHP.
Alinan yetkiler; CHP ye göre bir Kuruma devredilecektir. Bu Kurum ise Anayasa Mahkemesi üzerinde olusturulacak yeni bir Kurum olacaktir.

Tüm bu CHP ayak oyunlarina gelinmemesi gereklidir.
Bunun icinde;

1. Abdullah Gül´ün bir nezaket ziyareti neticesinde adayliginin ortaya konmasidir.
2. Gül´ün Cumhurbaskani secimi TBMM de kabul edilirse, 4. Madde yürürlüge konmalidir.
3. Gül; TBMM´inde Cumhurbaskani secilmezse, 4. Madde yürürlüge konmalidir.
4. Referanduma gidilmelidir ve Gül´ün referandumla Cumhurbaskani secilmesi mümkün kilinmalidir.

Cumhurbaskanligi kalesi ele gecirilmedigi sürece, ABD ve Israil emrindeki - yukarda sözü edilen- kurumlar ve kuruluslar bu ülke ve bu ülke insaninin menfaatine calismayacaktir.

Bu ülkenin en büyük sorunu; kendi kurum ve kuruluslarini ABD´nin ve Israil´in hegemonyasindan kurtarmasinda yatmaktadir. Bu hegemonyanin temsilcisi olan tüm kurum ve kuruluslara herseyden önce el atmak AK-Partinin boynunun borcudur.

Secmeni bunu istemektedir kendisinden. Bunun icinde kendisine 4 yillik bir süre vermistir secmeni.

Eger AK-Parti bu misyionunu yerine getirmezse bu sürecte, halkin kendisini terkedecegini de bilmesi gerekir.

Bu yazi www.haber7.com/ da yayinlandi.

24 Temmuz, 2007

Vatan Hainlerinden itiraflar..

AKP'yi durduralım dedik, aksine büyüttükUfukta seçimler görünmeden önce kollarımızı sıvadık. Ne yapıp edip AK Parti'yi (AKP) durdurmalıydık. Her birimizin kendine göre bir gerekçesi vardı. Genelde birleştiğimiz nokta, ülkenin geleceği ile ilgiliydi. AKP'nin Türkiye'yi giderek İslamlaştıracağı kuşkusuydu. Tam anlamıyla ispat edemediğimiz, ancak içimizi kemiren bir kuşkuydu.AKP ülkeye istikrar getirmiş, ekonomiyi hareketlendirmiş, kemikleşmiş sloganları kırmıştı. Buna rağmen kuşkuluyduk.AKP, gerçekten İslamcı olsa, ABD ve İsrail ile ilişkilerini bozar, IMF'yi bırakıp, Avrupa Birliği'ne sırtını döner, İmam Hatipler ve türban konusunda seçmenini tatmin edecek adımlar atardı. Bunların hiçbirini yapmadı. Buna rağmen kuşkuluyduk.Önce Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başladık.Eşi türbanlı olduğu için, Abdullah Gül'ü açıkça engelledik. Yeni kurallar koyduk.Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklama yapmasını alkışladık. Asker "ya dediğimizi yap, yoksa..." mesajı verdi.Muhalefet, özellikle CHP etrafında cepheler yarattı. "Ya bizdensiniz veya onlardansınız" dediler. Ulusalcılar, milliyetçiler hep birlikte harekete geçtiler. Milyonlar meydanları doldurdu.Hiçbiri yetmedi, Anayasa Mahkemesi tarihinin en olmadık kararını aldı.İşte bu şekilde seçimlere gittik.Sonuçlar meydanda...Bu sonuçları nasıl okuyacağız?Ne mesajlar çıkarmamız gerekiyor?Halk, bizim kaygılarımıza inanmamış. Meğer aksine, AKP'den çok memnun kalmış... Erdoğan'ın attığı adımları benimsemiş... Avrupa Birliği yolunda devam edilmesi fikrini sevmiş... Çetelerin yakalanıp cezalandırılmalarını beğenmiş... Askerin politikaya karışmasını sevmemiş.Bu sonuçlara bakıp, hepimiz farklı mesajlar çıkarabiliriz. Belki hiçbiri doğru değildir. Ancak kim ne derse desin, bizler ne düşünürsek düşünelim, bu ülke halkı önümüzdeki 4-5 yıl süreyle AKP tarafından yönetilmek istediğini ortaya koydu. Üstelik bu isteğini de çok net şekilde belirtti.Önemli olan, bu sonuçlara saygı gösterecek miyiz, yoksa hemen bugünden itibaren eski kavgamıza devam edecek miyiz?İşte karar vermemiz gereken en önemli yanıt budur...

YENİDEN DOĞANLAR
DTP, RÖVANŞ ALMAYA MI GELDİ?

