Kurtuluş Savaşı’nda bir ABD Başkanından medet ummuştuk
* Mustafa Armağan.armagan@zaman.com.tr
“Tarihi yanlış yazmak bir millet olmanın ayrılmaz parçasıdır.” Böyle demişti Fransız düşünürü Ernest Renan. Uluslaşma ile tarih yazımı arasındaki bağ bu şekilde dile getirilmeliydi ona göre.
Aslına bakılırsa Fransa için olduğu kadar ABD için de geçerlidir bu tarihi yanlış yazma pratiği. Holocaust sonrası Yahudi tarihi bir daha eskisi gibi yazılamayacak kadar değişmedi mi? Hint tarihçileri şimdi kolları sıvamış, İngilizlerin tarih üzerinden zihinlerinde meydana getirdiği derin çatlağı nasıl tamir edebiliriz diye gece gündüz uğraşmıyorlar mı? Çin derseniz, o tamamen başka bir alemde kulaç atıyor. Hatta bir iki yıl evvel Amerika’yı keşfedenin Kristof Kolomb değil, Zeng Ho adlı bir Müslüman Çinli olduğunu iddia eden sempozyum bile düzenlendi Singapur’da. Kitaplar da cabası…
Demek ki, tarih de öyle bir kere yazıldı mı, Everest’in zirvesi gibi yerinden edilemeyen bir granit kütlesi değil. Sonuçta o da bir insan ürünü ve bir süre sonra her insan ürününden sıkıldığımız gibi ondan da sıkılmaya ve yeni bir ‘geçmiş masalı’nı arzulamaya koyuluyoruz. Baksanıza, 18 Mart’ı “Şehitler Günü” ilan ettik kanunla. Ancak şimdilerde 16 Mart Şehitler Günü’nü hatırlayacak bir Allah’ın kulunu bulmak isteseniz ilaç için bile yoktur (belki bazı uzmanları dışında tutabiliriz bu yargının).
* Mustafa Armağan.armagan@zaman.com.tr
“Tarihi yanlış yazmak bir millet olmanın ayrılmaz parçasıdır.” Böyle demişti Fransız düşünürü Ernest Renan. Uluslaşma ile tarih yazımı arasındaki bağ bu şekilde dile getirilmeliydi ona göre.
Aslına bakılırsa Fransa için olduğu kadar ABD için de geçerlidir bu tarihi yanlış yazma pratiği. Holocaust sonrası Yahudi tarihi bir daha eskisi gibi yazılamayacak kadar değişmedi mi? Hint tarihçileri şimdi kolları sıvamış, İngilizlerin tarih üzerinden zihinlerinde meydana getirdiği derin çatlağı nasıl tamir edebiliriz diye gece gündüz uğraşmıyorlar mı? Çin derseniz, o tamamen başka bir alemde kulaç atıyor. Hatta bir iki yıl evvel Amerika’yı keşfedenin Kristof Kolomb değil, Zeng Ho adlı bir Müslüman Çinli olduğunu iddia eden sempozyum bile düzenlendi Singapur’da. Kitaplar da cabası…
Demek ki, tarih de öyle bir kere yazıldı mı, Everest’in zirvesi gibi yerinden edilemeyen bir granit kütlesi değil. Sonuçta o da bir insan ürünü ve bir süre sonra her insan ürününden sıkıldığımız gibi ondan da sıkılmaya ve yeni bir ‘geçmiş masalı’nı arzulamaya koyuluyoruz. Baksanıza, 18 Mart’ı “Şehitler Günü” ilan ettik kanunla. Ancak şimdilerde 16 Mart Şehitler Günü’nü hatırlayacak bir Allah’ın kulunu bulmak isteseniz ilaç için bile yoktur (belki bazı uzmanları dışında tutabiliriz bu yargının).
Peki neydi 16 Mart ? 1960’lı yıllara kadar bizi sokaklara döken ve yürüyüşler yaptıran bu tarih, İngilizlerin Meclis-i Mebusan’ı bastıktan sonra Şehzadebaşı Karakolu’na baskın düzenleyip 6 Türk askerini kalleşçe şehit etmesi (1920) trajedisinin yıldönümüydü. Emperyalist İngilizlere olan kinimizi sokağa döktüğümüz bu yıldönümü kayıplara karışmıştı ki, bu yıl iki gün sonrasına konuşlandırılan Şehitler Günü, 16 Mart’ta hunharca katledilen Mehmetçiklerin aziz ruhlarına bir parça da olsa teselli vermiş olmalıdır.
Bu yüzden diyorum ya, İstiklal Savaşı (sonradan uydurulan ‘Kurtuluş Savaşı’ değil, çünkü biz Yunan’ın elinden kurtulmak için değil, bağımsızlığımızı sağlamak uğruna savaşmıştık) yıllarımızın tarihi 1927’deki Nutuk ekseninde ve 1930’ların ortalarında geliştirilen Tarih Tezi yörüngesinde yeterince kaldı. Artık onu yeni eksenler ve yörüngeler üzerinden yeniden okumaya girişmenin vakti geldi.
Hatırlarsınız, daha önceki bir yazımda Sivas Kongresi günlerinde Mustafa Kemal Paşa ve Rauf (Orbay) Bey’in imzalarını taşıyan bir mektubun Louis Edgar Browne adlı bir gazeteci eliyle ABD Senatosu’na gönderildiğini ve mektupta Senato’dan bir inceleme heyetinin Anadolu’ya yollanmasının istendiğini ele almıştım. Gazi Mustafa Kemal Nutuk’unda bu mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamadığını söylemekteydi. Halbuki belgelerle gösterdim ki, mektup gönderilmiş, o kadar gönderilmiş ki, mektup üzerine Sivas’a gelen General Harbord Mustafa Kemal ve Rauf Bey’le görüşmüş, sonra Erzurum’da Kâzım (Karabekir) Paşa ile incelemelerde bulunmuştu. Mektubun imzalı nüshasını bulup neşretmiştim. (Son kitabım Yakın Tarihin Kara Delikleri’nde (Timaş Yayınları) orijinalinin fotokopisini bulabilirsiniz.)