Ahmet Türk, seçim sonuçlarını aldıktan hemen sonraki ilk açıklamasında "1994'ün (!) rövanşını aldık" dedi. Ayrıca, bekledikleri sonucu elde edemediklerini de itiraf etti. AKP'nin oy patlaması yapması, DTP'nin de önünü kapattı. Demek ki, ekonomik yatırımlar, Kürt kökenli vatandaşları etkilemiş ki, oy oranını arttırdı.Bu, son derece önemli.Güneydoğu'nun PKK konusunda nasıl bölündüğünün açık bir göstergesi. Hepimiz, DTP'nin silip süpüreceğini ve 35'e yakın bağımsız milletvekili çıkaracağını bekliyorduk. Yapamadı ve onlar da AKP engeline çarptı.Peki, DTP nasıl bir politika izleyecek?Ahmet Türk'ün dediği gibi, rövanş almanın içgüdüsüyle mi TBMM'ye girecekler, yoksa Tuğluk'nun dediği gibi, uzlaşı mı arayacaklar?Bugünden kesin bir şey söylenemez. Parti üst yönetimi "uzlaşıdan yana" görünüyor. Ancak yarın, İmralı'nın ne diyeceğini, PKK'nın nasıl bir strateji uygulayacağını, MHP'nin tutumunun ne olacağını bilemeyiz.DTP, kavga etmemek üzere geliyorsa, hoş geldi. Ayrıca böyle bir yaklaşım, Kürt sorununun çözümüne de büyük katkıda bulunur.


MHP KUYUDAN ÇIKTI...

Devlet Bahçeli kazandı.Bu seçimler, Bahçeli'nin genel başkanlığını da kurtardı. Oylarını bir misline çıkartan MHP'nin en büyük destekçisi, PKK'nın son aylarda tırmandırdığı terör oldu.PKK vurdukça, MHP oy kazandı.Seçim stratejisini tümüyle, PKK'ya karşı kuran Milliyetçi Hareket Partisi'nin kentlerdeki oy patlaması da çok önemliydi.Şimdi herkesin beklentisi, TBMM'de MHP'nin nasıl bir politika benimseyeceği.Acaba, oy verenlerini tatmin etmek için, PKK'nın bir uzantısı veya PKK'nın siyasi kolu gibi gördükleri DTP'yi sürekli baskı altında tutup, sürekli kavga mı çıkartacaklar, yoksa yepyeni bir politika mı izleyecekler?MHP önde gelenleri, sürekli reddediyorlar. Gerektiğinde, gerektiği dozda tepki göstereceklerini söylüyorlar.Kürt sorununda öylesine önemli bir sürece giriyoruz ki, MHP'nin tutumu, bu açıdan daha da önem kazanıyor.

SİLİNENLER
UÇUK VAATLER TUTMADI...

Cem Uzan'ın Genç Partisi, bu seçimin renklerinden biriydi. Özellikle mazotun 1 YTL olacağı vaadi öylesine tuttu ki, diğer partileri arkasına aldı ve peşinden koşturdu.Ancak, uçuk vaatler tutmadı.Kampanya sırasında "ülkede o kadar fakir ve vaatlerle harekete geçebilecek insan var ki, Uzan'ın peşinden koşarlar" deniyordu.İlginçtir olmadı.En fakirimiz dahi vaatlerin bu kadar parlak olmasından kuşkulanmışlar ki, GP seçim sandığına gömüldü. Bırakın bir tehdit olmayı, belini dahi doğrultamadı.Buna karşılık, kampanya Cem Uzan'a kişisel olarak yaradı. Yeniden gündeme geldi. TV ekranlarını doldurdu ve ne kadar becerikli bir iş adamı olduğunu hatırlattı.GP, tek adam partisi kaldıkça bir yere gidemeyeceğini gösterdi.


SAADET DE GÖMÜLDÜ...

Sandıkta silinen diğer bir parti Saadet idi. Recai Kutan, tüm yaşına ve rahatsızlığına rağmen, seçim meydanlarının en renkli topu Erbakan'ı da sahaya sürmesine rağmen hiçbir varlık gösteremedi. Yüzde 2.3 ile tam bir yenilgiye uğradı. Anlaşılan, Saadet'çiler de sonunda AKP'yi tercih etmişler.Perinçek'in İşçi Partisi (yüzde 0.36) ve diğerleri (Aydınlık Türkiye Partisi 0.29- Bağımsız Türkiye Partisi 0.51- Halkın Yükselişi partisi 0.50 – Türkiye Komünist Partisi 0.21) de bu seçimler birlikte silinenler arasındaydılar.
mabirand@e-kolay.net

Livanelinin itiraflari: Manda usaklarinin stratejileri !!!


Erdoğan ve Baykal anlaştı iddiası!

Solun eski lider adaylarından ünlü sanatçı Zülfü Livaneli, 2002 seçimleri öncesi Deniz Baykal ve R. Tayyip Erdoğan'ın arasında gizli bir anlaşma yapıldığını iddia etti.
24 Temmuz 2007 07:25

Zülfü Livaneli'nin köşe yazısı :


Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi! Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.

Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım. Bunu bir borç olarak görüyorum:

***

Deniz Bey lütfen hatırlayın: 19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik. Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum. Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti. Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz.
Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.”
Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.” İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz. Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz. O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum. Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk. Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz. Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?” Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey. Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!” diye bas bas bağırmanıza değdi mi? Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.) Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan. Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz. Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin. Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin. Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün. Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim. Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız. Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz. Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti.. Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz. CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz. Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz. Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz. Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz. Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız. İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada. Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara. Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de. Bad-el harab-ül Basra!
zlivaneli@gazetevatan.com
(Vatan)