Şaşıranlar, hatta kızıp köpürenler oldu. Sözlerimi amaçlamadığım noktalara çekenler de eksik değildi. Ancak o yazıda asıl şunu söylemeye çalışmıştım: 1919 şartlarında insanlara doğru ve normal görünen bir karar, 1927’de anormal görünmeye başlayabilir. Bunda tuhaf bir şey de yok. Bakın Ahmet Necdet Sezer’in 7 yıl önceki sözleri ile veda konuşması arasındaki dağlar gibi farka ve ondan sonra yeniden düşünün isterseniz söylediklerimi.
Şimdi size İstiklal Savaşı yıllarının farklı bir yüzünü gösterecek birkaç fotoğraf sunmak istiyorum.
Birinci fotoğraf, Eylül 1919’da Erzincan Hükümet Konağı’nın girişini gösteriyor. Merdivenlerin hemen başında iki askerimiz ellerinde bir bez afiş tutuyorlar. Üzerinde şöyle yazıyor: “Vive l’Art. 12 des Principes de Wilson.” Türkçeye çevirisi: “Yaşasın Wilson Prensipleri’nin 12. Maddesi.”
“Yaşasın” denilen bu Wilson Prensipleri de nedir? Peki bu Fransızca bez afiş Erzincan Hükümet Konağı’nın kapısına –Türkler için olamayacağına göre- kimler için asılmıştır?
Siz düşünedurun, ben ikinci bombamı patlatayım.
İkinci fotoğrafımız ise hemen aynı günlerde Erzurum’da çekilmiştir. İki Dadaşın elinde bu defa bir pankart görülüyor. Etraf da kalabalık sayılır. Bir gösteri, muhtemelen. Pankart bu defa Türkçe konuşuyor: “Vilson Prensipleri Madde 12.”
Ne oluyor Allah aşkına bu Erzurumlulara ve Erzincanlılara? Kim bu çok sevdikleri Wilson ve dahi kendilerine “yaşasın” çığlıkları attıran bu 12. madde de neyin nesidir?
Bugün ismi unutulmuş olan ABD Başkanı Woodrow Wilson daha çok 8 Ocak 1918’de Birinci Dünya Savaşı’nın daha fazla kan dökülmeden sona erdirilmesi için bir barış planı olarak ilan ettiği “14 Nokta”sıyla tanınır.
Türkiye’de “Vilson Prensipleri” adıyla tanınan, hatta adına bir dernek bile kurulan bu noktaların 12’incisi, Osmanlı Devleti topraklarında Türk çoğunluğun yaşadığı bölgenin Türklere bırakılmasını istemekteydi. Bu da her türlü hukukumuzun ayaklar altına alındığı bir zaman diliminde Milli Mücadele kadrosuna ilaç gibi gelmiş ve dört elle sarılmışlardı ona. Nitekim bizzat Atatürk’ün söylediklerine bakılırsa Misak-ı Milli’mizin hukukî temelini de Wilson Prensipleri’nin 12. maddesi oluşturmuştur. Hatırlayalım mı 1926 yılının Mart ve Nisan aylarında Hakimiyet-i Milliye ve Milliyet gazetelerine ortak olarak verdiği hatıralarındaki sözlerini:
“İtiraf ederim ki, ben de milli sınırı biraz Wilson prensiplerinin insani maksatlarına göre ifadeye çalıştım. Hemen açıklayayım: O insani prensiplere dayandığındandır ki, Türk süngülerinin müdafaa ve tespit ettiği sınırları müdafaa etmişimdir." (Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 3, İstanbul 2003, Kaynak Yayınları, s. 55.)
Demek ki neymiş? Bugün kabul etmek kolay olmasa bile Atatürk bile millî sınırlarımızı tespit ederken bir ABD Başkanı’nın prensiplerine dayanmak ihtiyacını hissetmiş.
Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi Başkanı sıfatıyla ABD Senatosu’na gönderdiği mektubun arka planında da Wilson’un milletlere kendi kaderlerini tayin hakkı tanıyan barış planı yatmaktaydı. Aynı zamanda Anadolu halkı da bu prensiplere sahip çıkmış ve Senato’nun inceleme yapmak üzere gönderdiği General Harbord ve ekibine davullu zurnalı karşılama törenleri düzenlemiştir.
İşte yukarıda gördüğümüz iki fotoğrafın arka planında bu prensipler vardır ve afişler Amerikalı General Harbord görsün ve bizim tarafımıza meyletsin diye hazırlanmış ve asılmıştır.
Ancak Başkan Wilson’un bir başka planı daha vardı. Kısa bir süre sonra, 21 Ocak 1918’de Paris Barış Konferansı’na giderken yanında bir program ve yanda gördüğünüz Türkiye’nin parçalanmasını öngören haritayı da götürmüştü. Giresun’dan başlayıp Sivas, Maraş, Adana, Mersin, Van, Kars ve Ağrı’yı da içine alan “büyük Ermenistan” haritasıydı bu.
Tabii tahmin edilebileceği gibi biz prensipleri görmüş ama haritayı görmezden gelmiştik. Gerçi bugün ikisini de görmezden geliyoruz ya, neyse…
Mustafa Armağan'ın Zaman Pazar'daki yazısını okumak için tıklayın:
http://pazar.zaman.com.tr/?bl=14&hn=580
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder